Şampiy10
Magazin
Gündem

Bakan ‘hazırlıklı değiliz’ diyor!

Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki kısa süre önce “İstanbul’da deprem olursa felaket olur” demişti.

Pazar günü aynı sözü tekrarladı.

“Bilim adamları 2030’a kadar Marmara’da deprem olacağını ve en az 7.2 şiddetinde bir deprem beklendiğini söylüyor. Buna hazırlıklı mıyız? Değiliz… Kadere eyvallah diyorum ama bunun çaresi de hazırlıklı olmaktır.”

Bakan Özhaseki bu uyarıyı ilk kez yaptığında da bu konuya köşemde yer vermiştim.

Mehmet Özhaseki’nin “Depremin 7.2 şiddetinde beklendiğini ve buna hazır olmadığımızı” söylerken “Kadere eyvallah diyorum” demesi de dikkat çekiyor.

Çok sayıda işçinin hayatını kaybettiği iş kazaları, maden faciaları ve önlem alınmayan birçok olay için “kader” deyip çıkıyoruz ama yüzbinlerce can kaybı olabilecek İstanbul depremi konusunda ve daha şimdiden söylemek daha da şaşırtıcı.

Özellikle de Çevre ve Şehircilik Bakanı söyleyince…

En riskli 10 şehir

Alman Alfred Wegener Enstitüsü Eylül 2015’te “dünyada deprem riski en yüksek 10 şehir”i belirledi ve İstanbul listenin 9’uncu sırasında.

“2025’e kadar İstanbul’da deprem beklendiği, binaların depreme dayanıksız olmasının tehlikeyi arttırdığı” belirtilmiş.

Aynı listelerde ABD’nin Los Angeles, San Fransisco gibi şehirleri, Japonya’nın başkenti Tokyo da var.

Los Angeles çok önemli bir fay hattı üzerinde ve zaman zaman depremler olmasına rağmen binaların depreme göre yapılanması nedeniyle artık can kaybı olmuyor.

Tabii 8-9 şiddetinde bir depremde ne olur tahmin edilemez ancak her önlemi düşündüklerine şüphe yok.

Tokyo’da 1923’de “7.3” şiddetindeki depremde 100 bin kişi hayatını kaybetmiş. Tokyo yakınlarında 2011’de “9” şiddetindeki depremde 19 bin kişi hayatını kaybetmiş…

22 Kasım 2016’da “7.3” şiddetindeki depremde ise sadece 17 kişi hafif yaralanmış. Artık milyonlarca kişiyi önceden uyaracak şekilde uyarı sistemleri kullanılıyor ve binalar bu riske göre yapılıyor.

Japon uzman uyardı

Geçen Pazar, 19 Şubat 2017’de Yoshinori Moriwaki isminde, Türkiye’yi gezen bir Japon deprem uzmanı İstanbul’da bir konuşma yaptı ve şöyle dedi:

“Türkiye’de deprem büyüklüğü ve sayısı az ama ölü sayısı fazla… Binaların yüzde 68’i kaçak ve kontrolsüz proje, kontrolsüz inşaat. Doğru düzgün inşaat yapmak ve insanlara deprem eğitimi vermek lazım.”

Kısa süre önce Çanakkale Ayvacık ilçesinde 4.6, 5.3 şiddetindeki depremlerde evler taş ve çoğu tek katlı olduğu için çok şükür can kaybı olmadı.

İstanbul’da ise dev gökdelenler, yüksek apartmanlar var ve büyük depremin “2025’e kadar hangi tarihte” olacağı da bilinmiyor.

17 Ağustos 1999’da “7.5” şiddetindeki Gölcük depreminde 50 bine yakın can kaybı, 100 bine yakın yaralı olduğunu unutamayız.

Bu uyarıları Japon uzman yapabilir ama Bakanlık ve Belediye uyarı yerine “kaç bin binanın güçlendirildiğini, ne önlemler alındığını, uyarı sistemlerini” açıklamalıdır. Bir “deprem seferberliği” için geç kalınmasın!

Yazının devamı...

