Şampiy10
Magazin
Gündem

‘Toprak bütünlüğü’ meselesi!

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Putin’le görüştükten sonra “Suriye’nin toprak bütünlüğünü hiç kimse tehlikeye atmamalıdır” dedi.

Suriye ve Irak’ın toprak bütünlüğünün “bizim temel hedefimiz” olduğunu, “buraların parçalanmasına tahammülümüzün olmadığını” söyledi. Cumhurbaşkanı, Menbiç’te “Rusya ile birlikte koalisyon güçleriyle işbirliği yapmak istediklerini” de belirtti.

Suriye ve Irak’ın toprak bütünlüğünün korunmasından yana olduğumuzu yıllardır söylüyoruz ama acaba hala bu konuda ısrar mümkün mü?

Kısa süre önce Türkiye’ye gelen IKBY Başkanı Mesut Barzani bu ziyaretten önce gazetecilerin sorularını cevaplarken daha önce söylediklerini tekrarlamıştı (24 Şubat 2017).

“Irak ve Suriye’nin resmi sınırları anlamsız hale geldi… Artık Suriye ve Irak’ta nasıl birleşik bir ülkeden (üniter anlamında söylüyor) söz edebiliriz? Irak’ın güçlü bir merkezi yönetiminin olduğu dönemler eskide kaldı.”

Başka bir işbirliği

Bilindiği gibi IKBY topraklarını iyice genişletti ve bölgeye “Irak Kürdistan Bölgesi” diyorlar.

Irak Hükümeti ve ABD, Barzani ve peşmerge ile Musul’da da işbirliği yapıyor. PKK Musul civarında yeni “Kandil’ler” kuruyor.

Suriye deseniz, Rojova adı altında Kürdistan ilan ettikleri için Barzani “sınırlar anlamsız hale geldi” diyor.

Bizim “toprak bütünlüğünden yanayız” dememiz bir şey değiştirecek mi?

Rusya ile birlikte Menbiç’te koalisyon güçleriyle işbirliği yapmak istememiz de biraz geç bir karar gibi.

“Koalisyon güçlerinin başındaki” ABD Menbiç girişine TSK’yı engellemek üzere güçlerini yerleştirdi, Esad, Rusya ve PYD de yanında. Kobani’deki PKK sorumlusu da (nedense) Rus basınına açıklama yapmış ve “PYD-PKK’nın Menbiç’te özerk sivil yönetim kuracağını” söylemişti ve hemen arkasından ilan ettiler ve binlerce PKK’lı teröriste kamplarda eğitim veriliyor.

Yaman çelişki

“Suriye’de ABD ile Rusya’nın aynı safta yer aldığını” bu son haberler çıkmadan çok önce yazmıştım, o nedenle ABD Senatörü John Mc Cain’in “Türkiye’ye karşı Rusya’yla aynı tarafta olduk” demesi beni hiç şaşırtmadı.

Beni şaşırtan, Rusya’nın zaten halihazırda “ABD ve koalisyon güçleriyle birlikte hareket etmesine” rağmen Türkiye’ye karşı “böyle bir durum yokmuş gibi” davranması.

Benzer bir çelişkili tutumu Barzani’nin göstermesi, Türkiye ile işbirliği varmış gibi bir imajın arkasında başka planlar geliştirmesi.

ABD Senatosu’nda bile Türkiye’ye karşı oynanan ortak oyuna tepki gösteren siyasetçiler varken bizim de bu çelişkili gelişmelere göre davranmamız gerekiyor.

TSK’nın Menbiç’in batısında bulunan Esad rejimi güçlerine ve YPG (PYD)’ye top atışları yaptığı, çok sayıda rejim askerinin öldüğü ve yaralandığı Suriye resmi haber ajansı tarafından duyuruldu.

PYD-PKK’lı teröristler Menbiç köylerine “Suriye rejim bayrağı” çekiyor.

Suriye rejimi, Rusya ve ABD’nin de karışacağı çok tehlikeli bir savaşın içine atılmak büyük bir hata olacaktır.

