Şampiy10
Magazin
Gündem

Kış mevsimi

‘Tarihte yüzyıllarca yasaklanmış, toplatılmış, yakılmış kitapların alevi, dumanı akıl erdiremiyordu yazıya dökülmüş kelimelerin hayatta kalışına, direncine, gücüne.’

Murathan Mungan, Dokuz Anahtarlı Kırk Odada’dan

***

Öğrencim Yağmur’a geçen gün laf olsun diye sordum. ‘Seviyor musun yağmuru’ diye. ‘Valla şu ara kar yağsa daha çok sevineceğim’ dedi. Hırvat asıllı Alman yazar Zoran Drvenkar’ın ‘Soğuktan Korkmayan Tek Kuş’unu okumuştuk birlikte. Oradaki cesaret, bitmeyen bir kış mevsimini ve onun ağır, renksiz hükmünü dünya üzerinden silmek adınaydı. Drvenkar’ın yazma maharetinde bütün okurları kapsayan sesinin küçücük çocuklara ulaştığı yer tam da orasıydı. Bir kuş, altı üstü bir kuş yahu, cesaret, bahar ve renklilik adına sığındığı ve ilham aldığı sözcükleriyle kışa bile meydan okuyabilirdi! İlle de bir mesaj aranacaksa mesaj da belliydi: Yeter ki umut ve umudu besleyen cesaret sözcükleriniz hayatta kalmış olsun. Yeter ki siz o sözcüklere inanın ve onların yol gösterdiği yaşamla direnin, direncinize saygı duyun. Velhasıl iyi kitaptı iyi, Soğuktan Korkmayan Tek Kuş...

Güzelim Yağmur’un bizim coğrafyada, 2018’deki dileğine gelecek olursak... Bal gibi onun kendi halindeki kar tatili özlemini aşan bir ‘iklim faciası’ydı karşımızda duran ve bir an önce ‘gerekli’ önlemler (artık neyse onlar) alınmazsa, yağmur, hatta kar dualarının bile işe yaramayacağı bir yeryüzü trajedisini eşiğimize bırakmak üzereydi. Kısacası, Soğuktan Korkmayan Tek Kuş’taki feci kış tiranının, yaşadığımız zaman ve coğrafya dilimindeki karşılığı olan alaz savaşa karşı bir adım atmak gerekiyordu. Zira bu savaş değdiği her yeri çöle çeviriyor, ateş ve yıkımla kurutuyor, çoraklaştırıyordu. İşin içinde yağmur bulutlarını kuşa çeviren gökdelen lobisi de vardı elbette.

Şu öngörüye ne dersiniz?

Ocak’ın ortasındayız... Sibirya’dan gelecek soğukların desteğiyle ‘kış’ı bekliyoruz. Dilerim bu sefer gelir! Ancak çok daha önemli bir gerçek var. Ne kadar farkındayız bilemiyorum. 2023 gibi, yani yeni Türkiye’nin muhteşem ‘yeni’ umutları yılında, su kaynaklarımızın neredeyse hepsinin tükeneceği yolunda bir öngörü mevcut! Bu öngörününse ‘dış mihraklar’, ‘bizi sevmeyen ölsün’, ‘zaten Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur’ ‘bunları yazmak sana mı kaldı, sen de kim oluyorsun’ cümleleriyle geçiştirilemeyeceği de ortada. En azından olmayan bütçemizle sağdan soldan füze satın alıp bu ülkeyi yıllarca silah parası borcuna gebe bırakma mantalitesine son verilmesi şart. Ortadoğu’da savaş çıkarma hayalleriyle günlük kâr stratejileri yapmak yerine, bu ülkenin çok yakın zamandaki iklim darboğazına gerçek ve elzem çözümlerle yaklaşmak şart.

Bu halimle söylemeye çalışayım (böylece uzman mısın sen diye soran okurlarımı da gözetmiş olayım!): Bir kere içinde yer aldığımız bölgedeki ‘savaşlar’ın sonuçlarının neleri kapsadığını ciddi ciddi düşünmek gerekiyor artık. Dahası o atılan füzelerin toprağı nasıl mahvettiğini, doğa örtüsünü nasıl yok ettiğini anlamak gerekiyor. Ve bunun bize, hepimize neyle ve nasıl döneceğini anlamamız çok önemli. Geçtiğimiz yaz özellikle Marmara bölgesinin geçirdiği ‘tufan’, işlerin pek de yolunda gitmediğinin çok önemli bir kanıtıydı. Çok değil arabaların kaportaları kadar zihnimiz bu konuda ‘biraz rahatsız olmuş’ olsa, bugünden belki bir şeyler yapma yoluna gitmek mümkün olabilir-di diye düşünenlerdenim.

