Şampiy10
Magazin
Gündem

Öğrenilmiş Çaresizlikler

‘New York Güney Bölgesi eski savcısı Preet Bharara, savcı Joon H. Kim ve diğer savcılık görevlileri hakkında soruşturma başlatılmıştır.’ İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı

‘Bu bildiriye imza atan hiçbir akademisyene, siyasetçiye, gazeteciye hiçbir ülkede bırakın hapishaneyi yaşama hakkı bile vermezler.’ AKP Bayburt Milletvekili’nin Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu’nda barış bildirisini imzalayan akademisyenleri hedef alarak yaptığı konuşmasından.

***

Böyle, gerçeği gölgeleyerek etrafta uçuşan o kadar cümle var ki. Bu türden cümleleri okuduğumda ne hissediyorum, söyleyeyim mi? Ben bir engelliyim!

Şimdi size anlatacağım da bunun öyküsü. Engelli okurlarımız lütfen bana kırılmasın. Öyküdeki bu ‘engellilik’, insanın kendini kendisinin üzerine kilitlediği bir çaresizliğe denk düşüyor. İşte size öykü:

Diyarlardan bir diyarda bir prens varmış. Dört yaşına geldiğinde hâlâ yürüyemiyormuş. Ve koltuk değnekleri olmadan yürümesi de mümkün olmayacakmış. Babası çok üzülüyormuş buna. Derken danışmanlar çıkıp ‘kolayı var’ demişler. ‘Eğer bu diyarda herkes onun gibi koltuk değnekleri kullanırsa gerçek bir eşitlik sağlanır, kimse kimseyi tek başına ayakta duramıyor diye küçümsemez ve oğlunuz da kral olur!’ Bu fikir gerçekten tutmuş. Gel zaman git zaman herkesin bir koltuk değneği olmuş. Kral ölmüş, yerine gelen oğlu kral olmuş ve ülkeyi çok güzel yönetmiş. Bu esnada halkın hemen hepsi koltuk değneklerine o kadar alışmış ki artık yürümek onlar için koltuk değnekleri anlamına geliyormuş. Bacakları iyice zayıflamış. Dahası da var: Halkın gözünde bu değnekler, kralın onlar için yaptığı her şeyin simgesi haline gelmiş. Çok seviyorlarmış krallarını ama hayat bu; kral bir gün aralarından ayrılmak zorunda kalmış. Yerine gelen oğlu ise yürüyebiliyormuş ama herkes gibi o da koltuk değnekleriyle yürümeyi öğrendiği için geleneği devam ettirmiş. Herkes koltuk değnekleriyle yürüyormuş, herkes...

Derken bir gün uzak diyarlardan bir yolcu gelmiş ve buraya yerleşmiş. Hemen ona koltuk değnekleri verilmiş ve ülke sınırları içerisinde bulunduğu müddetçe bu değnekleri kullanmasının uygun olacağı söylenmiş. Adam çok şaşırmış buna. Nedenini sormuş. Demişler ki ‘şimdiki kralın merhum babası bunlara ihtiyaç duyardı ve o günden beri biz de ülkenin tamamı olarak krala olan sadakatimizi böyle yerine getirdik, getiriyoruz. Senin de yapman gereken budur.’

Ancak tuhaf bir şey olmuş. Adam onları çok takdir ettiğini ama kendisine verilen değnekleri kullanmayacağını söylemiş. ‘Neden?’ demişler hayretle. ‘Nasıl yani?’

Cevabı çok basitmiş adamın: ‘Çünkü onlara ihtiyacım yok!’ İnsanlar buna çok alınmışlar ve elbette onu bir biçimde dışlamışlar. Olacak iş değilmiş! Adam bakmış olacak gibi değil başka bir diyara gitmiş. Ama... İşte buradaki ama çok önemli. Aslında değişimin başladığı yer de burası olmuş! Şöyle bir fısıltı dolaşmaya başlamış bütün ülkede:

‘Duydun mu? Kullanmayı öylece reddetmiş, çünkü ihtiyacı yokmuş. Bazı insanlardaki cesaret de...’

Sonrası ne mi olmuş?

Sizce?