Planlar “Türkiye’yi bu savaşa itmek” için de yapılmış olabilir, dikkatli olalım!

Yazının devamı...

Türkiye-AB çekişmesine dönüyor!

Hollanda’nın Türk bakanları ülkesine sokmaması, polisinin atlar ve köpekleri Türk protestocuların üzerine sürerek yaralanmalarına sebep olması AB tarihinde rastlanmamış bir skandaldı.

Türk Hükümeti Hollanda’ya 2 nota verdi. Türk bakanlara ve vatandaşlarına yapılan kötü muameleyi kınadı, özür beklediklerini, ihlallerin araştırılarak cezalandırılmasını istedi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan “Diplomasinin ne olduğunu öğrenecekler. Bunun bedelini ödeyecekler” derken Hollanda Başbakanı Rutte “Türkiye Hükümeti’nden tehditler geldiği sürece hiçbir zaman müzakere yapmayacaklarını” söyledi.

Türkiye ise “Görüşmelerin askıya alındığını, Belçika Büyükelçisi’nin Türkiye’ye gelmesinin yasaklandığını” açıkladı.

Nereye varacak?

Almanya ve Hollanda ile süren diplomatik kriz kolay kolay kapanacak gibi bir durum değil...

Hollanda’dan sonra Danimarka da “Hollanda’da yaşanan kriz sebebiyle Başbakan Binali Yıldırım’ın Danimarka ziyaretinin ertelenmesini” istedi.

Arkasından İtalya’nın aşırı sağcı “Kuzey Ligi” lideri Salvini “Türkiye Avrupa değildir ve hiçbir zaman olmayacaktır… Türk bakanlar İtalya’ya hoş gelmezler” dedi.

Fransa “Türkiye’nin faşist ve Nazi sözlerinin kabul edilemeyeceğini” açıkladı.

Belçika, MHP’nin Anvers’te yapacağı 2 toplantıyı “Kamu düzeni açısından tehdit oluşturması” gerekçesiyle iptal etti.

Avusturya’nın ise tüm AB ülkelerine “Siz de kabul etmeyin” çağrısı yaptığı biliniyor.

Başbakan’ın sözleri

Yaşanan kriz konusunda TV tartışma programlarında konuşan emekli büyükelçilerin sözlerine dikkat etmek lazım.

“Eğer bir ülke bir başka ülkenin hükümetine ‘gelmeyin, uçuş izni yok’ demişse bu konuda ısrar edilmemesi gerektiğini” hatırlatıyorlar.

Başbakan Binali Yıldırım Hollanda krizinden bir hafta önce bir TV kanalında “Hollanda’da seçim olacağını ve ayın 14’ünden önce orada bir etkinlik yapılmasının mümkün görünmediğini” söylemiş.

Bu bilinmesine rağmen 12 Mart’ta Hollanda’da etkinlik yapılmasına karar verilmesi Başbakan’ın bilgisi dışında gelişen bir durum mudur, bu çelişki önemli.

Zarar görmeyelim!

AB Bakanı Ömer Çelik “Milli onurumuzu koruyacak adımlar atmak lazım. Hollanda’nın yaptığı gibi cevap verirsek Türkiye Cumhuriyeti’ni alt lige düşürürüz” dedi.

Yaşanan krizle ilgili olarak AB’nin aşırı sağcı parti liderlerinin yaptığı kışkırtıcı, ırkçı konuşmalar ortadadır.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta; onları haklı çıkaracak, aynı kışkırtıcılıkta cevapların verilmemesi, galeyana gelerek “diğer Batı ülkelerinin de benzer kararlar almasına” yol açılmamasıdır.

Yaşanan gerginlikler sonrasında AB ülkelerinde yaşayan Türkler için hayatın çok daha zorlaşacağı, Türkiye’nin Batı’dan tümüyle kopacağı, ayrıca “turizm ve diğer ticari ilişkilerde zarar göreceğimiz” unutulmamalıdır.