Bu yüzden, ‘hararetle’ Sibirya’dan gelecek soğukları beklerken (bile) yine de ‘sahi neden kış mevsimine geçemiyoruz a dostlar’ sorusunun, bu yazının ana fikri olmasını önemsiyorum.

Yazının devamı...

Bitpazarı

Şu aralar yolum oraya denk düşmese bile o yöne sapıyor ayaklarım. Sayesinde, eski evlerin eski insanlarıyla konuşmak, dertleşmek istiyorum. Nereye gidiyorsun sorularına ‘eskiciler’ demek büyük keyif veriyor o zaman. Oraya daldığımda ne mi yapıyorum?

Belki biraz şöyle başlayan cümleler kuruyorum o ‘çarşının’ eski eşyalarıyla: Ey gidi...

Sonra ‘ey gidiler’ bitiyor elbet. Başlıyorum bugünden konuşmaya. Zerzevat politikacıların sözlerini aktarıyorum onlara. Nasılsa bulmuşum dinleyen birilerini edasıyla tutkuyla şikayet etmeye devam ediyorum.

Örneğin ‘Yahu biliyor musunuz Trump diye biri var’ demek istiyorum şatafatlı bir avizenin gölgelenmiş donuk kristal camlarına bakarken. Sonra, 70’li yıllardan kalan bir sehpanın gereksiz modern çıkıntılarına gülümseyip, hatta etrafında fır dönerken ‘şaka gibi ya, sanki Türk filmlerinin kötü adamı’ gibisinden sözcükler yuvarlanabiliyor zihnimden. Tabaklar çanaklar bölümüne gelince daha bir coşuyorum sanki!

Ne yalan söyleyeyim; eskiyi severim. Bitpazarlarını daha çok. Ancak şu aşikâr: Dünyanın bir bitpazarı ruhuyla ve antika tekerlemelerle dönmesinden rahatsız olanlardanım. Kısaca bitpazarı bitpazarı olarak kaldığında güzel. Oradan yeniye dair bir ruh yaratmak, hele bunu ortalığa saçmaksa insanlık adına zaman kaybından başka bir şey değil!

ABD Başkanı’nın sözlerine baktığımda, bu sözlerde o niyeti görüyorum. Dünyaca eskitilmiş ne varsa onları ‘yeni’ gibi etrafa sunma çabası ve gayretkeşliği bu. Umursamaz bir tavırla yapılması ise çok daha büyük tehlike arz ediyor.

Oprah, o netameli ruhun netameli figürlerinden biri olan bu adamın -dünyamızın başına bitpazarı ruhunu yağdırmaya çalışan bu adamın- saçlarının etrafında gezinen bitli haleye ne güzel dedi.

Hatırlayalım mı?

Konuşmasında acımasız bir güce sahip adamlar tarafından mahvedilen bir kültürün içinde, uzun yıllar harcamak durumunda kalan bir kadından bahsetti bizlere. Recy Taylor’dı bu kadının adı. Altı beyaz adam tarafından kaçırılıp tecavüze uğrayan bu genç kadın adaletin ışıldayan yüzüne kavuşamadan ölmüştü. Zamanında Rosa Parks’ın desteğini almıştı almasına ama bir sonuca ulaşamadılar çünkü adaletin bir seçenek olmadığı zamanlardı o zamanlar. Adaletin herkes için olduğu değil, adaletin güçlüden ve pislikten yana olduğu zamanlar... Duygusal konuşmasında ‘ama artık bu adamların zamanı doldu’ dedi Oprah. ‘Zamanları doldu... Zamanları doldu. Ve umarım ki… Umarım ki Recy Taylor, tıpkı o günlerde ve hâlâ, günümüzde ıstırap çeken birçok kadın gibi, kendi gerçeğinin aktarıldığını bilerek gitmiştir. Bu gerçek, Alabama’daki olaydan yaklaşık on bir yıl sonra, Montgomery’deki o otobüsten inmeme kararı alan Rosa Parks’ın kalbindeydi ve şimdi, ben de, diyen her kadının, dinlemeyi seçen her erkeğin içinde.’

Haklıydı Oprah. Tecavüzcülerin, adaleti bu ruhla ellerinde tutanların, baskıcı ve onarılmaz yaraları açmaktan zevk alanların, bu nefretten kendine yol çizmeye çalışan erkek iktidarının zamanı dolmuştu. Irkçılıktan, faşizmden, cinsiyetçilikten kendine paslı pusulalar bulmaya çalışanlar, küflü haritalar yaratma eğilimliler... Onların zamanı dolmuştu. Ne yaparlarsa yapsınlar, dolmuştu!

Neden mi?