Zamanla herkes yürümeye başlamış. Ne olacak.

***

Bazen küçük bir cesaret, büyük bir adımdır ve etraftaki nice mantıksızlığı, o mantıksızlığın gölgelediği saçmalıkları, yalanları, örtüleri net bir biçimde görmemize yardımcı olacak bir eşik anlamına gelebilir. Engeller ortadan kalkar ve neredeyse ‘gönüllü’ öğrenilmiş çaresizliklerin yerini sahici çözümlere bırakır.

(Bu yazıdaki hikayeyi Judith Malika Liberman’ın ‘Masallarla Yola Çık’ adlı kitabından aldım-hep kitap)

Yazının devamı...

İstiklal Caddesi’ndeki Tanımadığım Tarihim

İstiklal Caddesi’ni boydan boya koştuğum bir zaman var. Galiba Emek’te, eskilerden bir festival zamanı ve oradaki filmi kıl payı yakalamak üzereyim. Etrafımda, koştukça, koşma ritmime, soluğuma denk bir biçimde eriyen eski apartman siluetleri, kirloş mağazalar, tanıdık kitapçılar var. O zaman trafiğe açık olan haliyle çalınan kornalar da.

Birçoğumuz gibi kişisel tarihim boyunca defalarca İstiklal Caddesi’ni böyle koşa koşa göğüsledim. Hemen hepimiz gibi geçen yıllar içerisinde tıknefes halime eklenen başka başka şeyler oldu hayatımda. Ancak hiçbiri İstiklal Caddesi’ndeki değişiklikleri yakalayabilecek kıvamda değildi! Çocukluk, gençlik, ortayaşlılık... Sonuçta siz sizsinizdir.

Öte yandan caddede, hâlâ adına İstiklal Caddesi denilen o caddede, bir insan ömrünün yetemeyeceği kadar tanık olduğum ‘değişiklik’ ise fiziksel olarak nefes nefese kalışımı çoktan ezip geçmiş durumda. İstiklal Caddesi’nin tanık olduğu ve hunharca diyebileceğim bu türden değişiklikleri, buranın yakın geçmişine dair sabit olarak ne hatırlıyorsun sorusuna, ‘neredeyse sabit hiçbir şey hatırlamıyorum’ biçiminde kazındığı için, tam da bunun için çok tehlikeli. Bu biçare yanıt, hangi yılda hangi değişiklik, kimin için ve neden yapıldı sorularıyla birlikte gökkubbede öylece boş boş asılı duruyor ya, işte tehlike burada.

Neden derseniz bir insanın bir kentle kurabileceği ilişki, hatırlayabileceği bir çehre gibidir. Eski bir çocukluk arkadaşınızı yıllar sonra ilk kez gördüğünüzde, karşınıza ilk oturduğu zaman, belki bir on dakika boyunca onu eski haylaz haliyle, sonrasında ise ‘yeni’ yaşlanmış haline rağmen eski tanıdık bir haleyle dinlersiniz ya, işte öyle! Ve en sonunda da onu bir bütün olarak algılamaya başlarsınız; onu, kendinizi, ortak geçirilmiş zamanları, ayrı geçirilmiş mevsimleri... Ama bunun hiçbir önemi yoktur. O karşınızdadır ve yaşlansa da, eskise de, değişse de onu ‘tanıyorsunuzdur’. O noktada şunu sorarsınız: Nasıl oluyor da bu insanın gözleri yaşamımın bütün gençliğini temsil edebiliyor? Nasıl oluyor da onun o muzip gülüşünde benim de koca bir çocukluğum saklı? Nasıl oluyor da bu kadar yıla rağmen böylesine yıllanmış bir muhabbetin içinde gezinmeyi başarıyoruz? Böyle sorular işte.

Elbette zaman eskitir. Kimsenin gözünün yaşına bakmaz. Ancak siz tıpkı çocukluk arkadaşınızın yüzünde gördüğünüz rüzgar gibi bakarsınız kentinize. Bir kentte yaşamanın esamisi budur. Şu bankta ders çalıştım, şu büfede sevgilimle tost yedim, şu lokantada okulu kazandığımı öğrendim, şu çantacıdan Ferda (iki gün önce onun doğum günüydü, çok yaşa Ferdacığım) ile çanta aldık, şu çaycıda demli çaylar içtik gibi.