Sonu gelmeyen film!

Tom Hanks’in daha önce izlediğim bir filmini tekrar izledim; Charlie Wilson’ın Savaşı…

ABD Kongre üyesi ve Dış Politika Komite Üyesi olan Charlie Wilson’ın Afganistan savaşı sırasında Pakistan’a giderek eski devlet başkanı Ziya Ül Hak ile görüşür. Afganistan’dan Pakistan’a kaçan mülteci kamplarını ziyaret eder ve onların içler acısı halini görür.

Bu ziyarette gördüklerinden sonra ABD’nin “mücahitler” denilen cihatçıları desteklemesini sağlar.

Film gerçek bir hayat öyküsünden alınmış.

Peki, gerçeğin tamamı nasıl?

Pakistan, komşusu Afganistan’daki Sovyet işgali sırasında (ABD ve Suudi Arabistan’la birlikte) cihatçılara; “dini kullanarak halkı savaşmaya ikna eden” gruplara destek vermiş.

Taliban bu süreçte ortaya çıkmış.

Afganistan’dan Suriye’ye…

Ziya Ül Hak dünyanın çeşitli yerlerinden gelen cihatçıları Pakistan’a almış. O günden sonra Pakistan da Taliban ve türevi grupların saldırılarından kurtulamamış.

ABD’nin, Afganistan’daki cihatçıları Ruslara karşı eğitmesi Rus işgalinden 6 ay önce başlamış. Eğitiyor ve silah veriyor… Bu savaşta 2 milyon Afgan ölmüş, 2 milyonu yaralanmış.

Sonra yer değiştiriyorlar, bu kez Rusya “ABD’ye karşı” Taliban’a silah veriyor.

Bugün, yıllar sonra hala Taliban Afganistan’da ve Pakistan’da büyük tehdit oluşturuyor. Bu örgütü ve El Kaide’yi Ortadoğu’dan giden cihatçılar güçlendirirken, Ortadoğu’dakilere de bu iki ülkedekiler destek gönderiyor.

Çıkmaz sokak

10 Şubat 2017’de, kısa süre önce ABD’nin Afganistan Kuvvetleri Komutanı Org. John Nicholson “Afganistan’da çıkmazdayız” dedi.

“Afgan güçlerine destek için ‘birkaç bin askere’ daha ihtiyacı olduğunu, bunun ABD veya müttefiklerden sağlanabileceğini” bildirdi.

Taliban’ı Afganistan’da başlatan ve güçlendiren ABD, şimdi Taliban’a karşı Afganistan’da savaşmak üzere “müttefiklerden” asker istiyor.

Bunları neden hatırlama ve hatırlatma gereği duydum, çünkü bu terör örgütlerine karşı savaşlar başladı mı, bitmek bilmiyor.

Hangi ülkenin, hangi acımasız terör örgütünü desteklediği ve sonra kendi başına bela ettiği de belli olmuyor.

Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş birkaç gün önce şöyle dedi:

“El Bab’da TSK’nın karşısındaki DAEŞ’li teröristin bir elinde ABD, diğer elinde Rus silahı var…

PYD’ye her tür silahı kim, zırhlı araçları verenler kimler ve ne için veriyor? DEAŞ’ı kim çıkardı? Bunlara siyasi destekleri, mühimmat desteklerini kim verdi?”

Suriye’de El Bab’da durum bu iken, Menbiç, Rakka diyerek savaşın daha da içine gireceğiz.

Sonunda bu kentlere hangi güçlerin yerleştirileceği de belli olmayacak. Sonsuza kadar orada kalamayacağımıza göre önce ABD’den bu planı öğrenmek gerekir.

Ayrıca… “Türk sınırında koridor tamamlanmasın” diye savaşırken Fırat’ın doğusundaki ve Hatay’ın bitişiğindeki PYD kantonlarının daha az tehlike oluşturacağını mı düşünüyoruz?

Suriye’de savaşma konusunda karar verirken Afganistan ve Pakistan’da oynanan oyunları da akılda tutalım.

Yazının devamı...