Çünkü dünya bir eskici dükkanı ruhuyla değil bir uçurtmanın göğe salınan cesaretiyle kendini yeniler.

Hatırlayacağız bunu. Er ya da geç.

Yazının devamı...

Cehalet Tufanı

TRT 1’de sadece elektrik israfı olabilecek programlardan birinde ‘akademisyen’ bir kişinin verdiği derin bir ‘bilgi’ sonucunda, Nuh’un Gemisi’nde bir cep telefonuna rastlanmıştır. Hükümsüzdür. (Bir kayıp ilanı denemesi)

***

Yıllar önce Eskişehir’e gideceğim. Oldum olası otobüs yolculuklarını romantize etmiş biriyimdir. Bu yüzden heves bu ya diyerek bölgenin otobüslerinden birine binmek istiyorum. O esnada bir arkadaşım da New York’a uçacak. Uçağının rötar yaptığını haber verdiğinde ben de Eskişehir’e doğru yola çıkmak üzereyim. Ona ve rötarına hafifçe üzülüyorum. Dünya kadar uçacak, üstüne bir de rötar... Öte yandan, kendimi şanslı addedip ufukta beni bekleyen ahenkli güzel yolculuğun keyfini çıkarma arzusu içinde Harem’den otobüse atlıyorum. Gerçekten keyifliyim! Muavinin içten merhabası da cabası... Yola çıkıyoruz. Ancak çok kısa bir süre sonra bu otobüsün, dört tekerleğine ve olduğuna inandığım bir motoruna rağmen, yolda ‘gitmeyen’ bir otobüs olduğunu fark ediyorum. Öyle ya on dakika gidip yarım saat mola vermek nedir sahi? Bir müddet böyle devam ediyoruz. Yolcuları tek tek topluyoruz. İçten muavin, hummalı bir ciddiyetle onların bavullarını tek tek bagaja yerleştiriyor. Kısa bir süre sonra şehirlerarası bir yolculuktan çok semtlerarası bir yolculuğun insanları haline dönüşüveriyoruz. İki saat geride kalıyor ama hâlâ hiç gitmiyormuşuz gibi bir his içerisindeyim. Otobüsteki insanlara ve yüzlerine bakıyorum, alışmış bir edayla otobüsün girip çıktığı garlardaki eğlencelik görüntülere ve onların rehavetine bırakmışlar kendilerini.

Derken geride bıraktığımız saatler onları da hafif hafif endişelendirmeye başlıyor. İçten muavin ortalarda gözükmüyor, otobüs ise zaten gitmiyor! Sonuçta İzmit Sanayi’ye giriyoruz. Meğer arabada büyük bir arıza varmış. Elbette bu büyük arızanın geride bıraktığımız üç saatlik oyalanma ile uzaktan yakından en ufak bir alakası yok. Bir tatil gününe rastlayan bu yolculuğumuzda İzmit Sanayi’de geçireceğimiz esnek saatlerin ise ne olacağı, bizleri nereye vardıracağı meçhul!

Sanayi’de geçen iki saatin sonunda tekrar yola çıkmaya karar verdiğimizde şoförün anonsuyla karşılaşıyoruz. Esasen bu otobüsün bir şoförü olduğunu da bu sayede kafamızda netleştirmiş oluyoruz. Şoförün yola devam edeceğiz müjdesi hepimizce kutsal bir ayinin yaratabileceği bir esriklikle karşılanıyor. Ancak daha sonra ‘ne yazık ki 60 kilometrenin üstüne çıkamayacağımız!’ anonsu, ertesi gün yapacağım konuşmayı bahane ederek saçlarıma çektirdiğim ‘düz fönün’ dalgalı bir kıvama dönüşmesine engel olamıyor. Böyle gidersek 6 saat sonra Eskişehir’e ulaşabileceğiz fikri zihnimi alabora ediyor. Boş Sanayi’de boş gözlerle Eskişehir’e gidecek başka bir otobüs arasam da nafile... Bu otobüsün yolcusu olmuşum bir kere!

Gece yarısı Eskişehir’e indiğimde arkadaşım da New York’a indiğini müjdeliyor bana. ‘İnanmayacaksın ama ben de yeni Eskişehir’e vardım’ diyemiyorum nedense. Kaybettiğim zamanın kursağımda kalan otobüs yolculuğu zevkini yok etmesine mi yanayım, rötarlarla ve geç kalışlarla elimizden uçanın neler olduğuna mı, bilemiyorum. Yoksa bu kayıplara hepimizin nasıl da alıştığına mı; yaşamı bu kayıplarla ölçüp biçmek zorunda kalışımıza mı; neye yansam yetmeyecekmiş, eksik kalacakmış hissi bütün ruhumu kaplamış durumda.