Yeni İstiklal Caddesi aylardır, hatta yıllardır yaşadığımız hafriyat alanı çilekeşliğinden arınıyor. Arınıyor doğru kelime değil aslında. Belki bitiyor daha doğru bir kelime. Bu bitiş esnasında ise, tüm anılarımızı, bir yerlerdeki kimsesizler mezarlığına hurra boşaltmak üzere bekleyen hafriyat kamyonuna ‘yürrü koçum’ diyen metalik bir ses duyuyoruz. (Belki sadece ben duyuyorumdur, kimse üzerine alınmasın).

Caddenin yeni çehresi çehresizliği seven herkese hayırlı olsun.

Yazının devamı...

Yasaklı toplum

‘Adaletin er ya da geç tecelli edeceğini umut ediyorum.’ Osman Kavala

***

1946 yılında Gogol’ün Müfettiş oyunu sahneye konacaktır. Derken Demokrat Parti yanlısı birinin çıkardığı bir gazetede şu satırlara rastlanır: ‘ Biz bu oyunu Berlin’de gördük, bu oyun hırsız memurları konu olarak almıştır, bu yüzden halkımıza gösterilmemelidir, zararlıdır, yasaklanmalıdır.’

Ne diyeyim, şu yasakçı toplum yanımız, tarihlere sığmaz! Yasakçı toplum yanımız tarihlere sığmadığı gibi zaman zaman resmen bendini aşar ve bir de bakarsınız, haddini bilmezliğin açık adresi olur. Hayatında iki kitap okumuş ya da hep aynı görüşün hep aynı kitaplarını okumuş biri (bu hiç kitap okumamış ya da iki kitap okumuş olmaktan çok daha tehlikeli bir durum arz eder) çıkar ve der ki: ‘Şu kitap bilmem neden ötürü zararlıdır, halkımızın aklını karıştırır, şudur budur.’

Oysa bir insanın zihnini teslim ettiği sahici bir sanat yapıtıyla ya da bir kitapla allak bullak olması, aynı insanın ahir ömründe başına gelebilecek en güzel deneyimlerden biridir. Bu ‘savrulma’ esnasında kendini ve yaşamı yeniden keşfedebilmesi o insana inanılmaz bir hazine sunar. O da, o insanın bilinmeze dair bir yolda yalnız olmadığı, o yalnızlığın içine terk edilmediği hissiyatıdır.

Dahası, bu içmeden sarhoş olma hali zamanla insana başka başka özellikler de kazandırır. Fark etmektir bu! Örneğin yasaklamaların boş işler olduğunu anlarsınız; yasakçıların tarihin hemen hiçbir döneminde uzun vadede başarı sağlayamadığını, kalıcı olmadığını, kalıcı gibi görünseler de bunun bir yanılsamadan ibaret olduğunu çok net görürsünüz. Bununla da yetinmezsiniz ve yasaklamanın insana ve bir topluma zaman ve enerji kaybettirmekten başka (kış saati uygulamasına bilmem hangi yüzsüz nedenlerle geçmemek değil; alenen insan enerjisi ve göz nuru emeğin hiçe sayılmasıdır söz konusu enerji kaybı) hiçbir işe yaramadığını teslim edersiniz. Bununla da yetinmez, birtakım bilgilerin yasaklamalar yüzünden ‘bilinmemesinin’, o bilgilerin belki de yanlış bilgiler olduğunun anlaşılamamasına yol açacağını da keşfedersiniz. Kısacası bir bilginin gerçek, doğru ya da yanlış olup olmadığını test edebilmeniz için de özgür bir ortama ihtiyaç vardır. Yasak, sadece engeldir. İnsana, halka ve düşüncesine el koymak demektir.