Vatandaş hakları ve bonkörlüğü

Günlerimiz ve gündemimiz terör, savaş ve referandum konuları arasında geçiyor.

Oysa çok önemli başka sorunlarımızın üzerinde durmamız da lazım. Örneğin; Batman’ın Sason ilçesinde 4 çocuğu olan bir babanın “ilkokula giden 2 çocuğunu tek tek sırtına alarak Sason Çayı’ndan karşıya geçirmesi” iç acıtan bir olay.

Bu çay üzerindeki köprü 3 km uzakta olduğu ve yakınlarda “bir asma köprü” bulunmadığı için her gün okula gidiş ve gelişlerinde 2 kez bu sıkıntıyı yaşıyorlar.

Bu durumda ister istemez akla “mülteci çocuklarının parasız ve sınavsız eğitimi, mültecilere tanınan parasız tedavi ve ilaç hakları” gibi konular, İstanbul ve çevresine yapılan çok sayıda köprü ve geçitler geliyor.

“Üniversite sınavına girip kazanarak” bir üniversite bitirmiş olan Türk vatandaşları, ikinci bir üniversite eğitimi almak isterse, bir kez kazandığı halde “tekrar sınava girmek” zorunda, oysa “hiç sınava girmemiş mülteciler” için sınav şartı yok. Kendi öğrencilerimiz yıllarca çalışarak, kurslara giderek sınav kazanmaya uğraşıyor, onlar sınavsız giriyor ve mülteci nüfusu da doğumlarla hızla artıyor. Gayrimenkul alıp satarken Türklere vergi var, dışardan para getiren yabancılara yok.

Merkel’in telaşı

Mülteciler konusunda ılımlı politika izleyen Almanya Başbakanı Merkel’in Eylül’de yapılacak genel seçimlerde ciddi şekilde oy kaybına uğrayacağı anlaşılınca Merkel politika değiştirdi.

Times; Angela Merkel’in kısa süre önce eyalet valileriyle toplantı yaparak “iltica başvurusu reddedilen on binlerce kişinin zorla sınır dışı edilme sürecini hızlandırmayı” görüştüğünü yazdı.

Arkasından da şu yorumu yaptı: “AB’deki sorumluluk sahibi liderlerin önündeki zorluk ‘kararlı adımlarla yurttaşlarını koruma’ görevini yapmak ve aynı zamanda ‘ülkeye girişine izin verilen’ yabancıların tehlike oluşturmadığını göstermek”.

Başbakan Binali Yıldırım BM Genel Sekreteri Antonio Guterres ile konuşurken:

“Türkiye mülteci yaklaşımında asla cimri olmadı. Komşularımız ölümden korunmak için bize sığındı, biz de ekmeğimizi paylaştık” demişti.

Terörden korkmak

Doğrudur, biz ekmeğimizi paylaştık ama cimrilik yapmayalım derken milyarlarca dolar harcadık.

Mülteci gibi ülkeye girip, Suriye ile Türkiye arasında sahte pasaportlarla mekik dokuyanlar, silah-patlayıcı taşıyanlar, bombalı saldırı yapanlar oldu.

IŞİD bile sınırlarımızdan kolayca geçerek şehirlerimizde hücreler kurdu.

İstanbul Sultanbeyli’de okul kurarak küçük çocukların ellerine silah verip “cihat eğitimi” yaptırdıkları haberinden daha ürkütücü ne olabilir?

Başbakan Binali Yıldırım “Terörden korkmak terördür. Dünyanın hiçbir yerinde güvenli ülke yoktur” diyor.

Terörden korkmamak mümkün değil, Batı ülkelerinin düşündüğü “önlemleri ve öncelikleri” biz de düşünmeliyiz.

Değerli sanatçımız Müjdat Gezen’in gençlere parasız eğitim verdiği Sanat Merkezi’ne yapılan saldırı tüm ülkeyi olduğu gibi beni de şok etti. Müjdat Gezen’e ve sevenlerine geçmiş olsun.

Yazının devamı...

Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak!