‘Sesin biraz tuhaf geliyor’ diyor arkadaşım telefonun öteki ucundan. O zaman takvim yaprakları gibi hızla ve boşa geçen ömrümüzün bir kuklası gibi hafifçe sallanıyorum gecede. ‘Yok’ diyorum, ‘yok yok, sana öyle geliyor.’

Nuh’un Gemisi’ndeki cep telefonu fantezisi, bugün kaybettiklerimiz, hiç bulamayacaklarımız ve dolayısıyla hep geç kaldıklarımız üzerine işte bu yazıyı yazdırdı bana. Nice donanımlı akademisyen işlerinden olurken, Türkiye’nin televizyonunda nelerle iştigal ettiğimize bir kez daha bakmak istedim. Bu zaman kaybına yanmak, yanmak, yanmak... ‘Vay be adam neler biliyor, işte hoca dediğin böyle olur, Nuh’un cep telefonu varmış!’ diyenleri ise hiç düşünemiyorum bile. Zaman geçiyor. Zaman, boş boş geçiyor sadece. Bizler mi? Büyük bir cehalet tufanında kaybolmak üzereyiz.

Yazının devamı...

Hedef tamam, sıra rekorda

‘Ne işin var diye sormuşlar arapbülbülüne

Savaştan kaçtım, demiş. Sadece barışta yaşayabiliyorum ben.

Tıpkı filler,

Güvercinler,

Serçeler,

Kelebekler,

Karıncalar,

Zürafalar,

Ya da insanlar gibi...’

Behiç Ak

Bulutlara Şiir Yazan Çocuk’tandı bu satırlar.

‘Bulutlara şiir yazmayı başarabildiğimizde ne olacak peki?’

Bunu soran bronşitli genç arkadaşımın gözlerinden gözlerimi kaçırıp ‘bilmiyorum’ dedim. ‘Daha iyi bir dünya’ demeye dilim varmadı nedense. O ve arkadaşları ise bir güzel heveslenmiş, bulutlara şiir yazma derdindeydiler! Nedense hepsi öksürüyordu şu ara; gelmeyen kış, belki de gelmeyen barış yüzünden. Etraf mikrop doluydu. Bu yüzden bilmiyordum galiba. Mikroplar ne zaman bitecek, savaş iklimi arapbülbüllerini yerinden yurdundan etmeyecek... Öyle ya arapbülbülleri göç etmezdi ki. Çağımızda onlar bile göç ediyordu işte. Savaştan kaçıyordu bütün canlılar. Hal böyleyken silah tüccarlarından başka kim isterdi savaşı ve neden... Bilmiyordum işte, bilmiyordum.

Bereket ‘neden bilmiyorsun’ diye ısrar etmedi bizim öksürük takımı. Öksürük şuruplarına dadanmış bir halde tepemizden geçen zamansız, toki rengindeki ilkbahar bulutlarına bakarak hayal etmeyi sürdürdüler. Gürül gürül öksürerek, acayip tıksırarak çocukluk ateşinin sevdasıyla, hurra devam ettiler. İnsanlığın en romantik dönemi çocukluktu ve aynı çocukluk, apar topar, rüzgarın önüne katılmış bulutlar gibi, oradan oraya savruluyor, hızla eriyip bitiyor, sonra yerini, buharlaşamayan, adına çarpık büyümek (tıpkı çarpık kentleşmede olduğu gibi) diyebileceğimiz sıvı ve katı gerçeklere bırakıyordu. Ne zamandır bulutlara şiir yazmadığımı, şarkılar söylemediğimi o sırada fark ettim ama bozuntuya vermedim.