Gelelim sadede:

TÜYAP Fuarı bu sene de çok yoğun geçiyor. Dostlarla tartışıp duruyoruz. Kitaba bu kadar ilgi varsa neden bu toplumda ifade ve düşünce özgürlüğü sürekli zan altında diye. Neden evlilik programları bu kadar yoğun bir ilgiyle seyrediliyor diye ve bir sürü şey daha. Kısacası Türkiye’nin kitapla ne kadar buluşuyor olduğu sorusu kafamda bir soru işareti olmaya devam ediyor. Türkiye kitapla gerçekten buluşuyor mu? İnancım buluşması yönünde. Fikrimi soruyor iseniz cevabım hayır. Yoksa bu kadar ‘yasaklı’ bir toplum olamazdık.

Yazının devamı...

Geniş Bir Dünya

Yeni TEOG sınavlarını, bu sınavların fırsatçılarını unutun. Ortalıkta gezinen abis ve habis adaletsizliği unutun. Değil ruhuna bakmak, aynada yüzüne bakmaktan ve kendisiyle yüzleşmekten aciz politikacıları, popüler kültürün en beter kıyılarında gezinen ahlak abidelerini, vaaz veren, savaşçı, yoz gazete başlıklarını unutun. Öfkeli ve kin dolu insanların zehir saçan nefret cümlelerini unutun. Ortamın bu halinden hemen her biçimde nemalananları, bununla kendine yol açmaya çalışanları, hatta açanları, kendini sürekli mağdur gösterenleri, bu mağduriyeti tavan yapmış egolarıyla harmanlayanları ve bundan yeni mağduriyetler doğuranları unutun. Hal böyleyken, durumun bu halinden ‘büyük vazifeler’ yaptığını iddia ederek bir kez daha yararlananları, kısaca tereciye tere satanları da. Hatta bunu çok net gören külyutmazları da. Unutun, unutun evet!

Sorunun bir parçası olmak yerine çözümün bir parçası olmak adına yeni bir sayfa açalım ve birlikte Zweig’ın dediklerine bakalım. Elbette bir insanın ruhunu ‘erkenden’ geniş tutabilmesinin koşullarını da hatırlayalım. Bunun için nasıl bir eğitimden geçilmesi gerektiğini de. Bu sürecin bir insan yaşamında neye denk düşebileceğine yoğunlaşalım, birlikte. Yaşamın kıyısına varabilmek için nasıl bir rota izlenebileceğine. Dünyayı içine sığdırabilmek için dünyadan daha büyük bir ruha ne ölçüde ve nereye kadar sahip çıkabileceğimize.

Ve gelelim bu yazının girişinin bizi nerelere vardıracağına:

Feride Öğretmen 89 yaşında, bugünkü Maraton’da Türk Eğitim Vakfı için koşuyor. 28 yıllık eğitimcilik hayatına böyle bir fırça darbesini eklemesinin nedeni, bugün Türkiye’nin girdiği ‘eğitim’ darboğazında hepimize çok iş düştüğünü hatırlatması. Bu ülkeden yakın gelecekte içine dünyaları sığdırabilen güzel insanlar çıkmasını istiyorsak ah vah etmek, öfkelenmek ve sürekli şikayet etmek (ya da muhteşem icraatın muhteşem ülkesinde yaşadığımıza dair körlük ve sağırlık noktasında oyalanmak) yerine çorbadaki tuza sahip çıkmamız gerekiyor. Ülkemizdeki eğitim, tıpkı insan hak ve özgürlüklerinde olduğu gibi kırmızı alarm vermekte. Ve bu da tıpkı ifade özgürlüğü gerçeğinde olduğu gibi hepimizi ilgilendiriyor. Kötü eğitim sığ insanlar doğurur. Sığ insanların ülkesi de sadece kendine benzeyenlerin menfaatleri çerçevesinde sığ bir eksende boşa döner durur. (Örneğe gerek var mı?)

Yakın geleceği, özlediğimiz o güzel ülkenin hayaline taşımak istiyorsak, genç insanlara birikimlerimizi elimizden geldiğince en iyi şekilde akıtma zamanıdır. 89 yaşındaki Feride Uysal bugün bunun için ‘iyilik peşinde’ koşuyor. Eğitimin, insan yetiştirmenin bir maraton olduğunu hatırlatırcasına çok sembolik, kıymetli bir örnek.Ve Feride Öğretmen diyor ki:

‘Hayatımı gençlerin yetişmesine adadım. Benim için eğitim her şeyden önemli.Bu maratona katılmamın sebebi gençlerin okuması için onlara yardımcı olmak. Gençlerin okuması için her şeyi yaparım. Çünkü onlar bizim geleceğimiz.’

