Şampiy10
Magazin
Gündem

Çocuklar ölmesin diyenler…

Türkiye adeta bir alacakaranlık kuşağına girmiş gibi. Akıl almaz olayların, saldırıların ardı arkası kesilmiyor.

Kimin ne yaptığı, hangi terör örgütünün hangi köşede eylem hazırladığı ve düzenlediği, içerde ve dışarıda kimlerin ve hangi devletlerin hangi terör örgütüyle plan yürüttüğü belli değil.

Televizyonlarda bazı konuşmacılar devamlı olarak “Bizdeki terör diğer ülkelerde de var” deseler de Türkiye’de her gün yaşanan, son aylarda İstanbul’a, Ankara’ya kadar yayılan olayların yoğunluğu Batı’yla kıyaslanamaz.

IŞİD ve PKK’nın ülke çapında yürüttüğü, adeta paralel saldırıların artışı “Türkiye’de bulunan terörist sayısının çok fazla oluşu” ile ilgilidir ki Batı medyası bunu rakamlarla açıklıyor.

İstihbarat ve uyarı

Bir Avrupa ülkesi “tek terörist”i kovalarken bizde binlercesi hücreler kurmuş durumda.

Bir bakıyorsunuz “IŞİD lideri hastaneden kaçtı” haberi çıkıyor, arkasından “Paris’teki IŞİD bombacıları Türkiye’ye geçti” haberi geliyor. Dün son olarak “Antalya’da 3 IŞİD’linin yakalandığını” duyduk.

Dünya tarihinin en kanlı terör örgütü olarak gösterilen bir örgütün bu yayılması “en üst düzey güvenlik önlemleri”nin alınmasını gerektirir. Burada istihbarat servislerinin çok özenli çalışması ve uyarıların zamanında yapılması gibi 2 hayati noktayı atlamamak önemlidir.

Panik olmasın diye halka önceden uyarılar yapılmadığı takdirde kayıplarımızın büyümesi tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. Unutmayalım ki Sultanahmet saldırısında tur operatörünün canlı bombayı görüp uyarmasıyla çok sayıda hayat kurtuldu.

Yanlış bilgiler

Batı’daki haber ajansları ve medyanın Türkiye’deki “PKK terör örgütü saldırıları”nı yıllardır olduğu gibi hala “Türk ordusu veya Türk hükümeti” ile “Kürtler” arasında çatışma olarak verdiği görülüyor.

Bu haberler HDP eş genel başkanlarının kasıtlı “savaş” söylemlerinden çıkarılıyor.

PKK yollara bombalar yerleştirir, devlet binalarına saldırıp can alırken bu haberleri “askerin operasyonu yüzünden olmuş” gibi gösteren açıklamalar yapıyorlar.

Dünyanın olayları tersten okumasına bugün izin vermek, yarın olacak gelişmelerin Türkiye aleyhine dönmesine neden olacaktır. PKK ve HDP açıklamaları tamamen bu şartı sağlamaya yönelik görünüyor.

Okullara saldırı

HDP Eş Genel Başkanı Demirtaş, Beyaz’ın televizyon programıyla ilgili açıklamasından sonra “Barış demekle, çocuklar ölmesin demekle PKK’lı olmazsınız, Kürt olmazsınız korkmayın, insan olursunuz” dedi.

“Bunu söylerseniz kimse savaş politikalarını yürütemez” diye ekledi. O “çocuklar ölmesin deyin” tavsiyesi yaparken, destekledikleri PKK dün içinde öğrenciler varken 8 okula ve bir yurda molotof kokteylleriyle saldırdı.

Önceki gece Diyarbakır’ın Çınar ilçesinde Emniyet’e saldırarak 1 polisi şehit etti, “3’ü bebek” 5 sivili katletti, 43 kişiyi yaraladı.

Demirtaş “müzakere masasına dönülmeli” diyor, bu cinayetlerle nasıl olacağını da söylesin.

“Kürdistan küllerinden doğacak, Kobani’de olan burada olacak” diyen de kendisi olduğuna göre, “neyin müzakere edileceğini” de söylerse iyi olur.

Yazının devamı...