Tam burada çok ciddi bir şey söyleyecekmiş edasıyla, kısaca bütün büyükler gibi boğazımı ciddiyetle temizledim. Ne de olsa daha önemli işler bekliyordu beni. O esnada Türkiye’de bir sürü şey oluyordu. Bulutlara bakacak, onlara şarkı çığıracak halim yoktu yani. Ne mi yaptım dersiniz? Bazı fotoğraflara baktım. Neler neler gördüm, bir yaşıma daha girdim... Bunlardan biri de Türkiye İhraçatçılar Meclisi’nin (kısaca, afili adıyla TİM) fotoğrafıydı. 2017 yılına ait ihracat rakamları açıklandıktan sonra Türkiye’nin güzide ve erkek ihracatçıları yan yana bir fotoğraf çektirmişti. Bir erkek lisesi kıvamındaki bu fotoğrafta şaşıracak hiçbir şey yoktu aslında. Nicedir bu zoraki erkek lisesi fotoğraflarını (hayatlarında karşılarına bir Mahmut Hoca çıkabilseydi böyle mi olurdu bunlar!) o kadar çok görüyor ve o kadar az şaşırıyorduk ki buna da şaşırmadık. En azından kendini büyükler kategorisinde sayan bir fani olarak ben hiç şaşırmadım! Fakat tam o esnada bir şey oldu. O fotoğraftaki tek kadın (sadece gözleri görünen işkadını desek mi şuna?) nedense hiçbir kalıba uymayan bulutları aklıma getirdi ve al sana dercesine bende bir öksürük krizi yarattı. Bütün erkekler onu kaplamıştı fotoğrafta. Ne can sıkıcı bir fotoğraftı bu! Önüne geçemediğim öksürükler esnasında çeşitli baharatlar denedim elbette. Propolis içtim, zencefil denedim, rezene içtim, içtim de içtim. Öksürük geçmiyordu tarçınları suya attım, karanfillere bulandım, limon suyu dedim başka bir şey demedim. Yok kardeşim öksürük falan geçmedi. Tıbbın her gün ilerliyor olması da işi çözmedi.

Bal gibi bulaşıcı bir hastalığa yakalanmıştım. Çocuklardan geçmişti bana: ‘Başka bir dünya var’ hastalığıydı bu! Kendimi bulutlara bakarken bulduğumda anladım işin aslını! Bulutlara bakıp şiir yazmaya yeltenirken...

‘Hedef tamam sıra rekordaysa’ adlı sansürsüz şiirimi ise işte o zaman yazdım bulutlara. Şikayetin, sitemin, ironinin bini bir para!

Boş yere umutlanmayın, buraya yazmayacağım.

***

Hababam Sınıfı’nın bilge hocası Mahmut Hoca’yı, kıymetli Münir Özkul’u yitirdik.

Hepimizin başı sağ olsun.

Yazının devamı...

Tohum

Posta kutuma düşen ve mutlaka 1 Ocak’ta yazılması gerektiği ile ilgili bir mesajı sizlerle paylaşmak istiyorum:

Son derece ilginç bir mesajdı bu. Sayılarla ilgiliydi ve herkesin 31 Aralık gecesi beklediği şanslı numaralara karşın, bu mesajda aşağıdaki sayılar mevcuttu:

0-3-5-2-0-0-0

Ve bu sayılarla ilgili olarak deniyordu ki:

‘Bunlar Şanslı Sayılar Değil, Şans Vermenizi İstediğimiz Sayılar!’

Bu sayılar Türkiye’deki otizmli çocuk ve genç sayısıydı.

‘Bu sene şansınızı otizmli çocuklarla paylaşarak, onlara eğitim şansını verin’ diyerek devam ediyordu metin. Türkiye’deki otizmli çocuk ve genç sayısına dikkat çekmek için sürdürülen bir kampanyanın parçasıydı bu. Bu noktada yapacağınız şey ise olur olmaz her yerde elinizde taşıdığınız cep telefonlarınıza TOHUM yazıp 5290’a göndermek ve bu sayede 10 TL’lik bağış yapabiliyor olmanızdı. Böylece 2018’e, otizmli çocukların yeni yıla eğitim ile başlamasına katkıda bulunabileceğiniz bir adımla yola çıkabilirdiniz!

Mesajdan alıntıladıklarımsa şöyle:

‘Otizmin günümüzde bilinen tek tedavisi ise, erken tanı ile yoğun, sürekli özel eğitim. Erken tanı ve doğru bir eğitim yöntemi ile yoğun olarak eğitim alan çocukların yaklaşık yüzde 50’sinde otizmin belirtileri kontrol altına alınabiliyor, büyük ilerleme kaydedilebiliyor ve hatta bazı otizmli çocukların ergenlik yaşına geldiklerinde diğer arkadaşlarından farkı kalmayabiliyor. Burada en önemli nokta olabildiğince erken dönemde (18 ay civarı) tanı koyulması ve haftada en az 30 saati bulan yoğun bir eğitim alınması. Özellikle 3 ile 5 yaş arasında bu yoğun eğitimin alınması çok kıymetli.’

Gelelim TOHUM’a. Tohum Otizm Vakfı 2003 yılında otizmli çocukları erken tanı ve eğitimle topluma kazandırmak, otizmli çocuklar ve ailelerinin eğitim ve sağlık hizmetlerinden eşit şart ve fırsatlarla yararlanabilmelerini sağlamak hedefiyle, kâr amacı olmayan, kamu yararına kurulmuş olan bir eğitim ve sağlık vakfı.