Geniş ruhlar, geniş dünya görüşleri hayali için duracak, esneyecek, kaçacak zaman değil. Yaşama dört elle sarılma zamanı. Yeri geldi onu da yazayım: Bugünkü koşuda yer alan Ali İsmail Korkmaz Vakfı’na da özel sevgi ve saygılarımla. Yıkımdan ve onarılmaz gibi görünen bir enkazdan sevgiyi çekip çıkardıkları ve devam ettikleri için. En çok bunun için.

Yazının devamı...

Saatleri Ayarlama Enstitüsü

‘Her yer karanlık’

Hamiyet Yüceses’in seslendirdiği Makber’den; saatleri ‘ayarlanamayan’ bir toplumun sabah ezanına karışan şarkısı.

***

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ünlü yapıtı ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ Hayri İrdal’dan hareketle bir değişim toplumunun yaşadığı rüzgarları anlatır bizlere. Değişim derken modernizme ayak uydurmaya çalışan bir toplumun düştüğü durumların bir nevi hüzünlü bir tespitidir de.

Hayri İrdal’ın on yaşındayken dayısının ona armağan ettiği bir saatle başlar her şey. Hayri bu saatten o kadar çok etkilenir ki hayatı bu yönde şekillenir. İşi, cami saatlerini ayarlamak olan ustası Nuri Efendi ile bu şekilde tanışır, zaman ve saatler konundaki merakını onun ustalığıyla pekiştirir. 1. Dünya Savaşı’nın araya girmesi Hayri İrdal’ın saatler ve zamanla ilgili düşüncelerini engellemez. Askerden geldikten sonra da bu sevdası devam eder. Halit Ayarcı gibi uyanık mı uyanık, her taşın altından çıkan biri ile tanışması ve ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün kurulmasına kadar devam eden bu macera, Hayri İrdal’ın naiflikleri ve dünyayı anlama konusundaki geç kalışlarıyla olmadık bataklara saplanır, bir biçimde bu bataklardan kurtulur, sonra farklı bataklara farklı farklı biçimlerde saplanır. Kısacası Hayri İrdal’ın saatlerde gördüğü zamanla, yaşanan zaman ve zamanın değişen şartları arasında dağlar kadar fark vardır.

Sizler bu yazıyı okurken, 21. yüzyıl ülkesi Türkiye’de, nice çocuk sabah ‘makber karanlığında’ yollara düşmeye devam ediyor olacak. Yani, geçen sene yaşanan ‘karanlık’ bu sene de aynı ‘fiziksel’ ağırlığıyla üstümüzde gezinmeye devam ediyor olacak; bu yüzden, sabahları o karanlığı gördüğümüzde ülkenin üzerinde gezinen beter karanlığı hissediyor olmamız da tesadüf olmayacak. Hayri İrdal haliyle cıkcık demekten başka söz bulamayışımız ise tarihin, ders alınmadığı müddetçe bir tekerrürden ibaret olduğunu varsaydıracak bize.

Öte yandan buna ‘enerji tasarrufu’ diyenler, nasıl olsa bunu da yutacağımızdan emin, uyanık ve üçkağıtçı (başka pis huylar da var, ama şimdi burada saymayayım) Halit Ayarcı ruhuyla yine kazanmış olacak!

Ya Saatleri Ayarlama Enstitüsü binası? Halit Ayarcı’nın torunlarının ve akrabalarının işgüzarlığı sayesinde onun yerinde yeller esiyor, çok yakında sevimsiz bir gökdelen diktiler yerine, haberiniz yok mu?

Yazının devamı...