Tehlike artıyor!

Batı medyası Sultanahmet’teki IŞİD bombalı saldırısı sonrası “Türkiye’nin giderek daha tehlikeli bir hale geldiği” uyarısı yapıyor.

Bunu da “Türkiye’nin IŞİD tehdidi yerine PKK’ya operasyonlara odaklanmasının yarattığı istihbarat zafiyeti”ne bağlıyor.

İstihbarat konusu ayrı incelenmelidir, öte yanda “PKK terörünü önlemenin de IŞİD’i önlemek kadar önemli olduğunu” nedense görmek istemiyorlar.

Türkiye’de tehlikenin arttığı uyarısı AB ülkelerinin “mültecileri Türkiye’ye hapsetme” isteğini ve kendi ülkelerine sığınmacı almama çabalarını daha da artıracaktır. Suriyeli mültecilere “Türkiye’de çalışma izni verilmesi”nin “Avrupa’ya kaçak girişleri önlemek” için yapıldığını yazdılar.

Burada 2 soru var; Birincisi, bazı AB ülkeleri Türkiye’nin AB’ye girmesine “güvenli olmayan ülkeler listesinde” diye karşı çıkarken bu son yorumlar arkasından daha da haklılık kazanmaları.

Doğru analiz şart

İkincisi; Türkiye’de çalışma izni alarak yeni bir hayat kuracak milyonlarca sığınmacının bir daha geri dönmek isteyip istemeyeceği.

Türkiye’de IŞİD ve diğer terör örgütlerinin kanlı saldırıları artmışken verilecek her kararın “çok doğru analizlerle” yapılması ve diğer ülkelerin gösterdiği dikkatin gösterilmesi gerekir.

İngiliz Financial Times dün “Sultanahmet saldırısının Türkiye’de Temmuz’dan bu yana 3’üncü büyük terör saldırısı olduğunu, Suruç ve Ankara bombalı saldırılarında 130 kişinin öldüğünü” hatırlattı.

Independent “Saldırının arkasında IŞİD varsa bunun tek bir saldırı mı yoksa yeni bir saldırı dalgasının başlangıcı mı olduğunun bilinmesi çok önemli” dedi.

ABD baskısı

Aynı gazetenin Ortadoğu uzmanı yazarı Patrick Cocburn; IŞİD’in Temmuz’da Kobani’nin inşası için giden 30 Türk’ü ve Ekim’de Ankara Garı önündeki 100 göstericiyi öldürdüğü, bu şekilde “Türkler ve Kürtler arasında çatışmanın geri dönüşünü tahrik eden siyasi gündemi oluşturduğu” yorumunu yapmış.

“IŞİD’in 1000 ya da daha fazla militanının Türkiye’de olduğunu ve bunun tehlikeyi artırdığını” belirttikten sonra “Türkiye ABD baskısı altında isteksizce uçaklarını Suriye’deki IŞİD hedeflerini bombalamaya gönderdi” diyor.

Çok doğru bir yorum. Fransa eski Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin bile Obama’ya “Siz tehlikeden uzaktasınız, biz yakınız ve kendimizi korumalıyız” dediğini biliyoruz.

Bu Obama’nın “Türkiye’yi neden AB’ye almak istemedikleri” sorusuna verdiği cevaptı.

IŞİD-PKK ilişkisi

Türkiye elbette bütün terör örgütlerinin etkisiz hale getirilmesi için atılan adımlara katılacaktır. Ama bir süre Suriyeli mülteciler için açtığımız sınırlardan bu terör örgütlerine ait çok sayıda militanın da geçtiğini, sınırlarımızın “en tehlikeli bölgelere komşu” olduğunu unutmamak zorundayız.

Suriye’de PYD “ilan ettiği kantonları birleştirmek” üzere Türkiye sınırı boyunca ilerlerken ABD, Rusya, Esad ve IŞİD’in bu örgüte verdiği destek ortadadır.

Türkiye’yi ziyaret edecek olan ABD Başkan Yardımcısı Biden’in “kendileri ve Türkiye için tehlike ihtimallerinin karşılaştırılması” başta olmak üzere cevaplamak zorunda olduğu çok soru var!