İnsan hakları ve demokrasiye Türkiye içinde gereken değeri verirsek ve cevaplarımızda da diplomasiye dikkat edersek Hollanda, Almanya gibi ülkeleri özür noktasına getirmek çok daha kolay olacaktır.

Yazının devamı...

Senatör Başkan’a karşı!

Referanduma sunulacak olan anayasa değişikliğinin temel dayanağı için önce “başkanlık sistemi” denmiş, ABD ve Meksika gibi ülkeler örnek gösterilmişti.

Sonra dünyada başkanlık sistemiyle yönetilen ülkelerle, özellikle de “Başkanlığın başarıyla uygulanabildiği tek ülke” olarak gösterilen ABD ile benzerliği olmayacağı anlaşılınca “Türk tipi başkanlık” olarak değişti.

En sonunda da “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adında karar kılındı. Referanduma haftalar kalmış olmasına rağmen adeta bir “genel seçim”e gidiliyormuş gibi süren parti çekişmeleri ve o arada Suriye ve Irak sorunu “asıl anlatılması gerekenleri” ikinci plana itti.

Örneğin, bu sistemde en önemli eksik olarak görülen noktalardan biri “çok fazla yetkiyi tek elde toplayacak olan cumhurbaşkanlarını denetleyecek kurum” bırakılmıyor olması.

Daha güçlü meclis, nasıl?

Demokratik ülkelerde tek parti iktidarı da olsa, koalisyon da olsa icranın başı olan başbakanlar muhalefet partilerinin “hükümet kararları” ile ilgili sorularını cevaplamak zorundadır.

O ülkelerde “milletin doğrudan, kendi bölgelerinde ön seçimle” seçtiği milletvekilleri lideri veya başkanı onaylamak zorunda değildir, bağımsızdır.

Birçok Batı ülkesinde ve ABD’de partiler Türkiye’deki gibi “katı disiplinli parti” olmadığı için bağlayıcı grup kararları, liderin istediği anda disiplin kuruluna verip ihraç etmesi gibi durumlar da görülmez. (Türkiye’deki seçim sistemi ve Siyasi Partiler Kanunu ile devamlı görülüyor.)

Örneğin ABD’de “savaş ilan etme yetkisi” de Kongre’ye aittir, başkana değil.

Başkan veto etse de 2 meclis “üçte iki çoğunlukla” bir yasayı kanunlaştırabilir.

Başkanın yaptığı atamaların senato tarafından onaylanması gerekir.

Yani başkanın yetkileri “federatif yapı” ve “güçlü bağımsız yargı” dahil birçok şekilde denetlenirken 2 meclisli Kongre’nin gücü de başkanın üstünde tutulmuştur.

Bu bağlamda; Türkiye’de yeni sistemde “Meclis’in daha güçlü olacağı” söyleniyorsa, bunun nasıl mümkün olacağı da anlatılmalıdır.

Diyelim ki gelecekte cumhurbaşkanı seçilen kişilerden biri “Ben bu anayasayı da, Meclis’i de tanımıyorum. Ülkeyi yıllarca yalnız kendi kararnamelerimle yöneteceğim” demeye kalkarsa Meclis’in ve yargının elinde bunu önleyecek nasıl bir yetki olacaktı?

Trump’ın kararına sorgu

Kısa süre önce ABD’de Başkan Trump’ın partisinden, Cumhuriyetçi Senatör John Mc Cain “Trump’tan habersiz yapılması mümkün olmayan” Suriye politikasını eleştirdi.

CENTCOM Komutanı Orgeneral Votel’a “Suriye’de hata yapmakta olduklarını” söyleyerek “Kürtlerin endişelerinden dolayı tamamen yanlış şekilde kendimizi Türklere karşı Ruslarla iş birliği yapmış duruma soktuk” dedi.

Sadece bu örnek bile, sayıları kaç olursa olsun Türkiye’de bir parlamenterin asla sahip olmadığı ve mevcut seçim sistemiyle olamayacağı bağımsızlığı gösteriyor.

“Daha güçlü bir Meclis” ancak “daha bağımsız bir Meclis”le mümkün olabilir.

