Şampiy10
Magazin
Gündem

Komşu komşunun külüne muhtaçtır

Bu yazı, ‘iyi bir komşu’ temasını bizlerle buluşturan 15. İstanbul Bienali’nden esinlenerek yazılmış bir yazı! Bu yıl 12 Kasım’a kadar ücretsiz gezilebilecek mekânlar ve buralardaki sanat yapıtları bizlere yeni bakış açıları sunmaya gebe. Bu mekânlar Galata Özel Rum İlköğretim Okulu, İstanbul Modern, Pera Müzesi, ARK Kültür, Yoğunluk Sanatçı Atölyesi ve Küçük Mustafa Paşa Hamamı.

***

Yan kompartımandaki ‘komşu yolculardan’ biri okkalı bir biçimde hapşırıyor. ‘Çok yaşaaaa’ diye bağırmazsak olmaz.

Yanımdaki diğer ‘komşu’ kadının siyah gözlüklerle harmanlanmış, siyah giysilere sarınmış, kısacası ‘kapanmış’ ciddiyeti bu halime bakıp eriyor. Birlikte gülmeye başlıyoruz.

‘Yine bir gün içinde sonbahar geldi, herkes grip oldu’ diyor komşu kadın. Onun zihninde gezinen, az önce okuduğu kitapta BertrandRussell’ın iki asır önce söylediği sözler, benimkisinde ise bir-iki gün sonra genç arkadaşlarıma anlatacağım Oscar Wilde’ın Mutlu Prens öyküsü.

***

‘Bütün meselelerde çok uzun zamandır doğru varsaydığımız şeyleri ara ara sorgulamak sağlıklıdır’ diyen İngiliz filozof Russell, yazar Wilde’ın Mutlu Prens öyküsünde mutsuz olan bir prensin mutsuzluğunu anlayan, gören ve başkalarının derdine derman olmasını sağlayarak çözen ve nihayetinde onun ‘mutlu bir prens’ olmasına fırsat veren kırlangıç kuşuna dönüşmüş sanki. Hemen hatırlatalım: O öyküde Mutlu Prens şehrin en gözde yerinde görkemli mücevherlerle donatılmış bir heykeldir; ancak yapayalnızdır. O dipsiz yalnızlığı, o sene arkadaşlarıyla göç edemeyip o heykelin gölgesine sığınan küçük komşusu kırlangıç çözer. Çözdükten sonra da soğuktan ötürü hayatını kaybeder!

Peki ya bizim Prens? Onunkisi de pek farklı olmayacaktır aslında. Ancak bunun pek de bir önemi yoktur. İki komşu, birbiriyle dayanışarak birbirlerinin eksiklerini tamamlar ve kendilerinin dışındaki insanlara yardım ederler. Birisinin gecikmişliğini ötekisi tamamlar, bir diğerinin hareketsizliğini, ötekisi. Birisinin fark edemediğini ötekisi hatırlatır ona, birisinin es geçtiklerini ötekisi gözler, önüne serer. Bunu ise hemen her şeyi yeniden, birlikte keşfederek yaparlar. Komşuluk, biraz da bu keşiflerdir aslında. Yeniden düşünmek, yeniden bulmak, yeniden inşa etmek, yeniden akıl etmek, birbirini kırmadan sorgulamak, yapıcı bir bütünlükle birlikte hareket edebilmek, en azından birbirini tamamlamayı göze almak.

İki gün sonra öyküyü konuşurken genç bir öğrencimin ‘Ama insanlar Mutlu Prens’in onlar için nasıl bir fedakârlık yaptığını anlamadı, onlar için kendinden neler verdiğini fark etmediler bile; sonra onu işe yaramaz buldular ve eritip bir metal yığını olarak çöpe attılar, komşusu kırlangıcı ise kimse umursamadı!’ cümlesini bir başka genç öğrencim şöyle tamamladı: ‘Ama Prens’in heykelinin kalbini eritemediler! Ve onu kırlangıcın cansız bedeninden ayıramadılar... Bu da demek oluyor ki ne bizim Prens ne de kırlangıç öldü!’

***

İyi bir komşu kimdir, nerededir ve ne için vardır soruları kısa vadede iki varlığı, uzun soluklu adımlarda ise toplulukları ve tüm canlıları içeren elzem sorular. Bu soruların elzem cevapları ise öyle uzaklarda değil, en muhtemel ihtimalle kalbimizin yanında gizli.