Vakıf çalışmalarını bilimsellik, önderlik ve öncülük, paylaşımcılık, kurumlar arası iletişim ve iş birliği, kaynaklarda verimlilik ve etkililik, güvenirlik, şeffaflık ve insana ve çocuğa değer vermek ve en iyi hizmet haklarını gözetmek ilkeleri doğrultusunda hem ulusal hem de uluslararası çapta sürdürmekte.

Doğan her 68 çocuktan birinin otizm riski ile dünyaya geldiği düşünüldüğünde hiç fena bir başlangıç sayılmaz!Yeri gelmişken bu konuda son derece önemsediğim bir gençlik kitabını da burada hatırlatalım:

ABD’li yazar Cynthia Lord’un ‘Kardeşimm Benim’ kitabı, otizmli kardeşine duyduğu sevgiyle otizm arasında bocalayan Catherine’in hemen hepimizdeki farkındalığı artıran, yol gösteren öyküsü. Türkçe ve edebiyat derslerinde, sınıflarda çok rahat okunup tartışılacak bir kitap. 7. ve 8. sınıflar için ideal. Hatta lise sınıflarında da okunabilir. Gençlerin, kendileri gibi olmayanlarla kurabilecekleri köprü ve ‘normal nedir’ sorusunun hepimizce yeniden düşünülmesi anlamında ideal bir adım. Sahi normal nedir? 2018 ve sonrası için hiç de fena bir eşik sayılmaz bu soru!

Velhasıl hoş geldin 2018. Sağlık, şans ve mutluluk kadar iyilikler, farkındalıklar getir bize.

Yazının devamı...

Buluşmak

‘İnsan hakları alanında birçok ihlale neden olan, en çok kadın ve LGBTİQ bireylerin zarar gördüğü OHAL uygulamaları bir an evvel sonlandırılmalıdır.’

(Eylül 2017, başta Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı olmak üzere Türkiye’deki birçok sivil toplum örgütünün ortak raporundan)

***

2017 yılının son yazısı. Bu yazıda neyi öne çıkarmak isterdin sorusuna, görünmeyenleri, yok sayılanları anmak isterdim cevabıyla haşır neşirken yazıyorum bu yazıyı. Ancak bunun beni kesmeyeceğini de fark ediyorum.

Eşitlik fikrinin eşitlik sorunu olmayanlarca ‘algılanmaya’ başlaması mümkün olmadığı sürece (bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın) hiçbir raporun, hiçbir gerçeğin anlamının, toplumsal karşılığının bulunamayacağı o açmazı düşünüp duruyorum. Kısacası, tuzu kuru ruhunun bütün aralıkları kapayarak kendi hayatına kaldığı yerden devam etmesi halini. Kulaklarını derin tıkaçlarla tıkamış o ruha ne anlatılabilir, onu düşünüyorum, evet. Ya da gözlerine derin perdeler çekmişlere ne denilebilir, onu...

Ancak şu da değil:

Bunu bir öğrencim hatırlattı sağ olsun. Ortalığa yeni intikam tohumları saçarak (eleştiri değil sözünü ettiğim, resmen intikam tohumu saçmak!) günü kurtarmaya çalışmak da bir o kadar tehlikeli aslında! Türkiye’nin uzak ve yakın tarihinin ‘yeni intikamlar yeni öçler yeni intikamlar yeni öçlerden ve aynısı ve aynısı ve aynısı’ndan ibaret olduğu düşünülecek olursa, freni patlamış kamyon imajından silkelenmek de şart görünüyor. Jose Saramago’nun Körlük’ünü bu yüzden bir kez daha okumak gerekiyor belki de. Oradaki yol gösterici ‘kadının’ neden bir erkek olarak değil de bir kadın olarak seçildiğini yeniden düşünmek. İnsanlığı bataktan kurtaranın sıkıyönetim vb. şeyler değil bilgelik olduğunu bir kez, bir kez daha hatırlamak için! İnsanların o ‘bilgelik’ halesi etrafında nasıl buluştuğunu, nasıl buluşarak çözüme ulaştığını, nihayetinde görebildiğini...

Evet, buluşmamız şart. 2017’den, böylesi bir enkazdan bana kalan en sağlıklı fiil bu. Bu ülkeyi sevenlerle, ama gerçekten sevenlerle buluşmalı ve devam etmeliyiz. Ülkemizin savaşmaya değil, barışmaya; etkisi, ruhu, tılsımı yüzyıllar sürecek katıksız bir buluşmaya (evet yine o sözcük) her şeyden daha çok ihtiyacı var artık. Sırf bu yüzden 2018’den umutluyum işte! Buluşmaya inananlardan olduğum ve bir gün gerçekten buluşacağımıza inandığım için.

Hepinize sağlıklı, bereketli, mutlu bir sene temennisiyle.