Yazının devamı...

Terör şehirlerde!

Öyle görünüyor ki bundan sonra kolay kolay terörsüz, huzurlu günlere dönemeyeceğiz.

Türkiye’nin en büyük ve başkentle birlikte en önemli şehri İstanbul’un “turizm açısından en önemli” semtinde yaşanan canlı bomba saldırısı ülkemizi ve dünyayı bir kez daha ayağa kaldırdı. Sultanahmet’te gerçekleşen terör eyleminde hayatını kaybeden 10 kişinin hepsi yabancı ve 9’u Alman’dı. Yaralanan 15 kişiden çoğu yine Almanya vatandaşı. Saldırıdan hemen sonra Başbakanlık görüntülere “yayın yasağı” getirdi.

Turizmi vurdu

Sultanahmet’teki saldırı zaten son aylarda terörden ve Rusya krizinden dolayı ciddi şekilde darbe almış olan, Güneydoğu bölgesinde ve diğer illerde sekteye uğrayan turizmi de vurdu. Sultanahmet Turizmciler Derneği Genel Başkanı “2016 yılı bizim için bitti” derken turizm işletmecileri “patlamadan sonra tur iptallerinin başladığını ve saat başı devam ettiğini” bildirdiler.

Aslına bakarsanız bazı tanıdıklarım Cumartesi akşamı sosyal medyada “İstanbul, Ankara gibi illerde ertesi gün terör saldırısı beklendiği” haberinin yayıldığını söylemişlerdi.

Bu demektir ki bazı istihbarat bilgileri dışarı sızmış ve halka kadar ulaşmış. Peki, acaba bu bilgiyi kimler biliyordu ve kim verdi?

Durum böyleyse neden diğer ülkelerin yaptığı gibi “eylem yapılması ihtimali olan bölgeler”de güvenlik önlemleri tam alınamıyor? Neden halk ve turistler TV’lerden tehlike hakkında uyarılmıyor?

Batı alarmda!

Ocak başında terör eylemi şüphesi nedeniyle Münih ana tren garı kapatıldı. Belçika Brüksel’de Kasım sonu metro hattı kapatıldı ve tüm ülkede güvenlik en üst düzeye çıkarıldı.

İsveç’te Gizli İstihbarat Teşkilatı “terör saldırısı gerçekleştirme ihtimali olan 1 kişinin ülkeye girdiğini” haber aldığı için tüm ülkede terör alarmı verildi.

Sultanahmet saldırısından sonra görüşü alınan güvenlik uzmanları “Türkiye’de farklı terör örgütlerinden söz edildiğini ama birçok örgütün iç içe geçmiş durumda olduğunu” söylediler.

İç içe örgütler

Gerçekten de IŞİD ve PKK başta olmak üzere Türkiye’de birçok terör örgütü dönüşümlü olarak saldırı yapıyor.

Tek bir terörist şüphesi İsveç’i ayağa kaldırırken bizde her gün “saldırıya hazır IŞİD elemanları” yakalanıyor, hücreler ortaya çıkıyor ama ülke çapında alarm ya da uyarıya gerek duyulmuyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan dün yaptığı konuşmada “Türkiye bölgedeki tüm terör örgütlerinin ilk hedefidir” dedi ve neden olarak “ayırım yapmaksızın hepsiyle mücadele yürütülüyor olmasını” gösterdi.

Oysa Suriye iç savaşı başlamadan önce Türkiye kendini büyük ölçüde “Ortadoğu’daki terör eylemlerinin kendisine bulaşmasından” koruyabiliyordu.

Acaba şimdi “ilk hedef” olmasında nelerin rolü vardır?

Batı ülkeleri artık mevcut mültecileri bile geri gönderirken Türkiye sınırından kolayca geçen çok sayıda Suriyeli’nin arasına karışmış teröristler ülkeden nasıl temizlenecektir?

Stratejistlerin vurguladığı “IŞİD’e karşı koalisyon güçleri içinde yer almamızın yarattığı tehlike” bölgeye AB ve ABD’den çok daha yakın bir ülke olarak nasıl bir sonuç yaratmaktadır?