Bir de not:

Türk Kültür Vakfı’nın bu yıl üçüncüsü gerçekleşen Türkiye Kardeşleri Yurtiçi Değişim Programı’nı anmak şart. Program, 22-30 Eylül 2017 tarihleri arasında Türkiye’nin 9 farklı şehrinde gerçekleşiyor. 14-16 yaş aralığında toplam 200 öğrenci ve 20 öğretmenin katılacağı bu projede aradığımız cevapları -iletişimi esas kılan cevapları-bulmak pek mümkün.

Yazının devamı...

Yok edici kim?

1962 yılındaki bir filmden bahsetmek istiyorum sizlere bugün. ‘Yok Edici Melek’, orijinal adıyla ‘El Angel Exterminador’, ünlü İspanyol yönetmen Luis Bunuel’in çarpıcı bir filmiydi. Geride bıraktığımız İstanbul Film Festivali’nde de ‘Ben Kentli Vatandaş Değil miyim? Barbarlık, Sivil Uyanış ve Şehir’ başlığı altında bizlerle buluştu.

Bu, İstanbul Bienali genelinde de bizlere uyan bir başlık aslında. ‘Komşuluk’ temasıyla hayat bulan Bienal’i takip ederken yukardaki başlıkları zihnimizden geçirmemek mümkün değil! Sadece Bienal’i olsa iyi; belki yaşamlarımızı da.

Gelelim filme. Doğrusu filmde, bugün bizleri darmaduman eden birçok husus mevcut. Bunların başında ise kendimizi kendimize tutsak edişimiz geliyor. Dahası da... Sınıfsal alışkanlıklar, alışkanlık haline getirdiğimiz yaşam pratikleri, bu pratikler etrafında kendimize ördüğümüz duvarlar... Bunuel’in çürüyen bir toplumu resmettiği film, bir odanın içerisinde tutsak kalmış küçük bir grubun yaşadıklarından yola çıkarak hepimize önemli dersler veriyor. Şaşaalı bir yaşama ev sahipliği yapan görkemli bir villanın içinde toplanan kalburüstü diyebileceğimiz bir grup, bir süre sonra bilinmez bir nedenle villadaki görkemli bir odaya tutsak kalıyor! Ve kısa bir süre sonra, zamanın ayarını kaçırıyor. Zaman onlardan kaçıp giderken sahip olduklarını düşündükleri bütün alışkanlıkları da onları terk ediyor. Kılıflar eriyip maskeler düşünce, bu insanlar, özlerinde ‘neyseler’ ona dönüşüyorlar. Tahmin edebileceğiniz gibi sonuç pek parlak değil! Bu noktada birbirleriyle kurdukları ilişkinin boyutu da değişiyor. Görgüsüzlükten beslenen ‘sınıflarına özgü diyebileceğimiz görgü kuralları’ yerini net bir korkuya ve endişeye bıraktığında, ilk kez onları gerçek halleriyle görme şansını yakalıyoruz. Buradan bir sivil uyanış çıkar mı sorusuna ise yönetmenin cevabı pek de arzulanan bir cevap olmuyor ne yazık ki. Onun bize göstermek istediği, daha çok, bu küçük grup özelindeki ‘çürümenin’ yaşamla, ahlak kurallarıyla ve din ile kurabileceği çarpık bağ. Bu nokta ise, bir uyanışı değil, yeni bir felçli olma halini gözlerimizin önüne seriyor-maalesef.

Yok Edici Melek, Franco döneminin ‘en yakan’ yıllarında Meksika’da çekilmiş ve çekildikten çok kısa bir süre sonra İspanya’da yasaklanmış bir film. Bir diktatörün bir halka neler yapabileceğini değil, bir halkın, özellikle de kendini aydın grubundan sayan kesimin çürümesinin nelere mal olabileceğinin tanıklığını yapıyor. Asıl çürümenin nerede olduğunu hatırlatırcasına... Franco iktidarı gibi bir iktidarın nasıl ve nerelerden beslendiğini gösterircesine. Asıl yok eden kimdir sorusuna hoş ve hiç kuşku yok ki net bir cevap...

Yazının devamı...

Delice

‘Söylesene’ dedim ‘Sana neyi çağrıştırır delice?’

‘Zeytin’ dedi ‘Ne olacak!’

İstediğim cevap bu değildi, nedense pes etmeye de hiç niyetim yoktu.

Hemen değil, şöyle laf lafı açtıktan, modaydı, yerli diziydi diye konuştuktan sonra ‘Peki’ dedim, ‘Ya delice olan? Yani tüm bu yaşadıklarımız düşünüldüğünde delice olan nedir sence?’

O zaman ‘sen kazandın’ edasıyla yüzüme bakarak saymaya başladı.

