Yargısız İnfaz
.
‘Kadıköy Metro girişinde, çellomu bomba, beni de terörist ilan ederek bir odaya kapattılar. Ellerime kelepçe takılıp defalarca yumruklandım ve tekmelendim. Türk bayrağı ile suratıma vurdular, biz bu ülkenin vatandaşıyız diyerek, ya ben? Müzisyenim; kollarıma, ellerime lütfen dikkat edin dememle daha çok darp edildim. Benim gibi insanlar bu ülkeden gitmeliymiş, ben ve benim gibiler vatan hainiymiş.’
Gülşah Erol, çellist
2007 yapımı bir film var. Adı Rendition. Dilimize Yargısız İnfaz olarak aktarılmış. Film, ABD’de asla işkence yapılmadığını iddia eden CIA’nin, hayalet uçaklarla insanları işkencenin ‘meşru’ olduğu ülkelere yollatıp, işkence yoluyla nasıl bilgi almaya ‘debelendiğinin’ kurgusal bir kanıtı olarak karşımızda duruyor. 11 Eylül sonrasında ABD’nin kendi vatandaşlarına dahi (ABD’li Müslümanlar) uyguladığı bu feci yöntemin yine ABD menşeli bir film tarafından bizlerle buluşması, aslında tek bir hususu işaret ediyor. ABD’deki ifade özgürlüğünü ve bunun sanata yansıyış biçimini. Filmde öylesine replikler var ki kendi halinde bir Müslüman olarak söylemeye çekinirsiniz. Öte yandan bu programın (rendition) ne kadar insanlık dışı, ne kadar saçma, aptalca ve beyhude bir ‘program’ olduğunu da defalarca işitiyorsunuz! Üstelik bunları söyleyenler de Jake Gyllenhaal, Reese Witherspoon, Meryl Streep gibi benim ben diyen yıldızlar. Kısacası, kendi ülkelerini sonuna kadar eleştirmekten ürkmeyen insanlar! Bu onların sadece cesur olduğunu göstermiyor (bence burada kullandığım cesaret yanlış bir sözcük ve benim 3. Dünyalı bakış açımı temsil ediyor; belki sağduyulu desem daha doğru) aynı zamanda bulundukları diyarın sanata ve sanatçıya tanıdığı düşünce ve ifade özgürlüğünün boyutlarını da sergiliyor.
Yukarda cesaret konusunda açtığım paranteze gelecek olursak: Ne yazık ki cesaret bizim gibi ülkelerde katmanlı anlamlara sahiptir, olduğundan çok fazla abartılır, insanlar üzerinde başka başka baskılar yaratır ve birçok hususu gölgeler, gerçeğin ertelenmesine yol açar. Oysa şöyle düşünebilmek önemlidir: İnsanlar işlerini yapar ve yapmalıdırlar, kısacası yazarsan yazarsındır, gazeteciysen gazeteci, sanatçıysan da sanatçı... Tıpkı cesaretin aşırı abartılması gibi, işini yaptın diye ‘vatan haini’ ‘ya sev ya terk et’ gibi retorikler de bizim buraların refleksleridir ve elbette içler acısıdır. Bu yüzden cezaevinde beyhude bekletilen meslektaşlarımız var... Oysa onlar sadece işlerini yapmışlardır. Sadece işlerini. Kısacası bir gazetecinin yapması gerekenleri... Analitik, sağduyulu, sorgulayan, gerçeği arayan gazeteci olmak vatan hainliği değildir. Sorun hak ve özgürlüklerin girdiği darboğazdadır. Ve bunun yarattığı karmaşada.... Sorunumuz budur.
Sanatçı Gülşah Erol’un metroda yaşadıkları da buna kanıttır zaten. Siz ikinci dakikada bir insanı vatan haini diye itham edemezsiniz. Onu hırpalamaya hakkınız yoktur. Buna hakkınız varsa, başkalarının hakkı yoktur. Başkalarının hakkı yoksa toplum yoktur. Durumun böyle olduğu ortadaysa, bunları ifade edecek sanatçılar, yazarlar, gazeteciler vardır. Onlar da yoksa...
Tekrar filme ve filmdeki oyuncuların repliklerine dönecek olursak... Bu insanların hayatı güvence altında. Biliyorlar ki böyle bir filmde yer aldıklarında iki gün sonra haklarında soruşturma başlatılmayacak, vatan haini ilan edilmeyecekler, terörist diye itham edilmeyecek, işlerini kaybetmeyecek, hapse atılmakla tehdit edilmeyecek, dövülmeyecek ve aşağılanmayacaklar.
Şunu da ifade etmemiz elzem: Bugün sanatında, düşünce hayatında bunları yaşayan ülkeler buraya hiç de kolay gelmediler. Sanırım ders çıkartılması gereken en önemli hususlardan biri de bu.