***

Sevgili Buket Aşçı 2018’i göremedi... Onu çok genç bir yaşta, en verimli olacağı dönemde kaybettik. Ancak biliyorum ki, Vatan Kitap, yine de, ‘onunla’ yoluna devam edecektir.

Yazının devamı...

Rekor büyüme yaşıyoruz millet!

Rekor büyüme lafını pek ciddiye alanlardan değilim. Rekor büyüme diye karşımıza çıkarılan şeylerin ne işe yaradığına kafam basmadığı için olabilir mi bu? Bir de şu husus var elbette: Bilimde, sanatta, hukukta, adalette, ifade özgürlüğünde neredeyiz sorularına bu ‘rekor büyüme’ sloganlarının hiçbirinin uymadığını gördüğümden beridir, böyle... Eğitimde neredeyiz sorusuna, nalları toplamakla haşır neşiriz cevabını aldığımızdan beri, maalesef BÖYLE... (Karamsar mıyım neyim? )

Elbette güzellikler de var. Biliyorum bunu. Örneğin Kadir Has Üniversitesi 2018’i ‘Toplumsal Cinsiyet Eşitlik Yılı’ ilan etti. Yıllardır gerçekleştirdikleri kamuoyu araştırmalarıyla ülkemizdeki toplumsal cinsiyet hal ve gidişini, iğneyle kuyu kazma misali gözler önüne süren ekip bu sene ilginç projeleri içeren bir derleme ile karşımıza çıktı. Bunların hepsini burada paylaşmam mümkün değil, ancak dünyada giderek gözler önüne serilen taciz rezaleti (Bakınız Time dergisinin Başkan Trump’ı hayal kırıklığına uğratan ‘Yılın Şahsiyeti’ kapağı) konusunda oluşturdukları bir rehber metin var ki bahsetmeden olmaz.

Bildiğiniz gibi Türkiye’nin bu konuda kırılmayan kategoride bir rekoru var! Son yıllarda da bu rekor kendi kendini egale ederek tavan yapmakla haşır neşir. Sayı istiyorsanız: 2014 yılında Hacettepe Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmaya göre Türkiye’de kadınların yüzde 36’sı hayatlarında en az bir kere fiziksel ya da cinsel tacize uğradığını ifade ediyor. Bu üç yıl içerisinde sürekli artan kadın cinayetleri ise, olsa olsa bu oranın eksilmeyip pekiştiğinin kanıtı.

Evet konumuz taciz!

‘İltifat Değil Taciz!’ Başlığı altında verilen bu rehber metin, özellikle İstanbul’da, ya da büyük şehirlerde yaşayan kadınları ilgilendiren bir siren niteliğinde de okunabilir. Ancak ilk başta ‘cinsel taciz’in ne olduğunu hatırlamak önemli. Cinsel tacizin, sadece cinsellik değil, asıl olarak güç ve iktidarın bir temsili olduğunu aklımızda tutmamızda fayda var. Burada sergilenen ne olursa olsun, düşmanca bir muamelenin varlığını fark etmek son derece elzem, kısaca buradaki amaçlardan biri, belki de en önemlisi, hedef alınan kişinin rahatsız olması ve küçük düşürülmesi. Bu tacizin en çok yaşandığı yerlerse sokaklar ve toplu taşıma araçları. Rehber, toplu taşıma araçlarına binen kadınlara şöyle önerilerde bulunuyor (zaten bunların bir çoğu ne yazık ki içselleştirdiğimiz davranışlar):

1. Kadınların yanında durmaya çalışın

2. Kapıların önünde durmaktan kaçının

3. Çantanızı yanınızdaki insanla mesafe koymak için kullanın

4. Bir köşeye de yaslanabilirsiniz ama bu sonunda köşeye sıkışmanıza da neden olabilir

5. Aceleniz yoksa daha az kalabalık olma ihtimali olan bir sonraki aracı bekleyin

6. Bir taciz durumu olursa sesinizi çıkarın

En önemli madde bu aslında. Lütfen bir taciz durumunda sesinizi çıkarın! Eğer başka birinin taciz edildiğini görürseniz lütfen buna müdahale edin. ‘Bu hiç hoş değil!’ demek bile çok şeyi değiştirir. Rehber bu cümleyi erkekler için de kullanıyor. Zor durumda olan bir kadının ya da LGBTİ dostunuzun taciz edildiğini görürseniz mutlaka sesinizi çıkarın diyor- taciz eden arkadaşınız bile olsa! Rehberin dediğini tekrarlayalım: ‘Toplumun mantalitesini bir günde değiştiremezsiniz ama dayanışmanızı her gün gösterebilirsiniz. ’

Yeterli mi? Elbette hayır. Toplumsal eşitliğin ne olduğunu yeniden, yeniden, ve yeniden keşfedene kadar, devam...