‘Laik eğitim isteyenlerin standının parçalanması örneğin’ dedi. ‘Bu devirde bu ülkenin laik eğitimden başka bir şansının olabileceğini düşünmek kafayı kuma gömmek değil kendini gönüllü kum torbası haline çevirmektir! Kan ve çölden ibaret bir ülke haline gelmek istemiyorsak yani... Ama bundan daha delice olanlar da var. Ne mi? Bir ceza hukuku öğretim üyesinin bir milletvekilini boğmayı düşünmesi. Düşünsene uçaktasın ve bir bilim insanısın ve arkasına oturduğun adamı boğma teliyle boğmak aklından geçiyor! Tekrar edeyim sen bir hukuk insanısın, öğrencilerin var, onlara ceza hukuku anlatıyorsun... Yani artık ne anlatıyorsan hukuk diye onlara. Üstelik bu feci duygunu sosyal medyada fütursuzca dile getiriyorsun, destek bekliyorsun. Tekrar edelim. Sen bir hukuk hocasısın. Öğrencilerin var. Sorumlulukların var. Kendine yol gösterici diye hukuku seçmişsin. Hayatla kurduğun bağ adalet üzerinden yani... Sonrası mı? Milletvekili seni suçüstü yakalıyor ve o anda senin ona verdiğin cevap şu oluyor: ‘Seni sevmek zorunda değilim... Pes... Sen bir hukuk öğretim üyesisin yahu. Okuduklarından hiç mi bir şey çıkarmadın; içinde gezinen bu sevgisizlik nasıl bir bağnazlıktır ki hiç ama hiç yontulmadın...’

Burada yutkundu.

‘Ama bundan daha delice olanlar da var’ dedi. ‘Delice olan, freni patlamış ve yokuş aşağı giden bir kamyona dönen ülke insanı olmak’ diye devam etti. ‘Hepimizin frenleri patladı!’

Derken olan oldu. Böyle bir tweeti destekleyecek, bu duruma kendince mantık geliştirecek, mantıksızlık ve sığlık ormanında hezeyanlar içerisinde gezinirken bile ‘hâlâ’ tuhaf tuhaf cümleler sarf edecek nicelerini hatıra getirir sözsüz bir öksürük krizine tutuldu sonra. Epey sürdü bu öksürük faslı. Sansüre tabi bütün sözcükleri kapladı kapladı ve sonra birden kesiliverdi.

Tam burada kendinden hiç ummadığım şekilde bir kibrit yaktı ve sigarasını tam yakacakken, oraya çiçek deseni çizdiğimi görünce ‘valla ne diyeyim sana da gelmişler bak’ dedi. ‘Sansürcü, otosansürcünün teki olup çıkmışsın sen de işte!’

‘Ya sahi, bir ceza hukuku öğretim görevlisi böyle bir cümleyi nasıl kullanır?’ diye sordum. Pat diye. Aklım hâlâ, nedense orada.

‘Sekiz yaşındaki kız çocuklarına tecavüz edilen, adaletin lime lime edildiği bir ülkede çiviler yerinden oynamışsa... ’ diye iç geçirdi. ‘Olsa olsa soru yanlış sorulmuştur, asıl senin sorun yanlış’ diye isyan etti. ‘Delice olan nedir diye değil, makul olan nedir diye sorulmalıdır soru. Delice olmayan ne kaldı elimizde diye sorulmalıdır.’

O zaman ben de ‘delice olmayan nedir?’ diye sordum.

O zaman yüzüne ışıklar doldu.

‘Elbette zeytin ağaçları!’ diye cevap verdi. ‘Bu karabasanı yenme umudumuz, barış beklentimiz, değişecek olana bağlılığımız, bu dünyanın kimseye kalmadığına dair kaderci ama haklı inancımız, bu ülkeyi sevişimizin romantizmi, hayatı tercih edişimizin o müthiş direnci, çocukların kahkahaları, kadınların kahkahaları, insanların kahkahaları, gençlik, gençler ve her zaman umutları, vicdanları, bilgileri, bilgelikleri ve sağduyularıyla genç kalanlar. Sevebilenler, sevmekten korkmayanlar...’

Yazının devamı...

Yalnızca yaşamak, hiç kaçış olmadan

Cevat Çapan’ın bizlere tanıttığı nice şairden biridir Brezilyalı ozan Carlos Drummond De Andrade. Yukardaki satırın yer aldığı ‘Dünyayı Taşıyor Omuzların’ şiirinde artık yaşlanmış bir adamın yaşamdan beklentisiz ama bir o kadar da sakin nefes alıp verişini anlatır bize. Kadınların boşuna kapıyı çalmalarından bahseder (‘açmazsın’ der), ‘tek başınasındır, ışıklar söndürülmüş ve karanlıkta parlar kocaman gözlerin.’ Böylesi bir ‘gösteriyi’ acımasız bulanların ölmeyi yeğleyeceklerini de söyler. Dahasını da: ‘Bir gün ölüm gelir ölüm de işe yaramaz, bir gün gelir bir komut olur yaşamak.’ Ancak dediğim gibi hiç kaçış olmayan bir yaşamdır da bu. Tümüyle ‘anlamış’ olmanın rahatlığı, belki de:

‘Kimin umurunda yaşlanmak, yaşlanmak nedir ki?