Yazının devamı...

İç ve dış politikada zor süreç!

Dün Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Hollanda’ya gitmek üzereyken Hollanda görülmemiş bir kararla Çavuşoğlu’nun “uçuş iznini iptal ettiğini” duyurdu.

Bakan Çavuşoğlu “Bugün Rotterdam’a gidiyorum, Hollanda uçuş iznini iptal ederse çok büyük yaptırımlarımız olur” dedi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan da sert bir açıklama yaparak şunları söyledi:

“Bugün Çavuşoğlu Hollanda’da vatandaşlarımızla buluşmaya gidecekken kendisine ‘uçuşa yasak’ haberi geldi… Bunlara yönelik uygulamaları 16 Nisan’dan sonra başlatacağız.

Bakalım senin uçakların Türkiye’ye nasıl gelecek? Tabii burada diplomasiyi konuşuyorum, vatandaşların seyahatini değil.

Bunlar bu kadar korkak, bunlar Nazi kalıntısı, faşist”…

Hollanda’nın aldığı karar gerçekten bir diplomatik skandaldır. Aslında “uçuşa yasak” demek, “bu ülkeye girmenize izin yok” demektir. Bir devletin, bir başka devlet Dışişleri Bakanı’na karşı asla vermemesi gereken bir karardır.

Dikkat noktasındayız!

Almanya’nın “Türk yetkililerin yapmak istediği referandum etkinliklerine izin vermeyeceğini” açıklamasından sonra 4 Mart’ta Hollanda da “aynı kararı aldığını ve Ankara’ya bildirildiğini” açıklamıştı.

Almanya’ya “Nazi dönemini hatırlatmak” ve ağır sözler kullanmak olumlu bir sonuç doğurmadı. Aksine iki ülkenin ilişkileri ciddi ölçüde gerildi.

Hollanda’nın 4 Mart’ta açıkladığı karardan sonra bu ülkeye gitmemek, olayı inatlaşma noktasına getirmemek diplomatik açıdan daha doğruydu.

Türkiye eğer bir yaptırım uygulayacaksa bunun için “16 Nisan’ı, referandum sonucunu beklemek” neden gerekli anlaşılmıyor ama beklense de, beklenmese de “AB ülkelerinin tepkiyle topluca benzer kararlar almasına neden olacak açıklamalar” yapmamak yerinde olur.

Bu ülkelerle turistik, ekonomik ilişkilerimizin, Suriye ve Irak’taki karmaşada “koalisyon güçleri” olarak alacakları kararların etkilenmemesi, ayrıca dünyaya karşı zor duruma düşmememiz açısından azami dikkat etmemiz gereken bir süreçteyiz.

Türk vatandaşlarına AB’de “vizesiz dolaşma izni” verilecek derken, Hükümet üyelerine izin verilmeyecek noktaya gelmek imajımıza büyük zarar verir.

Referandum saldırıları

Dış politikada bu beklenmedik gelişmelere üzülürken içerde de şiddet olaylarının arttığı bir kampanya süreci yaşanıyor.

Bazı illerde broşür dağıtanlar gözaltına alındı.

Meral Akşener’in billboard afişleri toplatıldı. Mersin’de Yusuf Halaçoğlu ve Ümit Özdağ’ın katıldıkları toplantı bir kez daha kalabalık bir grubun saldırısına uğradı.

Sinan Oğan’ın bir üniversitede konuşurken uğradığı saldırıdan sonra Devlet Bahçeli “Ülkücüler başladığı işi yarım bırakmaz” demişti, bu sözden sonra dün Oğan’ın aracının lastiklerinin bıçaklandığı haberi duyuldu.

Bu olayları yaratanlar “Hareketin lideri Devlet Bahçeli” sloganları atıyor ancak burada “kimin yaptırdığı” kadar önemli diğer nokta “nasıl yapılabildiği”dir.

Tüm siyasetçi ve sivil grupların kampanyaları “devlet güvencesinde” olmalı, İçişleri Bakanlığı güvenliği sağlamalıdır.