Bu soruları sormak ve tartışmak gerekiyor.

Yazının devamı...

Şiddet böyle önlenemez!

Türkiye’de terör ve şiddetin her türü ile yıllardır o kadar iç içe yaşıyoruz ki maalesef artık toplumun bir “duyarsızlaşma” sürecine girmesi beklenen bir sonuç haline geldi. Normal olarak bir insanın hele de bir çocuğun hayatını kaybetmesi ya da tecavüze uğraması toplumda infial yaratırken son aylarda her gün bir başkasını duyduğumuz bu olaylar “sıradan haber” haline geliyor.

Toplum olarak “duyarsızlaşmaya direnmek ve tepki göstermek” zorundayız.

Bağışlanmaz suç!

Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı Canan Güllü “Türkiye’de yaşanan ensest-aile içi tecavüz olaylarının Türkiye genelinde ‘yüzde 40’lara vardığını, bazılarının bu feci olayı gizlemeye bile gerek duymadığını” açıkladı.

TKDF Başkanı Canan Güllü ve çok sayıda kadın örgütünü bünyesinde toplayan bu dernek yıllardır “Türkiye Ensest Haritası” çıkarmak için çalışıyor.

Güllü; Din İşleri Yüksek Kurulu Dini Bilgilendirme Platformu’nun “bir babanın öz kızına şehvet duyması”na yönelik “haram değil” cevabıyla ilgili olarak “Diyanet web sitelerinde ensesti normalleştiren fetvalar vereceğine Milli Eğitim Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı bu konuya çözüm üretmeli” diyor.

Burada önemli olan 2 noktadan biri gerçekten de artık bakanlıkların daha fazla zaman kaybetmeden “bugüne kadar üzerine eğilmedikleri ama kadın ve çocukların hayatını mahveden” aile içi ve dışı tecavüz olaylarına köklü bir çözüm üretmeye çalışmasıdır. İkincisi ise Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “açık suç sayılacak ve sosyal medyada günlerdir halkın tepkisini toplayan böyle bir mesajı nasıl yayınlayabildiği”nin araştırılmasıdır.

Sabotaj mı?

Diyanet ve Din İşleri Yüksek Kurulu bu olayın “elektronik ortamda yapılan bir hile ve tahrifat” olduğunu açıkladı ama böyle bir soru ve cevabın o sitede bulunması ve tepkiler üzerine kaldırılması konusunda bu açıklama yetersizdir. Bakanlıklardan daha yüksek bir bütçeye sahip olan Diyanet’in, çocukların taciz ve tecavüzlerle ömür boyu tarifsiz mağduriyetler yaşadığı insanlık dışı böylesi bir eylemle ilgili olarak bu tür bir büyük hataya izin vermemesi görevidir.

Hiçbir kurum ve hiçbir kişi din adına böyle yorumlar yapamaz, yaptığı takdirde mevcut suçun yanına bir de “İslam dinine ve toplumsal-insani değerlere zarar verme” suçu eklenir.

Kurum sorumlularının istifası gerekir.

Devletin görevi!

Aynı sıralarda Rize’de “İl Özel İdare Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet Nuri Gezmiş’in yetiştirme yurdunda kalan 2 erkek çocuğa cinsel istismarı” haberi çıktı.

Soruşturma başlatıldı, sanık gözaltına alındı. Görüldüğü gibi bu insanlık dışı eylemler “devlete emanet edilmiş sahipsiz çocuklar”a bizzat devlet görevlileri tarafından da yapılıyor.

Diğer tarafta 3 çocuk annesi eşini acımasızca öldüren bir adamın cezası “mahkeme sürecinde saygın tutum, haksız tahrik” gibi gerekçelerle indirilebiliyor.

Türkiye’de şiddet “en ağır suçlara” göz yumma ile önlenemez, devlet bu gidişi durdurmak, yaptırımları uygulamak, kurumlarıyla ilgili suçlarda gerekeni yapmak zorundadır!

Diyanet İşleri’nin toplumun tepkisini çeken fetvaları da son bulmalıdır.

Yazının devamı...

Ağır bir gündem!