Dünyayı taşıyor omuzların

Ve bir çocuğun elinden daha hafif dünya.’

***

Cevat Hoca’yı ne zaman görsem, hiç yaşlanmayan gözlerinde, çokçok yaşam yaşamışlığın coşkusunu da görürüm. O, ‘yaşamın sırrına ermiş’ gibi hem yaşlıdır hem de hiç yaşlanmamaktadır. Böylesi tuhaf bir denklemin içerisinden kim bilir kaç kez yaşlanmış bir insanın çehresiyle bakar size. Olup bitenlerin tekdüzeliğine, muzip, derin ve bilgece.

Onu ilk kez ‘Değişen Tiyatro’ (Metis) kitabı ile tanıdım. İngiliz Tiyatrosu’nun oyun dilinin dönüşümünü aktardığı bu çalışmasında uzmanlık alanı olan tiyatro tarihine farklı bir gözle bakmamıza yardımcı oluyordu Cevat Çapan. Ardından Cumhuriyet’teki şiir çevirileriyle pekişti bu tanışıklık. Şiirlerini tanımam ise çok daha geç bir tarihin konusu ve elbette kişisel ayıbım olsa gerek.

Onu ne zaman sevmeye başladığım ise başka bir buluşmanın esasına dayalı.

Yıllar önce bir tiyatro dersinin konuklarından biri olarak karşımıza çıkmış, bizlere anlatmış, durmadan anlatmış ve sonunda ‘evet şimdi sizin sorularınızı dinleyeyim’ demişti. Ezberden başka kalkanı olmayan bir kuşağa söylenilmemesi gereken bir cümleydi bu. Salondan çıt çıkmıyordu. Sorusuzduk. Sorusuz bir gençlik ise bitmiş bir gelecek demekti. Bunu o da biz de çok iyi biliyorduk aslında. En azından bir kısmımız. Yıllar sonra bunun bir toplum için nelere mal olabileceğini de. ‘Okurken’ cahil kalmanın tarifsiz bir başka cehalet olduğunu ve bu türden bir cehaletin, korkuları nasıl pekiştireceğini de. Saçma bir geleceğin, şimdiki zamanın suskunluğu ile nasıl harçlanabileceğini de. Dediğim gibi en azından bir kısmımız bunu o gün bir kez daha anlamış ve yakın gelecekte tutulabileceğimiz kısırdöngü fırtınasının ipuçlarını çok net hissetmişti.

Cevat Hoca, koca salondan çıt çıkmayınca ‘ben böyle sorgusuz sualsiz toplulukları çok severim’ diyerek nazikçe bizleri protesto etmişti. Oysa bizler, zamanın doğal akışını reddederek, çoktan yaşlanmıştık! Karamsar olmak açısından değil, gerçekçi olmak açısından söylemekte fayda var: Belki de ölmüştük de, henüz haberimiz yoktu! (Zamanla insan daha iyi anlıyor). Besbelli, yine onun çevirisiyle tanıdığımız Polonyalı şair Czeslaw Milosz’un ‘Mutlu Bir Hayat’ şiirinde bahsettiği gibi ‘bereketli hasatların olduğu yıllara’ rastlamayacaktı yaşlılığımız. Depremler, kuraklık, sel baskınları ve lavlar ve çeşit çeşit savaşlar, kasırgalar, iç çatışmalar, savaşlar eksik olmayacaktı yeryüzünden. Yenilenmiş bir dünya olmayacaktı, dünyanın adı. Eski ve köhne, kavanoz dipli ve kahpeydi bağlar, kasabalar, kıyılar. Ya içimiz, iç dünyalarımız? (Ben de bunu sizlerden dinlemek isterim aslında!)

Yine de karamsar olmanın alemi yok.

İnsanların gençliğini yaşamayıp hemen yaşlandığı bir ülkede, sorusuzluk ve eleştirisizliğin tavan yaptığı bir süreçte hâlâ şaşırabiliyorsak, bunun nedeni biraz ruhumuzun rüzgârları biraz da bu rüzgârları pekiştiren şiirlerden olsa gerek. Sırf bunun için bile Cevat Çapan’a minnettarız. Yaşam şiirindeki tılsımını, yazdıklarından ve dilimize aktardıklarından hiç esirgemediği, bizleri bizlerle buluşturduğu ve bundan hiç vazgeçmediği için. Ne büyük bir çaba, ne büyük bir yaşam tutkusu!