Yazının devamı...

‘Mumla aramak’ ve MHP’den ihraçlar!

Daha önce birçok liderin, cumhurbaşkanının danışmanlığını yapmış, hangi sözün nereye varacağını bilmesi gereken bir isim İlnur Çevik.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başdanışmanı olduğuna göre ve Türkiye çok sıkıntılı bir referandum süreci içinde olduğuna göre böyle bir ortamda nelerin söylenip söylenmeyeceğini de bilir.

Buna rağmen; yapılacak yeni anayasa oylamasında “Hayır” oyu verecek olanlara hitaben:

“7 Haziran sonrası Türkiye’deki kaos ve istikrarsızlığı mumla ararsınız” demesi seçmenin bir kesimine tehdit niteliğinde, önemli bir siyasi yanlıştır.

7 Haziran bir referandum değil, “genel seçim”di. Partiler “iktidar için” yarışıyordu.

Hiçbir partinin “tek başına iktidar” olacağı sonuç çıkmadığı için “koalisyon” söz konusu olmuş ve o nedenle istikrarsız bir dönem yaşanmıştı. (Devlet Bahçeli bugünkü uyumu o zaman gösterse yaşanmayacaktı.)

Uzun lafın kısası, 7 Haziran genel seçimi ile bugün kıyaslanamaz.

Acaba İlnur Çevik, bu sözü “hangi somut nedene dayanarak, neyi kast ederek” söylediği sorulsa cevaplayabilir mi?

Eşitsiz ortam!

Bu süreçte yeni anayasaya karşı çıkanların yaptıkları toplantılar basılıyor, gösterilerin izinleri kaldırılıyor, belediyeler tarafından engellemeler yapılıyor, Bilgi Üniversitesi’nde “Kadınlar Günü” kutlaması yapan öğrencilere bile bıçaklı saldırılar oldu.

Silahla saldıranlar, sosyal medyada silahla “Hayır oyu verecek vatandaşları” tehdit edenler, çocuk tecavüzcüleri ve suçluların çoğu serbest.

Yargıda ve Emniyet’te böyle bir tablo ile ülkedeki kaos sürerken “referandum sonucunda kaos” iddiasında bulunmak bu açıdan da yanlıştır.

Yargı ve polis “referandum öncesinde de, sonrasında da” görevini tarafsız ve adil yapmak zorundadır.

Bu yanlış kararlara müdahale olmadığı takdirde zaten adalet şimdiden kaybolmuş demektir.

Meclis denetimi olur mu?

Meral Akşener’den sonra MHP’den Sinan Oğan, Yusuf Halaçoğlu, İsmail Ok ve Nuri Okutan da Disiplin Kurulu kararıyla ihraç edildiler.

Milletin oylarıyla seçilen bazıları milletvekili, bazıları parti üyesi olan ve MHP tabanının, il teşkilatlarından çoğunun benimsediği bu isimleri birkaç kişiden oluşmuş bir disiplin kurulu neye dayanarak ihraç ediyor?

Her nedense yargıdan kararı bir türlü çıkmayan ama demokratik hakları olan “olağanüstü kurultay” istedikleri için mi, “Bahçeli’nin tercihi doğrultusunda oy kullanmayacaklarını” açıkladıkları için mi?

Aslına bakarsanız bu olay, olası bir başkanlık (veya benzeri) sisteminde “Meclis denetiminin neden olamayacağı”na güzel bir örnektir.

Türkiye’de değiştirilmeyen Seçim sistemi ve Siyasi Partiler Kanunu nedeniyle “doğrudan millet tarafından seçilemeyen” milletvekilleri, lider ve parti yönetiminin isteğine göre yönetilirler, özgür iradeleriyle davranmalarına izin verilmez.

Bunu yaptıkları takdirde “partiden ihraç etmek” bile liderin isteğine bağlıdır.

Devlet Bahçeli bu şekilde davranarak partisinin önemli isimlerinden kurtulmuş olmuyor, tam aksine daha fazla tepki topluyor.