Tartışılacak o kadar çok önemli ve moral bozucu konu var ki hangisinden başlamalı insan karar veremiyor.

PKK’nın telsiz konuşmalarından “durumunun zayıfladığına dair” ipuçları alınsa da Güneydoğu illerinde, ilçelerindeki saldırılarda verdiğimiz şehit ve yaralıların arkası kesilmedi.

“Artık analar ağlamayacak” diye başlanılan süreç bütün ülkenin ağladığı bir noktada… Tüm ümidimiz güvenlik güçlerimiz daha fazla kayıp vermeden bölgenin terörden temizlenmesi.

Abd değinmiyor

ABD sadece “Türkiye ile IŞİD’ e karşı işbirliği, sınır güvenliği” konusunda konuşup PKK’ya ve onun Suriye-Irak uzantılarına destek verirken bunun kolay olmayacağı da ortadadır.

Başbakan Davutoğlu ve Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar Ankara’ya gelen ABD Genelkurmay Başkanına açıkça “PYD’nin silahlı güçleri Fırat’ın Batısında ilerliyor ve siz hava desteği sağlıyorsunuz” demişken buna değinen tek cümleleri olmadı.

“IŞİD savaşçılarının Türkiye’den Suriye’ye geçmesi artık daha zor” diye memnuniyet belirtiyorlar ama bu savaşçıların Türkiye’de kurdukları hücreler ve bombalı eylem hazırlıklarıyla ilgilenmiyorlar.

Işid ve pkk

İstihbarat raporuna göre Ankara’dan 450 kişi IŞİD’e katılmış, bunların 100’ü Suriye’de “bombalı saldırı eğitimi” almış. Bu teröristler Türkiye içinde dağılmış halde, nasıl bir tehlike oluşturduklarını düşünebiliyor musunuz?

Acaba ABD’nin her ülkede her olayla ilgilenen istihbarat örgütü CIA’in yardım için bir katkısı olmuş mu?

Yıllar öncesinden “PKK’ya karşı istihbarat işbirliği yapağız” sözü veren ABD acaba bugüne kadar PKK’ya karşı Türkiye’ye nasıl bir yardımda bulunmuş?

Esad’ın daha en az 2 yıl iktidarda kalacağı bildirildiğine göre Rusya ve Esad’ın Türkmenleri de katlederek, yurtlarından sürerek Türkiye sınırlarını ele geçirmeleri konusunda ABD ne yapmış?

Güvenli ülkeler…

Avrupa’da bazı ülkeler sadece Suriyeli sığınmacıları değil, “Müslümanları” sınırlarından geçirmeyeceklerini kesin bir dille açıkladı.

Fransa eski Cumhurbaşkanı Sarkozy ise Obama’ya “Türkiye’yi AB üyeliğine almamalarının mantıklı nedenlere dayandığını, ABD’nin kolay giriş yapılabilecek tek sınırı olan Meksika sınırını yüzlerce kilometrelik dikenli tellerle çevirdiğini” söylemiş.

Türkiye’nin “güvenli ülkeler” listesinde olmamasına rağmen AB’nin “mülteciler üzerinde pazarlık yapması ve Türkiye ile ilişki geliştirmesine” tepki göstererek “üyelik için her türlü şantajı reddediyoruz” demiş.

Fransa’nın mevcut Cumhurbaşkanı Hollande ise “Türkiye’nin AB üyeliğinin referanduma tabi” olduğunu söyledi biliyorsunuz.

Bunlar olurken Alman Başbakanı Merkel “AB’ye karşı Türkiye’yi tutuyor” havalarda “Mülteci sorununun çözümü için Türkiye’yle hareket etmeliyiz” diyor, sadece paradan söz ederek 3.5 milyar Avro’luk yardım konusunda “yardımın doğru olduğunu” söylüyor.

Ya Türk denizlerindeki bot faciaları, ya Türkiye’de devrilen mülteci otobüsleri, ya yüzlerce can kaybı, Akmerkez’in önünde bile sokaklarda yatan Suriyeli çocuklar?

ABD ve AB’nin bencil ve aldatıcı politikaları artık saklanamaz ve asla kabul edilemez durumdadır.