Bu yılki Erdal Öz Edebiyat Ödülü Cevat Çapan’ın!

Edebiyatımızın bu tutkulu emekçisine sevgiyle, saygıyla.

Yazının devamı...

Bir Hayat İsyanı

Akademisyen ve gazeteci Tayfun Atay’ın ‘Parti, Cemaat, Tarikat’ (Can Yayınevi) adlı kitabında bir bölüm var. Gezi olaylarına referans veren bu bölüm Şerif Mardin’in 1980’lerin sonunda söylediği şu sözleriyle açılıyor:

‘Hiç kimse Türkiye’de biri seküler, biri İslami, iki ulusun ortaya çıkma ihtimalini kesinkes reddedemez. Bu ikisinin şiddetli şekilde karşı karşıya gelme durumu şimdilik uzak görünüyor ama bu gelecekte gerçekleşebilir.’

Tam da bu noktada Atay, 2013’ün Mayıs ayının son gününde başlayan ve ülkenin hemen hemen bütün büyük şehirlerine yayılan Gezi’ye referans veriyor. Böylesi bir barışçıl eyleme karşı geliştirilen saldırgan tavrın beklenmedik bir kültürel çatışma kıvılcımının çakılmasına yol açtığını ve yaşam biçimlerini tehdit eder hale gelen politikaların yarattığı rahatsızlığın bu kıvılcımı genişlettiğini söylüyor. Mardin’in sözünü ettiği kutuplaşmanın ivmelendiği bu nokta, bugün geldiğimiz yerlerin de sanki küçük, mikro bir örneği gibi görünüyor.

Hemen hepimizce bilinen bir hususa da parmak basıyor Tayfun Atay. AKP’nin bugün geldiği yerleri, çıkış noktasından çok farklı olarak tanımlıyor; ilk etapta liberal demokrasi ilkelerine bağlı olan bu yolun, zamanla çok farklı bir zemine taşındığını ifade ediyor. 27 Nisan 2007 tarihindeki darbe girişiminin partiye sağladığı ‘kazancın’ da altını çizerek nasıl hızla ilerlediğini gözler önüne seriyor. Dahası 2013’te AKP İstanbul İl Başkanı’nın sözlerine de yer veriyor ve orada toplumun içerisindeki kutuplaşmanın nüvelerini bulabileceğimizi işaret ediyor. Bu sözlere baktığımız zaman bugün toplumun içerisinde gezinen ayrışmanın da tespitini yapmamız çok mümkün. ‘Paydaş olmama’ ve ‘inşa etme’ fillerinin temel teşkil ettiği, ‘ikinci dönem’ gibi bir hususun altının çizildiği bu konuşma, bizden ve bizden olmayanlar biçiminde de rahatlıkla okunabilir.

Tayfun Atay’ın buraya bağladığı paragrafını aynen aktarıyorum:

‘Buna bağlı olarak eğitim programlarında karşımıza çıkan bazı yeni yasalar, ya da kürtajdan alkol tüketimine, hatta öpüşme koklaşmaları mesele edecek kadar derine inen özel hayata ilişkin konulardaki yeni düzenlemelerin hepsinin bu inşa arzusuyla bağını kurmak yanlış olmaz.’

2000’ler Türkiye’sinin temel noktalarına isabetli bir çalışma olan kitap ülkemizin yakın tarihine ferah bir bakış açısıyla yazılmış. Anlattıkları pek ferah olmasa da... Hatırlıyor, anlıyor, tekrar hatırlıyor ve fark ediyorsunuz.

***

Yazar ve yayıncı arkadaşım Faruk Duman’ın çıkardığı bir gazete var: Öykü Gazetesi. Hayatın bir bütün olduğunu, çoğulluğun keyfini unutanlar için ideal bir serüven. Kaçırmayın.

***

İki haftalık kısa bir moladan sonra yeniden sizlerle buluşmak dileğiyle. İyi bayramlar.

Yazının devamı...

Beni sımsıkı tut, ölmeme izin verme

‘Kınalı kuzum çok iyi dostumdu. 4 çocuğum var. 5. evladım kınalı kuzumdu. 5 yıldan beri hep yollarda beraberdik.’

Kınalı kuzusunu, darbe girişiminin önlenmesi nedeniyle kesen kişinin ‘eskiyemeyen’ sözleri.