Yazının devamı...

Kadınlar ve çocuklar!

8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlandı. Geçen haftadan başlayarak toplantılar yapıldı, bunların bazılarında “kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olduğu, bu hakların giderek daha iyiye doğru değiştiği” söylendi.

Türk kadınlarının “siyasete girmiş olması”, erkeklerle eşit haklara sahip olduklarının söylenmesi ne yazık ki hiçbir şey ifade etmiyor.

Türk kadınları “seçme ve seçilme hakkı”nı bundan 82 yıl önce, birçok Batı ülkesinden önce kazandı, yani kadınlar siyasete yeni girmiş değil.

1935 seçimlerinde TBMM’ye 18 kadın milletvekili seçilmişti ki Atatürk’ün “en az 50 kadın milletvekili olmalı” ısrarına karşılık Meclis’teki erkeklerin itirazıyla bu rakama ulaşılamamıştı. (Meclis bağımsızlığı)

Bugün ise 1 Kasım seçimlerinden çıkan sonuca göre Meclis’teki kadın oranı “yüzde 14.9” durumundadır. (7 Haziran’da yüzde 17.6 idi)

Gurur duyulacak bir ilerleme olmadığı gibi hala “rakip durumundaki” kadın siyasetçilere veya bir kadın milletvekiline tepki olarak “kadın kimliği” üzerinden acımasızca ve haksızca saldırıya geçilebildiği görülmektedir.

Cinayet ve tecavüzler

Geçen haftanın haberi; Aydın Efeler’de 17 yaşındaki kız 3 yıl boyunca şantajla 200 kişinin tecavüzüne uğradı.

Suçlulardan sadece 6’sı tutuklandı. Bundan daha korkunç bir olay ve karar olur mu?

İzmir Kiraz ilçesinde kız çocuklar kaçırılarak babaları, dedeleri yaşında adamlarla zorla evlendiriliyor. Yine geçen hafta 49 yaşında, evli ve 2 çocuklu adam 13 yaşındaki kız çocuğun evine girerek tecavüz etti ve tutuklandı.

Çocuk hamile ve ancak hamilelik ilerlememişse “çocuk yaşında bir tecavüz çocuğu doğurmak” zorunda kalmaktan kurtulabilecek.

Bu mağdur çocuklar bir de adliyede “tecavüzcülerle karşılaştırılarak, defalarca muayene edilerek” mağdur oluyorlar, psikolojileri iyice bozuluyor.

Bolu’da sevgilisi tarafından öldüresiye dövülen hamile kadın ancak itfaiyenin yardımıyla kaçıp kurtulabildi. Şiddet uygulayan şahıs 2008’de babasını öldürmüş ve serbest bırakılmış.

Yine serbest bırakılırsa bu kez belki hamile kadın da kurtulamayacak.

Yargıya müdahale

Türkiye yalnız Dünya Kadınlar Günü’nde değil, her gün “kadın ve çocuklara karşı ‘aile içi ve dışında’ şiddet-tecavüz, ‘çocuk gelin’ adı altında çocuk tecavüzleri” konularını tartışmak zorundadır. Bu çağdışı saldırılara en ağır cezaların verilmesi şarttır.

Konya’nın Karatay ilçesinde Kur’an kursunda okutmanların “cinsel taciz”ine uğrayan 5 çocuk davasında Diyanet müfettişleri rapor hazırlıyor ve cinsel istismarı görmezden gelerek çocukları suçlu çıkarıyor.

Yargı karar vermeden önce yapılan bu girişim, haberin medyada yer alması açıkça “yargıyı etkilemek ve müdahale”dir. Hukuk devletlerinde hiçbir kurumun böyle bir hakkı olamaz.

“Cezaevlerinde sıkışıklık var” denerek 100 bin mahkum açık cezaevine alınacak ve izin günlerinde halk arasına karışabilecek.

Adalet her şeydir. Kadınlardan söz etme hakkına ancak onları ve çocukları koruyabildiğimiz gün sahip oluruz.