Yazının devamı...

‘Tek kamara’meselesi!

İçinde bulunduğumuz sıkıntılı süreç karşı karşıya olduğumuz iç ve dış sorunlarla devam ediyor.

Güneydoğu’da terör ve bu teröre karşı operasyonlar sürüyor. PKK artık güvenlik güçlerinin yanında sivil halkın evlerine ve şiddetten kaçmak isteyen vatandaşlara saldırılarda bulunmaya başladı.

Bu saldırılarda yaralanan ve hayatını kaybeden siviller var. Ankara’da, İstanbul’da “eylem yapma hazırlığında olan” IŞİD üyelerinin yakalandığı haberleri veriliyor, bu tehlikeli örgüt de ülkede konuşlanmış durumda…

Kendisi savaş uçaklarını ve askerini istediği bölgede, istediği ülkeye karşı özgürce kullanan Obama Irak Başbakanı ile görüştükten sonra Türkiye’ye ikinci kez “askerini Irak’tan çek” çağrısı yaptı.

Artan nüfus!

Her ne kadar biz Avrupa Birliği sınırları içinde “serbest dolaşıma sahip olacağımıza” inansak ve verilen bu sözle milyonlarca mülteciyi kendi ülkemizde tutmayı üstlensek de AB ülkelerinin kaçının bunu kabul edeceği belli değil.

Slovakya Almanya’nın Köln şehrinde yılbaşı gecesi yaşanan taciz olayını neden göstererek “Müslüman sığınmacıların ülkeye girişine izin verilmeyeceğini” açıkladı. Bu ülke 2015’te sığınma başvurusunda bulunan 169 kişiden yalnızca 8’ini kabul etmiş ve bundan sonra tek yardımı “Schengen sınırlarının korunması”na yönelik yapacağını bildirmiş.

Alman Dışişleri Bakanlığı da “Sığınmacı akını nedeniyle Schengen vizesinin tehlikede olduğunu” bir hafta önce açıklamıştı. Bunları birlikte düşündüğümüzde 75 milyonun üstünde nüfusu olan bir ülkeye AB’nin “vizesiz dolaşım” hakkı vereceğine inanmak kolay mıdır?

Perşembe akşamı CNN Türk kanalında bir anonsta “Fazla uzun olmayan bir süre içinde Türkiye’nin 100 milyona yaklaşan nüfusuyla ‘su sıkıntısı çeken ülkeler’ arasına gireceği” söyleniyordu.

Bütün başkanlar…

Bunlar, hak ettiği şekilde düşünülmesi ve çözüm aranması gereken sorunlardır. Oysa neredeyse konuşulan tek konu “yeni anayasa ve başkanlık sistemi”…

Muhalefet partileri “başkanlık sistemini kabul etmeyeceklerini” açıkladıklarına göre bir referandum daha kaçınılmaz görünüyor. Bu durumda yapılan tüm konuşmalar halkı bu referanduma alıştırma ve başkanlık sistemini tanıtma anlamı taşımaktadır.

Kısacası “sandıktan kurtulamayan” bir gidiş içindeyiz.

Başbakan Davutoğlu Türkiye’de başkanlık sisteminde “parlamentonun 2 kamaralı değil, tek kamaralı olacağını” söyledi. Yani “başkanı denetleyecek ikinci bir meclis; bir senato” olmayacak, bugünkü tablo ile sistem değişecek. Aynı konuşmada “Başkan bir kararname çıkarır, yasama beğenmezse onu ilga eden bir yasa çıkarılabilir” diyor.

Peki, istediği her yasayı çıkaracak Meclis çoğunluğuna sahip bir iktidar varsa “tek kamaralı”yasama kararnameyi nasıl değiştirecek?

Bazı şartlarda “Meclis’i fesh etme” yetkisi de olan, AYM ve HSYK üyelerinin çoğunu kendisi veya partisinin seçtiği bir başkanla bu sistem nasıl “güçler ayrılığına daha uygun” olacak? Kısacası “denge ve denetim” nasıl sağlanacak?

Bundan sonraki bütün başkanlar düşünülerek öncelikle bu soruların cevaplarının netleşmesi gerekiyor.