Kurban Bayramı çat kapıdayken insana bir kez daha, ‘insan sevdiğine bunu yaparsa sevmediğine kim bilir neler yapar’ sorusunu sorduran zat. ‘Hayvanların hakları yok mudur?’ sorusunun boğazımızda takılıp kalmasına yol açan Adem. Sevginin, kafamızdaki haliyle, yaşanmakta olanlar arasında sürekli sorgulanmasına yol açanlardan sadece biri. Sevdiği için sevdiğini öldüren insanların ülkesinde nefretin neler yaptırabileceğine dair çıkılan yolculukların adressiz evi. O adressiz evin, bugün en birinci pusula, en kaliteli navigasyon cihazı diye satılıyor, kullanılıyor olması. Buna rağmen hemen her sokak, kavşak ve dönemeçte, hep birlikte kayboluyor oluşumuz. Sonra ‘neden acaba?’ diye soruşumuz birbirimize. Sonracığıma yoldaşlığın ne olduğunu yeniden düşünmemiz ve düştüğümüz trajedilerin ortasında zaman zaman fotoğraf makinesi, zaman zaman telefon, zaman zaman da her şey olarak kullandığımız cep telefonlarımızla (hunilerimiz demeye dilim varmıyor yine) birbirimizi selamlamamız.

***

Onun üniversiteyi kazandığını bir SMS mesajından öğreniyorum. Buluşuyoruz. Kısa bir süre sonra üniversiteye gidecek. Türkiye’nin en önde gelen üniversitelerinden birine burslu devam edecek.

İyi bir bölüm ve iyi bir geleceğin onu beklediğine inanarak bir rektörün bir okula nasıl atanabileceğini soruyorum ona. Özel bir nedeni yok, pat diye.

Oysa o, bu soruyu sormamın özel bir nedeni olduğunu düşünüyor. Genç bir insan olarak etrafını çevirmiş olan tuhaflıkları hiç ama hiç anlamadığını, hele hele bir rektörün seçimle değil atamayla bir üniversitenin başına gelmesini çok tehlikeli ve adaletsiz bulduğunu ifade ediyor. Akademisyenler için çoğulcu, özgür bir ülkenin olmamasının onun öğrenciliğine ve elbette gençliğine nasıl bir etki sağlayabileceğini, belki de tam bu yüzden, söylemek ona düşüyor.

‘Bugün sokakta gördüğüm orta yaşlı, mutsuz ve çaresiz insanlardan olmak istemiyorum’ diyor. Mutlu görünen ve çare bolluğu içerisinde olan insanlardan da olamayacağını ifade ediyor. Ona göre mutluluk, bir süreç. İyi bir eğitim, iyi hedefler ve o hedeflere kilitlenmek. Ve elbette buna kilitlenirken ayağına hemen hiçbir şeyin dolanmaması. ‘Sahip olan değil seven o insanlardan olmak istiyorum’ diyor. ‘Doğayı, insanları, hayvanları seven o insanlardan olmak. Hem sevdiğin zaman sahip olmayı düşünmezsin bile. Tıpkı geleceği düşünmediğin gibi. Önemli olan şimdidir.’

***

Kalp krizi geçirdikten sonra düştüğü Alzheimer hastalığının yakıcı girdabında yatalak olmaya mahkum ve daha da hazini zamansızlığa savrulmuş yaşlı bir adam var karşımda. Onunla dostluğumuz iki izcinin yıllara meydan okuyan dostluğu gibi. Uzun yıllar önce bahçesinde bana verdiği fermanlarla doğayı keşfe çıktığım ve asla yaşlanmayacağını düşündüğüm bu inatçı adam, aylardır bilime meydan okuyarak tuhaf bir yaşam mücadelesi veriyor. Sürekli olarak mırıldandığı cümle ise bir pencere önüne gitmek, pencereden dışarıyı, aydınlığı, yaşamı seyretmek. ‘Neden?’ diye sorduğumda ise, yine aynı şeyleri söylüyor: ‘Pencereden, dışarıyı seyretmek istiyorum.’

Kısaca şu aralar, hemen hepimizin ihtiyacı olanı söylüyor sanki bu izci dostum.

***

Bugünkü yazımın başlığı, Kanadalı yazar Alice Munro’nun bir öyküsünün adı. Bazen öyküler, sırf adları için bile sevilebilir. Gerçi öykü de güzel.

Yazının devamı...

Kül ve Yel

Can Yayınevi, sağ olsun, beni tuhaf bir serüvene davet etti.

2003 yılında yazdığım Kül ve Yel’i yeniden basacaklardı.