Yazının devamı...

Düşünce özgürlüğü ve Menbiç konusu!

Almanya’nın Türk bakanların referandum mitinglerine izin vermemesi nedeniyle ilişkiler gerilmiş ve Türk bakanlar ile Cumhurbaşkanı Erdoğan Almanya’ya sert cevaplar vermişti.

Almanya dün açıklama yaptı ve “Nazi kıyaslamalarının her zaman absürd ve yersiz olduğunu, Almanya ve Türkiye’nin gereksiz eleştirilerden kaçınması gerektiğini” söyledi.

“Türk hükümeti üyelerinin Almanya’da etkinliklere katılması yasalar ve hukuk çerçevesinde mümkündür, zamanında ve açık olarak haber verilmesi kaydıyla” dediler.

Şu anda Batı ile aramızda oldukça gergin bir ortam oluştu. Suriye’de ordumuz zor ve tehlikeli bir sürecin içinde…

PYD saldırısı

“Kontrolün elimizde olduğunu söylediğimiz” El Bab’da dün PYD “TSK’nın bulunduğu bölgeye havanlı saldırı” düzenledi ve 4 askerimiz yaralandı. Böylesine kritik bir süreçte Batı’ya karşı açık bir düşmanca politika sergilemek yanlışına girmemeliyiz.

Türk hükümeti “Menbiç ve Rakka operasyonlarında kararlı” gözükse de PYD’nin yapmaya başladığı saldırılar, onun diğer ülkeler tarafından verilen desteğe ne kadar güvendiğini ve Suriye rejimi dahil birçok ülkeyle karşı karşıya geleceğimizi gösteriyor.

Türkiye, askerini açık bir tehlikeye atmamak için savaşı sürdürmek yerine açık konuşulan bir diplomasiyi, masaya oturarak çözüm aramayı denemelidir.

Nasıl bir referandum?

İktidara yakın bir köşe yazarı; Ak Parti toplantısında “yüzde 50+1 Hayır çıksa CHP o sabah iktidarın meşruiyetini tartışmaya başlar. Hemen erken seçim çağrısı yapıp gök kubbeyi başımıza yıkmaya çalışırlar” şeklinde konuşulduğunu yazmış.

Oysa Türkiye’de işler böyle yürümüyor.

Örneğin İngiltere’de referandumdan “AB’ye Hayır” sonucu çıkınca, karşı görüşü savunan Başbakan David Cameron kendisi istifa etmişti.

Türkiye’de ise arka arkaya seçim veya referandum kaybeden parti liderleri hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam ettiler.

Bu referandum tamamen “yönetim sistemini ve devlet yetkilerini kimin elinde tutacağını” oylayacak bir referandum.

Halk bunu kabul etmezse sistem eski haliyle devam edecek. Yanlış mesajlarla, “tuzak” benzeri başlıklarla bu konuyu saptırmak, seçmene de haksızlıktır.

Baskı olmamalı

AB ülkelerini “düşünce ve ifade özgürlüğü” konusunda sert şekilde eleştirirken “Evet ve Hayır olarak 2 seçenekli” bir referandumda, bir tarafın toplantılarının engellenmesi…

“Hayır demek eşittir çukur… FETÖ ve PKK da Hayır diyor… Hayır safına baktığınızda niyetler ortaya çıkıyor… 15 Temmuz’da bomba yağdıranlar bugünün Hayır’cılarıdır” gibi sözlerin devletin önde gelen isimleri tarafından sık sık tekrarlanması referandumun baskıdan arınmış bir süreçte ve ortamda yapılamayacağını gösteriyor.

Referandumda dinle ilgili bir madde olmamasına rağmen bir gazetede “Hayır’cılar İslam düşmanı ve kafirdir” diye yazan bile çıktı.

Milli iradenin bir bölümünü oluşturacak milyonlarca seçmeni suçlamak, hakaret etmek, hedef göstermek izin verilmemesi gereken eylemlerdir.

Aksi takdirde, korku içinde bir referandum demokrasilerde düşünülemez.