Yazının devamı...

Parlamenter sistem fetiş mi?

Cumhurbaşkanı Erdoğan muhtarlara yaptığı son konuşmada; Fransa yarı başkanlığa geçerken bizim “parlamenter sistemi fetiş haline getirdiğimizi” söyledi.

Öncelikle “fetiş” ne demek ona bakalım. Fetiş “ilkel toplumlarda tapınılan ya da uğur getirdiğine, koruduğuna inanılan nesne” olarak geçiyor sözlüklerde…

Görüldüğü gibi fetiş “ilkel toplumlar”a özgü bir durum, çağdaş toplumlarda ise siyasette, demokrasinin erdemine inanan ülkelerde devlet sistemlerinin kararında “tapınma veya uğuruna inanma” gibi bir şey söz konusu değildir.

Ancak o ülkenin mevcut yapısında “bir sistemin uygulanıp uygulanamayacağına, sonucun ne olacağına” bilimsel olarak bakılır.

Üniter-parlamenter

Cumhurbaşkanı Erdoğan bir hafta önce yaptığı konuşmada “Üniter devlette başkanlık olur mu” konusunda “Hitler Almanyası’nda da üniter devlette başkanlık vardı, olmaz diye bir şey yok” demişti.

Son konuşmasında ise ifade biraz değişti ve “Almanya parlamenter sistemle yönetiliyordu, buna rağmen Hitler gibi bir diktatör üretebildi” dedi.

Aslına bakarsanız, Hitler Almanyası hiçbir yönüyle 21’inci yüzyıl Türkiye’sinde örnek gösterilecek bir özellik taşımamalıdır. Ayrıca bu konu gerçekten son derece teknik ve karışık bir konudur.

Karışık olduğu için daha önce de yaptığım gibi Batı ülkeleri ve Türkiye sistemleri hakkında karşılaştırma uzmanlığı olan Anayasa Hukukçusu Doçent Dr. Ekrem Ali Akartürk’ten bilgi aldım.

Parlamento devre dışı

Akartürk; Hitler’in o dönemde Başbakan olduğunu ama “olağanüstü yetkiler”le geldiğini, ülkeyi “kararnamelerle yönettiğini”, “parlamentoyu devreden çıkarttığını” söylüyor.

O geldiğinde Almanya’nın “federal bir yapıya ve sisteme sahip olduğunu” ve Hitler’in ilk iş olarak federal sistemden “üniter yapıya” döndüğünü, zira hiçbir diktatörlüğün federal sistemde yaşayamayacağını vurguluyor.

Başkanlık sistemine tek başarılı örnek olarak gösterilen ABD’deki eyaletlerin her birinin “ayrı bir devlet” olduğunu, örneğin Teksas Valisi’nin “seçimle gelen Teksas devlet başkanı” olduğunu, onların yetkilerinin ise “başkanın yetkilerini törpülediğini” anlatıyor. (ABD’de bu devletler baştan var, sonradan “Birleşik Devletler” adı altında bir araya geliyor.)

Benzerlik yok

“Başkanlık sistemiyle yönetilen” ve bu sistemin başarılı olduğu bir üniter devlet örneği dünyada yok. Ekrem Ali Akartürk, ayrıca ABD’de denetim yapabilecek 2 meclisten “senato”nun bu federe devlet temsilcilerinden oluştuğunu hatırlatıyor.

Başkanlık sisteminin başarılı olması için “milletvekillerinin doğrudan halk tarafından seçilmesi, partilerin ‘disiplinli, otoriterleşmiş yapılar’ yerine ‘serbest parti’ olması”, ABD tipi başkanlıkta başkanın “kararname ile ülke yönetmesi”nden veya “meclisleri feshetme yetkisi”nden söz edilemeyeceği gibi konuların önemini de göz ardı edemeyiz.

Başkanlık sistemi-parlamenter sistem karşılaştırması öyle TV’lerde yapılan bazı konuşmalardaki gibi “bence, bana göre” şeklinde görüşlerle yapılacak kadar basit bir karşılaştırma değil. Bu nedenle detayları tartışmaya devam edelim.