Alzheimer’lı bir karşıt kahramanı anlattığım bu kitabı olduğu gibi baskıya vermek içime sinmedi çünkü ABD’nin Irak’ı işgal ettiği bir dönemde kaleme almaya başladığım bu metin bugünün şartları altında zihnimde başka başka labirentleri işaret ediyordu. Bu süreçte huylu huyundan vazgeçmez konumundaki ABD’nin düzeleceği ve dünya barışına ‘sahiden’ katkı sağlayacağı umulamazdı elbette. Zaten derdim bu değildi! Dünya olarak, bu bağlamda Irak’ın ardından nelere tanık olmuştuk, hem de nelere...

Doğrusu kurguda bazı değişiklikler yapmak, metaforları açmak ve dili hafifletmek istiyordum. Teknik bir süreç olacaktı. Ancak işin rengi giderek değişti... Başka bir şeyler vardı. Kafamı kurcalayan asıl husus Türkiye idi! 2003 yılından bugünlere bakıldığında Fehime’nin (yoksa Feride mi demeliyim?), en büyük düşmanı unutmak, yangın ve elbette toprak ve bilumum şeylerin hırsızı Kamran karşısındaki dinamikler nasıl bir yön çizmişti kendine? Ne-ler değişmişti? Ve neler hiç ama hiç değişmemişti?

Kitabın karşısına tekrar oturduğumda Fehime’yi çok daha unutkan, zamanları çok daha birbirine karıştıran, çok daha gergin, geçmişi hatırladığını iddia ederken çok ama çok fazla abartan ve karşısındakini sürekli suçlayan bir konumda buldum! Terk etmek istemediği evine, bir anı yumağıyla değil, bir intikam tutkusuyla bağlanmıştı. Canından çok sevdiği torunu Ayla gözünde bir düşmana dönüşmüş, televizyona olan bağı (muhafazakâr liberal kanal Sadık TV) had safhada ‘ilerlemiş’, televizyonun aktardıklarını kendi gerçeğiyle son derece hastalıklı bir biçimde özdeşleştirmeye başlamış ve evet, maalesef gerçeğin ucunu tümden elden kaçırmıştı! 2003 yılında, her şeye rağmen romantik şair bir kadın olarak bıraktığım Fehime, 2017 yılında karşıma resmen iflah olmaz ‘delirmiş’ bir kadın olarak çıktı. Unutmak fiili aramızda hem bir köprü hem de derin bir uçurumdu. İkimiz de bu fiili çok iyi tanıyor ancak kendi aramızda bile bir uzlaşma noktası olarak kullanamıyorduk. ‘Sen kendi yazdıklarını bile unutan bir yazarsın, kalkmış şimdi bana akıl mı veriyorsun!’ gibisinden bir edası vardı Fehime’nin. Unutmayı kendine zırh ilan etmiş bir kadının sizi unutmakla itham etmesi anlatılabilecek bir duygu değildi. Ve haklıydı. Ben de bir biçimde kaçıyordum.

Doğrusu ne yapacağımı bilemedim! Kitapla ilgili sağa sola bir sürü not aldım. Ama bir süre sonra bundan vazgeçmek zorunda kaldım. Sadece Fehime değil, ben de değişmiştim. Bir müddet iki yabancı gibi takıldık. Hatta birbirimizden hiç haz etmediğimizi de saklayacak değilim. Baktım, böyle gitmeyecek... Aldığım notları bir gün paramparça ettim. Yapılabilecek en makul şey Fehime’yi dinlemekti. Ben de dinledim. Saplantılarını, nerede kırıldığını, aradığı güvenin nasıl lime lime edildiğini dinledim. İyi de oldu. O, kalbindeki, Türkiye’deki, dünyadaki delilikleri anlatırken, aslında delirmiş olanın o değil dünya olduğunu bir kez daha teslim ettim. Türkiye’nin ne halde olduğunu ise Sadık TV’ye yükleyerek, hem Fehime’yi hem de kendimi hafiflettim. Tahmin edebileceğiniz gibi bir sürü saçmalık... Post-truth yani! Bunun için herhangi bir televizyon kanalını hayal etmeniz yetecektir. Evlilik programlarını dahil etmekse mümkün olamadı. Nedeni basitti, kitapla vedalaşmam gerekiyordu artık.

Bazen, kendimize yaptığımız yolculuklar en kayda değer olanlarıdır. Bu yaz benim için karmaşık ve özel bir yazdı. Eski bir arkadaşımla yarenlik ettim. Bakalım sizler bu sonbaharda onu nasıl bulacaksınız...

Yazının devamı...