Siyasetçiler milletin kafasının karışık olduğunu, referandum yaklaşırken “yeni anayasa” hakkında bilgisi olan vatandaşların sayısının da az olduğunu söylüyor.

Bu nedenle, bir yandan kafa karışıklığından söz ederken, kalıp sözler yerine aynı anda halka yeni sistemin neler getireceğini net ve dürüst şekilde anlatmaları lazım.

Lazım, çünkü bu sadece bir kurumu ilgilendirecek bir değişiklik değil, bütün toplumun haklarını, geleceğini ilgilendirecek büyük bir sistem değişikliği. Cumhurbaşkanı Erdoğan Elazığ’da yaptığı konuşmada “Bunun bir rejim değişikliği değil, sistem değişikliği olduğunu” söyledi.

Hesap verme meselesi

Şöyle devam etti: “Her şeyden önce yönetim değişmiyor… 1923’te ilan ettiğimiz Cumhuriyeti ilelebet koruyacağız…Şu anda yapılan iş ‘yasama-yürütme-yargı arasındaki ilişkilerin yeniden düzenlenmesinden ibarettir…

-Bu organların hiçbiri ortadan kalkmıyor. Hiçbiri diğerine bağlanmıyor… Yeni sistemde yürütme(hükümet) doğrudan milletin seçtiği cumhurbaşkanına veriliyor.

-Yeni sistemde cumhurbaşkanı ile başbakan yetkileri tek kişide birleştiği için çatışma, kavga çıkmayacak.

-Cumhurbaşkanı ‘milletten başka kimseye hesap vermeden’ Anayasa çerçevesinde vazifesini yerine getirecektir.”

Bu cümleler güzel; siyasi ve hukuki bilgiye sahip olanlar yeterince değerlendirebilir ama ya sahip olmayanlar? Onların anlaması? Örneğin şu anda OHAL şartlarında kararlar KHK’larla alınıyor, TBMM’nin etkisi tamamen kaybolmuş durumda, yeni sistemde ne olacak?

Denetim ve laiklik

Yürüyebilen bir başkanlık sisteminde “başkanın denetlenmesi” için 2 ayrı meclis, eyalet valileri, güçlü bir yargı olması gerekir.

Acaba aynı şartları taşımayan, yargısının da maalesef yakın geçmişte bir cemaatin bile eline geçebildiği görülmüş olan Türkiye’de “başkanların sahip olduğu yetkilerin çok fazlasına sahip olacak cumhurbaşkanlarını” kim denetleyecek?

-Cumhuriyet nasıl bir cumhuriyet olarak devam edecek? Baskıcı ama adı “cumhuriyet” olan ülkelerden onu ayıran önemli özelliği olan “Laik-demokratik-hukuk devleti” özellikleri nasıl korunacak, laikliğin tanımı değişecek mi?

- Hükümet yetkilerinin cumhurbaşkanına verildiği, yargının ve Meclis’in çoğunluğunu cumhurbaşkanının belirlediği (yargının sadece işleyişi değil, üye seçimleri de düzenleniyor), denetimin çok zorlaşacağı bir sistemde “rejim”in değişme riski ne olabilir?

-Yasama-yürütme-yargı ortadan kalkmayacak ama demokratik bir işleyiş olabilecek mi?

- “Milletten başka kimseye hesap vermeden” derken o hesabın “milletin egemenlik hakkını kullandığı organlar olan TBMM ve yargı” tarafından yapılması gerekmez mi?

Millete hesap konusu, sistem değişikliğinden önce “milletvekillerini halkın doğrudan seçmesi sağlanarak” yapılmalı değil miydi?

Bunların hepsi irdelenmelidir. Yazarken bir yandan da İngiltere gibi ülkelerde başbakanların “muhalefet partisine” saatlerce hesap vermesi-uzlaşması geliyor aklıma.

Keşke bu endişeler yerine “uzlaşma kültürümüzü” arttırabilseydik!

Yazının devamı...

ABD ziyaretleri Rakka ve mülteciler!