İstasyona çakılıp kalmak

‘İstasyonda saatinde gelmeyen treni bekleyen yolcular gibiyiz. Kulağımız dışarda, hep tedirgin, çay üstüne çay içiyoruz’ Mine Soysal, Daralan

Mine Soysal’ın ‘Daralan’ adlı kitabı, gençlerin dar bir alandaki sıkışık seçimsizliği üzerine kurgulanmış bir yapıt. Umutsuz mu? Hayır. Ancak o küçücük ve sembolik alan düşünüldüğünde, kitap, sanki hepimizin bir parçasını da anlatıyor. Küçücük dünyaların içine tutsak edilmiş halimizi. Bir çoğalabilsek... Belki aşacağız ama ah bu tedirginlik, bu korku ve endişe hali yok mu! Bu ‘ne değişir ki’ hali. Oysa değişim tam da bunu aşmayı göze almakla başlıyor. ‘Ne kaybederim ki?’ sorusuyla.

Ne kaybederim?

Kitapların ne anlama geldiğini yeniden düşünmek için iyi fırsat var önümüzde. İstanbullu kitapseverin kitapla buluştuğu İstanbul Kitap Fuarı yeniden kapımızı çaldı! Şehrin bir ucuna taşınarak, kitap kokusunu duymayı özlemiş nicesiyle birlikte ‘orada’ bulunacağız. Bu tip fuarların, insanı o dev salonlara adım atar atmaz hücceten yutan halini pek sevmesem de, kısacası kitapla insanın buluşmasını başka bir koku ve algıyla içimde yaşatsam da, yine de Fuar’ın güzelliğini ve özelliğini duyumsamaya çalışanlardan biri olacağım.

Neden mi? Çünkü kitap yaşamdır. Daha da net söylemek gerekirse kitap candır!

Burada bir parantez açayım. Kitap sadece can değil aynı zamanda yaşadığımız zamanı kavramanın da bir parçası, hem de çok önemli bir parçasıdır. Yol pusulası, yolcu ve bazen de yolun ta kendisidir. Kısacası gitmektir, harekettir.

Geçtiğimiz günlerde Manisa’da, Manisa Celal Bayar Üniversitesi’nin disiplinlerarası bir sempozyumuna katıldım. Çevre ve Edebiyat temalı bu önemli sempozyumdaki konuşmacılardan biri de Hintli biyoloji profesörü Majeti NarasimhaVara Prasad idi. Kendisi doğanın verdiği kırmızı alarma değinen kapsamlı bir konuşma yaptı ve konuşmasını çok ilginç bir saptamayla bitirdi. Ona göre insanda doğa, yaşam ve çevre bilincini uyandırmada başat rol kitap ve dolayısıyla edebiyattaydı! İçinde yaşadığımız zaman dilimi, şu an hâlâ ‘o parti bu parti’ biçimindeki bir hengameyi kaldırabiliyor gibi olsa da, yakın gelecekte asıl sorunumuzun nefes alacağımız temiz hava ve içeceğimiz temiz su ve elbette doğal ve doğru beslenme olduğu gün gibi aşikâr! Bu yüzden sorunun siyasi savrulmaların dehlizlerinde kaybolmak yerine yaşamsal gerekliliklerde netleşmesi de esas. Belki de bu yüzden yeni gündem oluşturmayı hedefleyen ‘partilerin’ de (örneğin İyi Parti) devşirme usul oy toplama derdi yerine, iktidarın açtığı çukurlara düşmeden yaşamı, insanı, kültürü ve doğayı hedefleyen özgün fikirlerle yola çıkması çok önemli. Esasen Türkiye’nin ve elbette dünyanın ihtiyacı olan da bu. Yeni fikirler ve çözümler... Sorunun değil, çözümün bir parçası olma çabası. İktidar sözcüklerinin yeniden üretilmesi yerine farklı bir dünya görüşünün mümkün olduğunun altının çizilmesi. Kitaba, edebiyata, yaratıcılığa, eğitime, sanata ve kültüre farklı açılarla yaklaşılması, insanlara çoğulluk denilen sözcüğün -ler ve -lar takısı değil, bir yaşam fikri olduğunun aktarılması. Oy birliği denilenin bu fikir çerçevesinde düşünülmesi, tartışılması ve yeniden bir kez daha düşünülmesi. İşte o zaman Oğuz Atay’ın Demiryolu Hikayecileri’ndeki yitik kahramanının bir sonraki adımını görebilirmişiz gibi geliyor bana. İstasyon şefinin giysileriyle kaybolmuş, felçli, zamana ve mekana tutsak o yitik kahramandan, bugüne -o gelmeyen trenleri bekleyen hallerimize, zamanı boşu boşuna öldürürkenki bugüne- kadar ne değişti sorusu yerine , başka bir şeyler... Ne mi? Tren gelmiş, ‘ne kaybederim ki’ demişiz, korkuları aşmış trene binmişiz, gitmişiz, gitmişiz, az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmişiz ama ‘gitmişiz’ gibi bir şeyler.