Yazının devamı...

Ağlayan Obama!

ABD Başkanı Barack Obama kendi ülkesini, kendi vatandaşlarını ilgilendiren bir açıklama yaparken ağlamış.

Oldukça duygusal bir görüntüydü ama acaba aynı Obama başka ülkeler ve onların vatandaşları için de bu kadar duyarlı mı?

Obama’nın gözyaşlarını gördüğümüz konuşma “ABD’de silahlı şiddeti önlemek için silah satışlarını ve kullanım hakkını kısıtlama” ile ilgili…

Böylece ABD’de insan hayatı daha sıkı şekilde korunmuş olacak. Oysa örneğin; Suriye’deki savaştan kaçan ve Türkiye’den Yunanistan yoluyla Avrupa’ya geçmek isteyen mülteci ailelerin çoluk çocuk yüzlercesinin boğularak ölmesi hakkında konuşmuyor.

Balinalar kıyıya vurduğunda bile insanlar acı çekerken, kıyıya vuran küçücük çocuk bedenleri ABD ve AB ülkelerini üzmüyor.

Ortadoğu oyunları

Ortadoğu’da “4 parçalı Kürdistan” kurulsun diye kıyılan masum canlar Obama’nın gözlerini yaşartmıyor.

Rusya ile Esad’ın “Türk sınırına yakın noktaları ele geçirmek için” yaptığı ortak operasyonlarla köyleri bombalanan, canlarını yitiren, yerinden yurdundan sürülen Türkmenler de öyle…

Türkiye’nin Suriye sınırının büyük kısmını ele geçirmiş olan PYD ve diğer Kürt örgütlerini ise neredeyse kendi vatandaşları gibi koruyor, her şekilde destekliyor. Bunu yaparken enteresan şekilde Rusya ve Esad ile “müttefik gibi” hareket ediyor. Sonra dönüyor ve IŞİD’le ilgili bir açıklama yaparak, Türkiye’nin aleyhine olan bütün bu faaliyetinin IŞİD’le ilgili olduğu imajı yaratıyor.

Türk sınırındalar!

Bunlar olurken ABD Kongre üyeleri için hazırlanan raporda “Dış ve iç politikadaki son gelişmelerle Türkiye’nin bölge politikalarını şekillendirme potansiyelinin azaldığı”na dikkat çekilmiş.

Aynı sırada Rusya’nın ünlü bir dış politika yazarı “Rus destekli güçlerin Türk sınırına yaklaşmaya devam edeceği”nin görüldüğünü vurguladı.(Cumhuriyet’in röportajı)

Ortadoğu’da ABD, Rusya, Suriye rejimi, Barzani ve İsrail’in içinde olduğu bir proje yürütülüyor ve bu “Türkiye açısından hiç iç açıcı” bir proje değil.

En büyük göç

AB’nin “mültecileri Türkiye’ye hapsetmek ve Batı’ya geçişlerini önlemek” karşılığında Türkiye’ye verdiği sözler ile ABD’nin Türkiye ile ilgili politikası arasında benzerlik var, ikisi de tuzak gibi.

Uluslararası Göç Örgütü “2015’te 1 milyondan fazla mültecinin illegal yollardan Avrupa’ya ulaştığını, bunun ise kıtanın 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde yaşadığı en büyük göç dalgası olduğunu” açıkladı.

Düşünün, koca Avrupa kıtasına bir yılda 1 milyon göçmen bu paniği yaratıyor.

Türkiye bir kıta değil, ülke ama bir-iki yılda 2.5 milyon Suriyeli’yi aldı. Bu göçmenlerin yaşadığı bot facialarının büyük sorumluluğunun yanında bitmeyecek maddi-manevi sorumluluklar altına girdi.

Onlarca yıldır Türkiye’de görülmeyen birçok hastalığın tekrar ortaya çıktığını doktorlar açıkladı, sadece bu konular bile çok titiz bir önlemler paketi gerektirir.

Batı’nın, “sadece kendini ve kendi geleceğini düşünen” planlarını yutmadığımızı onlara bildirmek zorundayız. Saf yerine konmak bize yakışmıyor!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.