Geçen hafta CIA Başkanı’nın ziyaretinden sonra dün de ABD Genelkurmay Başkanı Joseph Dunford Ankara’ya geldi. Dunford’un Kasım’da ve Ocak ayındaki resmi Ankara ziyaretlerinden sonra bu kısa süre içinde üçüncü gelişi…

Daha öncekilerden bir sonuç çıkmamış, ABD Türkiye’nin çözmek istediği “Suriye’nin kuzeyinde Kürt koridoru kurulmasını önleme sorunu” ile, TSK’nın El Bab’da şehitler vererek DAEŞ’le savaşması konusuyla hiç ilgilenmemişti.

Tam aksine bu süreç içinde defalarca “PYD-PKK’ya desteği arttıracakları” açıklamaları yaptılar ve sonunda gerçekten de onları uçaksavarlar ve zırhlı araçlarla donattılar.

Aynı süreçte biz çok sayıda şehit verdik, Rus uçakları askerlerimizi bombalayarak şehit etti, ABD yine suskundu.

Peki, bu gidiş gelişler Türkiye için neyi çözdü, neyi çözecek?

Rakka neye mal olacak?

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Yardımcısı Kurtulmuş önce “El Bab’dan sonra TSK’nın çekileceğini” söylemişlerdi, CİA Başkanı’nın ziyaretinden sonra bu karar değişti. Şu anda El Bab’da DAEŞ’in zayıfladığı söyleniyor, Batı medyası Suriye ordusunun ve PYD’nin El Bab’ın doğusunda bulunduğunu, Esad’ın bazı bölgeleri ele geçirdiğini bildirmişti.

Bu durumda El Bab IŞİD’den temizlenene kadar daha kaç şehit vereceğimiz, temizlendiği takdirde ABD, Rusya, Esad ve PYD’nin nasıl hareket edeceği belli değil.

Türkiye daha sonra Menbiç’e operasyon yapacağını, “Orada PKK-PYD varlığını kabul etmeyeceğini” söylüyor.

ABD “Ortadoğu’da en iyi müttefikim” dediği PYD-PKK’ya karşı Türkiye ile birlikte hareket etmeyi kabul edecek mi?

Rakka operasyonunda Türkiye’nin bulunmasını istiyor ama DAEŞ’e karşı yeterince şehit vermiş olan Türkiye burada da savaşırsa, sonunda Rakka’nın bölünmesi nasıl olacak, kimler nereye yerleştirilecek?

Bu, çok daha geniş alana yayılacak operasyonlarda sonuçta ne kazanılacak?

Mülteciler ve tampon bölge!

Milli Savunma Bakanı Işık “ABD’nin Rakka konusunda kesin kararını vermediğini” söylemişti, ABD’nin Menbiç ve Rakka’da PYD ile ilgili planlarını bugüne kadar olduğu gibi saptırarak değil, açıkça bildirmesi şarttır!

Türkiye’nin Suriyeli mülteciler için güvenli bölge isteği de henüz gerçekleşmiş değil.

Oysa, “kendisi parmakla sayılacak kadar mülteci kabul eden ABD” istese, onay verse bu konu şu ana kadar çoktan halledilir, Türkiye “maddi-manevi büyük bir yük”ün hiç değilse bir kısmından kurtulabilirdi.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu “Türkiye’de göçmen ve mülteci sayısının 3 milyon 550 bini geçtiğini, bunun 17 ilimizin nüfusuna eşit olduğunu” açıkladı.

Tampon bölgeye yerleştirilebilecek bu mültecilerin çoğuna “vatandaşlık hakkı” verildi, üniversiteler “Türk öğrencilere sınavlı ve paralı” olduğu halde Suriyelilere sınavsız ve parasız.

İlaçlar, tedavi de öyle. “Milyonlarca işsizi ve yoksulu olan bir ülkede bu kadarına hakkımız var mı” sorusu sorulmalıdır.

ABD ve AB ile konuşulması gereken konular bunlardır.

Yazının devamı...

İç savaş söylemi ve Suriye!