Gitmek, evet ya, gitmek. Sahici bir gelecek için.

Yazının devamı...

Emir Yüksek Yerden

‘Dilini kaybetmiş, çaldığı sözcüklerle kendini ifade eden insanlar...’

Latife Tekin

***

‘Emir demiri keser’ dedi eski Ankara ‘belediye başkanı’.

Eski Ankara belediye başkanı veda konuşmasını icraatlarını sıralayarak yapıyor. Hızlı hızlı not alıyorum. Tarihi bir konuşma olup olmadığı tartışılır ancak benim ilerde yazacağım bir romanda bolca faydalanabileceğim cümleleriyle pek ilgi çekici bir konuşma bu.

23 buçuk yıl boyunca Ankara’yı Ankara olmaktan çıkaran bu icraatın sahibinin kendini öve öve bitiremediği konuşmasında arada sırada takıldığı satırlar var. O zaman şöyle bir cümleyle karşılaşıyoruz: ‘Bir daha okuyorum!’ O bir daha okurken kendi kendime soruyorum. ‘Madem bu kadar başarı mevcut, neden o zaman şalterler indirildi?’

Eski Ankara belediye başkanı Ankara’nın içindeki yeşilden, yeşilin içindeki Ankara’ya nasıl geldiklerini anlatıyor. Buradaki husus önemli. Eski Ankara belediye başkanının yeşilden anladıklarıyla, ağaçla kurulu bir çevre anlamında ciddi bir uçurum olduğu kesin. Bakınız ODTÜ’deki ağaç kıyımı. Kısaca emirin demiri kesmesi olmasa da sözcüklerin sözcükleri kestiği kesin!

Gelelim bir diğer ‘sözcüksel’ hususa. Eski Ankara belediye başkanının herkesi kucakladığını savladığı konuşmasında herkesten ne anladığı da müphemliğini koruyor. Kendi gibi olanın, kendi gibi yanında duranın ‘herkes’ olamayacağını, elbette o da, 23 buçuk yıllık tecrübesinde kendi kendine bir şekilde kanıtlamıştır (Acaba?). En azından bundan sonrasında kendi kendine kanıtlamaya zamanı olacaktır. Örneğin İslamcı ve muhafazakâr Ankaralı’nın dışındaki Ankaralı’ya nasıl bir yaklaşım sergilendiği konusunda hafızalarını diri tutanlar bunu fazlasıyla hatırlamaktadır. Herkes sözcüğü, herkesi kuşatır. Benden olanı ya da olmayanı değil; herkesi. Ne diyeyim, belki bir vesileyle, eski Ankara belediye başkanı da bunu düşünür... Ne diyelim, dualarımız bu yöndedir.

Bir başka sözcük: Eski Ankara belediye başkanı bir ‘dava’ insanı olduğunu söylüyor. Ne kadar güzel. İnsanın dava insanı olması gerçekten çok güzel! İnsan o zaman şunu umuyor: Gerçek bir dava insanı kendilerinden başka insanların da dava insanı olabileceğini anlayabilir. Örneğin kul belediye anlayışına değil sosyal belediye anlayışına inanan ve bu uğurda bir ‘dava insanı’ olduğuna inanan biri çıkıp ‘kardeşim belediye özerk, bağımsız bir dokudur, devletten, devletin çizdiği hantal politikalardan farklı hareket edebilir, onun derdi hizmet ettiği halktır, herkestir, belirli kesimler üzerinden kömürle oy kazanmak değildir’ dediğinde ‘vay alçaklar, vay dinsizler, vay imansızlar, vay hadsizler, vay vatan hainleri, vay anam vay’ tweetlerine sarılmamak, sığınmamak, gizlenmemek gerekir.