Yazının devamı...

Almanya ile ilişkiler ve Suriye!

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ ve Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci’nin Almanya’da yapacakları referandum mitinglerine izin verilmemesi iki ülkeyi karşı karşıya getirdi.

Bekir Bozdağ’ın sert açıklamalarından sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan da “Almanya ile ilişkilerin ciddi ölçüde bozulacağına” işaret eden açıklamalar yaptı.

Erdoğan konuşmasında: “Şu anda yüzlerce terörist Almanya’da terör estiriyor. Adalet Bakanı’na kampanya yeri vermiyorlar. Cemil Bayık Kandil’den konuşabiliyor, benim video konferansla konuşmama Anayasa Mahkemesi kararıyla engel oluyorlar” dedi.

Dün de Hollanda “Rotterdam’da Türk yetkililerin yapacağı referandum etkinliğini iptal ettiğini” açıkladı.

Türk ve Alman Dışişleri Bakanları 8 Mart’ta Almanya’da görüşecekler ancak ortadaki durum iki bakanın konuşmasıyla çözülebilecek kadar basit görünmüyor.

İki testi çarpışınca…

Almanya’nın yaptığı yanlıştır ama bu yanlışta ısrar etmesi için nedenler öne sürecektir. Örneğin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da vurguladığı gibi “terör tehlikesi içinde” olan bir ülkede çok kalabalık mitinglerde ortaya çıkabilecek terör riskini önlemenin zorluğu, nedenlerden biri olabilir.

Bunu dile getirdiklerinde, kendisi de büyük terör saldırıları yaşayan bir ülke olarak karşı çıkmamız zor olacaktır.

Almanya’da Merkel hükümeti zaten “aldığı mültecilerin yaratacağı sorunlar” öne sürülerek siyaseten zayıflatılmış durumda. Bu nedenle yeni bir terör riski yaratacak karar vermenin aleyhine işleyeceğini düşünüyor olabilir.

Göz önüne alınması gereken ihtimalleri iki bakanın görüşmesinden önce enine boyuna düşünmek doğru olur.

Almanya’da yaşayan Türklerin sayısının 2015’te 3 milyon olduğu biliniyordu, milyonlarca Türk vatandaşının yaşamlarının ortaya çıkan gerilimden olumsuz etkilenmemesi de önemli bir noktadır.

Yeni bir devlet…

ABD Savunma Bakanlığı “Rusya ve Suriye rejimine bağlı zırhlı araçların Menbiç’e girdiğinden haberdar olduğunu, bunun bir parçası olmadıklarını, tüm tarafların DEAŞ ile savaşmaya odaklanmasını istediklerini” açıkladı.

Oysa Menbiç DEAŞ’ın değil, (ABD desteğiyle) PYD’nin elindeydi…

Buna rağmen ABD sanki Türkiye’nin bu konudaki gelecek endişesini hiç bilmiyor gibi, kendi birliklerini ve zırhlı araçlarını da Menbiç’e göndermemiş gibi…

PYD’ye “Merak etmeyin Menbiç koalisyon güçlerinin kontrolünde” diye söz vermemiş gibi…

“Biz Suriye ve Rusya’nın Menbiç’e zırhlı araçlar gönderdiğini biliyoruz ama bunun içinde değiliz” diyor.

Aynı sıralarda PYD-PKK ile Barzani ve peşmerge arasında çekişme varmış gibi haberler yapılıyor. Rusya’nın “3 Mart’tan itibaren ‘Kürt milisler’ Menbiç’te mevzileri Suriye rejim güçlerine devretti” açıklaması ise bu “devir işlemlerinin” ne kadar kolayca değişebildiğinin göstergesidir.

Bugüne kadar neden beklediler acaba?

Deneyimli diplomat Onur Öymen’in vurguladığı noktaya dikkat etmek, ABD ve diğer ülkelerle çekişmek yerine “bölgede, Türkiye sınırında yeni bir devlet kurma girişimlerine tepkimizi” açıkça ortaya koymak gerekiyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.