Önce MHP Lideri Devlet Bahçeli “Bu anayasa değişikliği referandumdan geçmezse ülke karmakarışık olur” sözleriyle seçmeni adeta tehdit etti ve bu sorumsuz konuşmaya bir düzeltme bile yapmadı.

Arkasından Ak Parti Manisa İl Başkan Yardımcısı Ozan Erdem bir adım ileri giderek ve aslında demokratik hiçbir ülkede bir siyasetçinin yapmayacağı şekilde “Eğer yüzde 50’yi geçemezsek iç savaşa hazır olun” dedi.

Neyse ki bu kez hemen AKP Manisa teşkilatı Başkanı Mustafa Ataş “Olayı öğrenir öğrenmez istifasını almalarını istedim” dedi ve şöyle devam etti:

“Referandumda vatandaşlar tarafından kullanılan ‘Evet’ oylarının da, ‘Hayır’ oylarının da başımızın üstünde yeri vardır. Partimizin bütün yetkili kurullarında görev alan arkadaşlarımızın baştan beri görüşleri böyledir.”

İstifa yeterli mi?

Mustafa Ataş’ın müdahalesi haklı ve halkın duymak istediği türden bir adımdı ve “iç savaş” söyleminin sahibi Ozan Erdem dün istifa etti.

Bu kadar ciddi, “halkı kin ve nefrete yönelten, tahrik eden” ve yalanlansa bile seçmenin bilinç altına yerleşen konuşmaların sadece istifa ile geçiştirilmesi yeterli midir?

Lider veya bir teşkilat başkan yardımcısı oldukları için bu sözlerin hesabı yargıda sorulmayacak mıdır?

Bunlar kadar ciddi bir başka söylem daha var.

Bu referandumun bir “parti seçimi” olmadığı bilinmesine rağmen sürecin partiler üstünden gerilim yaratarak, karşı oy vereceklere suçlamalar yapılarak sürdürülmesi.

Teröristler oy mu verecek?

Keşke durum Mustafa Ataş’ın belirttiği gibi olsa…Önceleri “FETÖ, HDP, PKK da Hayır diyor, onlarla aynı oyu veren de teröristtir” anlamında konuşmalar yapıldı, son olarak bu gruba “IŞİD” de eklendi, “DEAŞ da Hayır diyor” dendi.

DEAŞ veya PKK ne münasebetle Türkiye’nin referandumu hakkında görüş bildirebiliyor?

Her vatandaşın “istediği kararı verebileceği” bir anayasa referandumu sürecinde ne münasebetle acımasız katil örgütlerin adı geçebiliyor?

Bu örgütler Türkiye anayasası konusunda söz söyleme veya oy verme hakkına mı sahiptir?

Parti veya yöneticilerin bu tür baskıları seçmene yapmaması, Mustafa Ataş’ın dediği gibi “vatandaş ne oy verirse versin milletin tercihine saygı duyulması” sağlanmalıdır.

ABD yine geliyor

CIA Başkanından sonra şimdi de ABD Genelkurmay Başkanı bugün Ankara’da olacak. Milli Savunma Bakanı Işık Suriye’de El Bab’dan sonra Menbiç ve Rakka operasyonlarının yapılacağını açıkladı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “El Bab’dan daha derine gitmemeliyiz” görüşünün değiştiği anlaşılıyor.

Dışişleri Bakanı Işık “Menbiç’te PKK-PYD varlığını kabul edemeyiz. Rakka operasyonuna PKK-PYD katılmamalı ama ABD kesin kararını vermiş değil” diyor.

ABD nasıl ki Irak’ta Musul operasyonunda Türkiye’yi istemedi ama IKBY-Barzani, PKK-PYD oradaydı, nasıl ki hala PKK-PYD’yi zırhlı araçlar, ağır silahlarla donatıyor, Menbiç ve Rakka’da da “ne söz verirse versin” onlardan vaz geçmeyecektir.

Türkiye’yi yanlış yönlendirmeleri konusuna dikkat edilmelidir.

Yazının devamı...

Şiddet, terör ve ekonomi!