Helalleşmek konusunda da söyleyeceklerim var da o da bana kalsın.

Yine de sormadan edemeyeceğim. Sahi, ‘belediye’ ile ‘emir demiri keser’ cümlesi nasıl bağdaşabilir?

21. yüzyılda olacak iş değil! Olacak iş değil de oluyor işte. Çalınan sözcükler, çalınan sözcüklerdeki anlam esas olduğunda, böyle... Bunun yutturulup durması esas haline geldiğinde, böyle.

Bu konuşmada samimi bulduğum hususlar da olmadı değil. Eski Ankara belediye başkanının eşinden çaldığı saatler için özür sözcükleri kullanması dokunaklıydı. Eski bir Ankaralı olmasını ifade etmesi de.

Yazının devamı...

Kasımpatılarının rengi

Yıllar içinde adları da değişti. Cinsleri de. Daha eskiden daha yayvandırlar sanki. Kokuları daha hissedilirdi. Şimdikiler envaiçeşit. Daha küçük çiçekleri, ne bileyim daha seriler, daha sıkı. Yine de onlar hâlâ kasımpatıları benim gözümde. Çiçekçilere onları gösterip ‘kasımpatı’ dediğimde anlaşmamızın sebebi belki bu yüzden. Nihayetinde hepimiz, orada ‘saklı’ bir tarif, bildik bir iz olduğunu biliyoruz. Konuşmalar: Kasımpatıları? Evet. Ne kadar? Şu kadar. Sar şuradan birkaç tane. Ne renk? Hepsinden. Haydi bu da de benden olsun o zaman. Eyvallah.

Bu toprakların görüp görebileceği en büyük buluşmanın adının ‘almaşık’ ve ‘rengahenk’ rengi de kasımpatı bu yüzden. En azından bu yazının sebebi. Cumhuriyet dendiğinde, küçücük çocuklara kahramanlık şiirleri ve marşlarının durmadan ama durmadan ezberletildiği günlere, aylara, yıllara değil de, zihnimin, hurra, neşe içinde bir kasımpatı tarlasına dalmasının nedeni de ‘bu yüzden’ belki. Hep, bu yüzden.

Çünkü bu toprakların rengine yaraşan bu. Batı’yı yakalayacağımızın gripanikatak telaşı olmadan, Ortadoğu’nun kan rengine bulaşmadan ayaklarımızın üzerinde gök pırıltısının ışığında köklü bir çınar ağacı gibi durabileceğimizin sözü, güvencesi ve inancı.

Çünkü bu toprakların rengine yakışan bu. İşin telkâri hikmetinden olsa gerek,bizim toprakların bizi bir biçimde ellerinde yıkayan cennet rengindeki kevsernehri-düşlerimizde er ya da geç ferah denizlere kavuşacağımızı anlatıp duran nehri- böyle dedi! Kendi içimizde sağlayacağımız barışın dünyaya örnek olmasını temenni ederken, zoru başarmanın bu olduğunu, hemen herkesin sözde barış istediğini ama barışın ‘sözde’ istenilemeyecek kadar kıymetli, narin ve küskün bir anka kuşu olduğunu zikretti. ‘Kardeşle, kardeş gibi yaşayan bilir bu gizi’ dedi kevser, ‘bunu hatmedin; kahramanlık, kan ve savaş borusu şiirlerini hatmedeceğinize’. Dahası da: ‘Dualarınızı buna saklayın, buna iman edin. Ve sonra yürüyün gidin arşa kadar, ya da bu da yetmesin kainatın sonsuzluğuna kadar’.

Gider miyiz?

Gideriz.

Gidelim.

Bir kere gittik yahu.

Yine gideriz rengarenk.

Önerim: Evlerinizden kasımpatılarını da eksik etmeyin. Onlardaki o canlılığı, rengi, umudu, olabilecek olanı. Sonbahardan ilkbahara uzanabilecek şimdiyi. Kardeşliği, eşitliği, huzuru, barışı.

Cumhuriyet Bayramı hepimize kutlu olsun.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.