Kalıcı olan

Bir traktör kazasında, kuş kadar para kazanmak için hayatını yitiren tarım işçilerine

***

‘Zamanın ötesine geçebilir misiniz?’ diye sorarlar Arjantinli yazar Jorge Luis Borges’e.

O da aslında zamanın içinde biri olduğunu söyler. Rüyalar onun için çok özeldir ve zaman ötesidir, ancak yine de hayatında tanık olduğu ‘iki zaman ötesi’ deneyimi paylaşmaktan kaçınmaz. Der ki:

‘Hayatımda iki zaman ötesi an yaşadım. Biri çok olağan denilebilecek biçimde geldi. Her nasılsa birden zamanın ötesinde hissettim kendimi. Öbürü de, bir kadın beni sevmeyeceğini söyleyince büyük bir mutsuzluğa kapıldığımda gelmişti. Uzun bir yürüyüşe çıktım. Buenos Aires’in güneyindeki bir tren istasyonuna vardım. O sırada birden o zaman ötesilik, sonsuzluk duygusunu yaşadım. Ne kadar sürdü; bilmiyorum; çünkü zaman ötesi bir duyguydu. Ama bu duyguya çok müteşekkir hissettim kendimi. Sonra da tren istasyonunun duvarına bir şiir yazdım.’

Ardından bunu yapmaması gerektiğini söyler. O şiirin hâlâ o duvarda yazılı olduğunu da belirtir.

Beni bu satırları okurken en çok cezbeden bölüm, yazdıklarının hemen hepsinde zaman için kafa patlatmış bu kadim yazarın zaman ötesine geçtiği o anlar değil (nedense bu beni hiç şaşırtmadı), Buenos Aires’teki o tren istasyonunun duvarına yazdığı şiir konusunda yaşadığı tereddüt oldu.

Borges’in yaşadığı tereddütün nedeni, yaşadığı sonsuz gibi görünen o anı, duvara yazarak ‘dünyevi’ kılması mıydı? Kısaca çok özel bir anın, anonimleştirilmesi miydi?

Daha da ötesine geçerek farklı bir soruyu düşünmeme neden oldu bu ‘tereddüt’.

Ve ardından yine aynı soru, yazımı ithaf ettiğim, hayatlarını bir hiç uğruna kaydeden tarım işçileri için içimi kanırtan o ifadeye dönüştü:

‘Niçin yaşarız?’

Ve sonra diğerleri geldi:

Sonsuzluğun karşısındaki yaşamlarımız, zamanın içersinde neye denk düşer?

Yoksulluğun sonsuzlukla kurduğu bağ, zenginliğin sonsuzlukla kurduğu bağ neden farklıdır; hepimiz çok ortak bir paydayı, insan olmayı, yeryüzünde yaşamayı paylaşırken?

Bir traktörde insan istifi biçiminde, günde altmış lira için, o altmış lira ile kışın aç kalmamak, üşümemek, evlat büyütmek, mağdur olmamak için yapılan bu yolculuk (kısaca yaşam), neye dair bir yolculuktur? Kanıtlar bulmak için mi; kanıtları silmek için mi yaşarız? Günümüzde bir tarım işçisinin yaşama dair kanıtı nedir? Oradaki düşünceler, umutlar, kaygılar, hatta zaman ötesilik ne anlama gelir? Ya karabasanlar? Karnını doyuramamak? Kışı garantiye alamamak? Tıkış tıkış bir traktörün devrilmesi sonucunda hayatını kaybetmek?

Borges’in, zaman ötesilikten sonra vurgu yaptığı ‘karabasanlar’ bir labirentte kendini bulmakla özdeşleşir. Hep aynı köşe başında, aynı odada, aynı bataklıkta, aynada, siste kendini bulduğu o labirentte bazen uyandığını bile görür. Tuhaf olan şudur ki bu da rüyanın bir parçasıdır. Aklını kaçıracağını hisseder. Sonra yavaş yavaş kabus biter, zihni onu kendi halinde bir rüyaya bırakır, Kendi halinde bu rüyalar ise sabaha, yaşamın gücüne, sese, zamanın kendisine ve doğal akışına.

***

Kabuslar kalıcı değildir. Biz istersek biter.

İstersek, b-i-t-e-r.

Kalıcı olan budur: Eşiği aşmak, korkuları ve endişeleri geride bırakmak... Zamanın içinde olmak da sonsuzluk da budur. Bazen bir şiir, bazen bir ışık, bazen de büyük bir değişim olarak bizlerle buluşur. O zaman ‘niçin yaşarız’ sorusu parantezlere sığmaz, satırları aşar, karabasanlar karabasan olmaktan çıkar, kendi halinde zararsız rüyalara dönerler.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.