Referanduma doğru ilerlerken ülkede istikrarın ve tüm olayların kontrolünün kaybedilmemesi, özellikle toplumu kutuplaştıracak eylem ve söylemlerden herkesin kaçınması gerekiyor.

Bir yanda terör ve Suriye’de karıştığımız savaşın etkisi, diğer tarafta toplum yaşamında da bugüne kadar görülmemiş olayların yaşanması Türkiye’nin içte ve dışta “istikrarsız” bir havaya girmesine neden oldu.

Son aylarda okullarda öğrencilere “öğretmenler tarafından” yapılan cinsel saldırı haberleri daha önce hiç duyulmamış şekilde arttı. Önceleri “küçük çocuklara”, onları korkutarak, sindirerek yapılan saldırılar son olarak Ankara Haymana’da “bir lise müdürünün yurtta kalan erkek öğrencilere” cinsel tacizde bulunduğu iddiasıyla liselere kadar çıktı.

Bundan önce öğretmenlerin kız öğrencilere taciz-tecavüz olayları, küçük yaşta öğrencilere benzer saldırılar, öğrenci yurtlarının yeterince denetlenmemesi medyada defalarca haber oldu. Bu olayların çoğunluğunda sanıklar “tüm ifadelere, delillere rağmen” serbest bırakıldılar.

Suçluyu cesaretlendiriyor

Saldırılar vahşetin son boyutuna, bebeklere kadar varıyor. Öğrencileri, kadın ve çocukları koruyacak önlemler alınmıyor, TV kanallarından “onları bilinçlendirecek, suçluya ağır cezayı anlatacak” yayınlar yapılmıyor.

Çocukları “aile içi tecavüzler”den korumak için de bir çalışma yok.

Örneğin Haymana’daki lisede 29 Kasım 2016’da bir öğrencinin şikayet etmesine rağmen öğretmen ancak şimdi gözaltına alındı. Yine de serbest bırakıldığı duyuldu ama doğru mudur henüz bilmiyoruz.

Kadınların eşleri veya bir başka erkek tarafından sokak ortalarında pompalı tüfeklerle öldürüldüğü, hatta aile boyu cinayetlerin işlendiği…

Kadınların parkta, sokakta, evine giderken, otobüste ve diğer ulaşım araçlarında cinsel saldırıya uğrama ve bazılarında öldürülme haberleri her gün medyada.

Türkiye bu korkunç şiddet tablosunu, suçluları cesaretlendirecek kararları hak etmiyor ama konuya çözüm bulması gereken ilgililerden, bakanlıklardan da hiç ses çıkmıyor.

Laiklik önemli

Erenköy Kız Anadolu Lisesi’nin bir öğrencisinin, bindiği minibüste arkasında oturan “Ayhan Almila” isimli bir başka kadın tarafından türbanının “Sen bir teröristsin. Burası Atatürk’ün Cumhuriyeti. Sizin gibilere yer yok” denerek türbanının çekilmesi benzeri bir olay da Türkiye’de daha önce yaşanmadı. Başörtüsü takan kadın vatandaşlar her zaman vardı ve hiçbir dönemde bu tür bir davranış olmamıştır. Şu anda bir de “başörtülü binlerce Suriyeli kadın” var, onlara da hiç yapılmıyor.

Referandum yaklaşırken birileri bu tür kışkırtmaları kendine görev bilebilir, bu kadının ismi “yabancı kökenli” olabileceğini de düşündürüyor. Atatürk Cumhuriyeti’nin özelliği “İnsanlar din ve inançlarında özgürdür. Devlet de bütün din ve inançlara eşit mesafededir” diyen laikliktir.

Terör ve şiddet havası ekonomimizi, turizmimizi çok olumsuz etkiliyor. Yatırımlar azalıyor, moraller bozuluyor, dev firmalar iflas ediyor. Şiddeti önlemek için gereken her şey yapılmalıdır.

Yazının devamı...

Suriye ve Irak’ta gizli ilişkiler!