Yazının devamı...

Ezber toplumunun en uzun kışı

‘Savunma yapmıyorum... Neyi, neden anlattığını ve suçlu olduğumuz sonucuna nasıl ulaştığını halen çözemediğim iddianameyi tartışmıyorum.’

Prof. Şahika Yüksel

***

Kafayı tıkabasa doldurmak hiçbir işe yaramaz’ der Nermi Uygur gençlerle tartıştığım bir denemesinde. Ve ezbercilerin kendilerine aktarılan ezberleri olduğu gibi bir sonraki kuşağa aktardığını, esasen bundan başka yapacak bir şeyleri olmadığını, bu çaresizliğin topluma nasıl sirayet ettiğini düşündürür bizlere.

Bunları yazarken bir teknik direktörün yeniden Galatasaray’a döndüğü müjdesinin ‘Baba’ filminin müziğiyle bizlerle buluşmasını elbette çok manidar bulurum. Haydi saklamayayım: Güleyim mi, ağlayayım mı şaşırırım. Bir teknik direktörü ‘Baba’ ruhuyla karşılayan bir ‘taraftar’, bir gazeteci ekibi, bir seyirci tufanı ‘ateşinin’ işi ciddiye alırsak nasıl bir anlamın kodlarında gezindiğini düşünürüm. Bir spor faaliyetinden yaşama taşanları (ezber ezber ezber ve bu ezbere sığınan yeni ezberler, bu ezberlerin gebe bırakılacağı tuhaf kahramanlık masalları, bu masalların Ferrarilerle taçlanan efsane sonuçları). İşte o zaman korkarım.

Ama korkunun ecele faydası olmadığını da bilirim, birçoğunuz gibi. Ezberlerin üzerine gidebilecek duygunun ‘Baba’ filminin o dehşetengiz güzelliğindeki ‘kurguda’ kalmasını sağlayabilecek yollar ararım. Kimse Al Pacino, Marlon Brando, Robert de Niro’nun kurgusal büyüsünü hayata böyle taşımasa iyi olur diye kuru bir Aralık rüzgarı geçer içimden. O aralıktan geçenleri bir teknik direktöre, bir yöneticiye, bir siyaset insanına yakıştıran zihniyetin hemen hepimize bir ezber takı taktığını düşündüğüm için olsa gerek tekrar Nermi Uygur’un sözlerine dönme ihtiyacı duyarım:

‘Ezbere sözlerin basmakalıp takırtısı arasında yitip gidiyor konunun candamarı. Ezber üzerine ezberlenmiş ezberler, asıl önemli olanı, insan için kuşkusuz en önemli şeyi örtüp gizliyor, yok ediyor neredeyse. Yaşamanın kendisi, tümüyle yaşama, her birimizin yaşaması unutulup gidiyor bu arada. Ezbere yaşamadan başka bir şey kalmıyor geride. KENDİ olamıyor çok kişi.’

Evet kendimiz olamıyoruz. Zihinlerimizi ezberlerle ören ‘baba’ ruhuyla maskelenip durmak daha mı kolay geliyor yoksa? Yaşananları görememek, ülkemizde yaşananları görmemek, içimizde yaşananları görememek bu kasırganın neresine düşüyor acaba? Baba filminin kurgusal büyüsündeki romantizmi, hayatımıza taşıyan bu ucuzluk da ne böyle? Bu savaş hali, bu medeni barbarlık, bu her şeye kadiriz halleri, bu top yuvarlaktır felsefesi ya da maç doksan dakikadır azizim lafının çok büyük ‘devrimlere’ sığıştırılma çabası? Devrimin ne olduğunu maç arasındaki bir seyirci ıslığıyla karıştıran insanlar topluluğunun ezber rövanşının ezber sonucunda karşımıza çıkan bu işte. Baba filminin müziği. Büyük büyük kocaman devasa sözler. Hepimiz nedeni bilmediğimiz bir savaşa, yok saymaya, günü kurtarmaya batmışız kimin umurunda! (kendimiz olamadığımız bu kışta savaşalım savaşalım savaşalımmmm, duy, duy bizi baba!)

Ama umutsuz final yok! En azından 2017 yazılarımın sonu böyle gelsin istemiyorum. O halde... Yazıma giriş yaptığım Şahika Yüksel’in sözleri ile bağlayayım bu finali:

‘Savaş, tecrit, işkence, sağlığı ve ruh sağlığını bozar, hastalıklara yol açar. En iyi panzehir barıştır. İnsanlar ve hayvanlar barış ortamında gelişir ve doğa barış durumunda tahrip edilmez.’

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.