Verilen haberlere göre Başkan Trump “bölgenin DEAŞ’tan (IŞİD’den) temizlenmesi için CIA ve ekibine bir plan yapmaları” talimatını vermiş, CIA Başkanı bu çerçevede temaslar yapıyor.

“Rakka operasyonunun birlikte yapılmasını” da Ankara, CIA Başkanı’nın ziyaretinde açık şekilde teklif etmiş.

Bu arada tabii operasyona PYD-PKK’nın katılmaması talebi, Türkiye’nin bu terör örgütlerine karşı tavrı CİA Başkanı’na bir kez daha söylenmiş.

İyi ama ABD ve CIA de, bütün Batı ülkeleri ve medyaları da bu durumu zaten biliyorlar.

ABD hala bir yandan “Rakka operasyonu Türkiye ile birlikte yapılabilir” derken aynı konuşmalarda arkadan “Biz PYD-PKK-YPG’yi daha fazla silahlandıracağız” açıklaması geliyor.

O silahlarla TSK’yı vuruyorlar

Onların zırhlı tanklar, ağır silahlarla donattıkları PYD-PKK-YPG ise o silahları TSK’ya karşı kullanıyor.

Şimdiden o silah ve tanklarla “TSK’nın oraya da gireceği” açıklanan Menbiç’te askerlerimize karşı her türlü önlemi alıyor, hendekler kazıyorlar.

Pazartesi günü “TSK’nın El Bab merkezine batıdan ve güneyden girerek bazı bölgeleri, mahalleleri ele geçirdiği” haberini duyduk.

Bu arada El Bab’da verdiğimiz şehitlerin sayısı her geçen gün artıyor, ÖSO, PYD-PKK veya askerlerimizi bombalayan Rusya aynı sayıda şehit veriyor mu acaba?

Bizim Suriye’ye girmemizin asıl nedeni alınan bölgelere PYD-PKK’nın yerleşmesini, Kürt koridorunu önlemek. Olası güvenli bölgeye buraları da dahil etmek.

Aksi takdirde El Bab’a, Rakka’ya kadar inerek DEAŞ denilen katliamcı örgüte operasyon yapmak için neden biz seferber olalım, çok sayıda şehit verelim de bu görev ABD ile koalisyon ülkelerinin veya (kendi memleketinde) Esad ile Suriye ordusunun ve onlara her desteği veren Rusya’nın olmasın?

Çok önemli açıklama

Baştan beri Suriye ve Irak’ta Barzani’nin de dahil olduğu, ABD-koalisyon ülkeleri ve İsrail ile birlikte çalıştığı, toplu bir bölge projesinin yürürlükte olduğunu söylemekteyim.

Birkaç gün önce, ABD’de yayınlanan “The Nation” dergisinin Pulitzer ödüllü, Ortadoğu uzmanı büro şefi Roy Gutman (özellikle Türkiye için) çok önemli ve yorumlarımı teyit edecek bir yazı yazdı.

“ABD’nin iddiasının aksine PYD’nin doğrudan Kandil tarafından yönetildiğini…

PYD-PKK’nın terör örgütü olduğunu ve Suriye iç savaşının başladığı 2011’den sonra rejim tarafından desteklendiğini… (Suriye sınırımız boyunca PYD’ye verilen iller, ilan edilen özerk kantonlar…)

PYD-PKK’nın DEAŞ ile işbirliği yaptığını, DEAŞ’ın Tel Abyad’dan başlayarak birçok ili-ilçeyi savaşmadan PYD’ye bıraktığını…

Esad’ın PKK’ya “Sizi biz kurduk, şimdi bizim için bir şeyler yapma sırası sizde” dediğini anlatıyor.

Bu durumda… Esad ve PYD, Rusya ve ABD’nin, Barzani ile de yakın görüşmelerde olan AB ülkelerinin, El Bab’ı, Menbiç’i veya Rakka’yı Türkiye’nin istediği bir bölge yaratması için ona bırakacakları düşünülebilir mi?

Suriye politikası hep çok aceleye getirildi ve hatalar oldu, hiç değilse daha fazla şehit vermemek için bundan sonra iyi düşünelim!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.