Şampiy10
Magazin
Gündem

Din, terör ve referandum!

Referandum sürecinde bazı medya organlarında ve sosyal medyada öyle yazılar, konuşmalar, mesajlar yer alıyor, öyle haberler duyuluyor ki insanın “demokratik bir hukuk devletinde” yaşadığına inanması çok zor.

Sosyal medyada yazdıkları nedeniyle soruşturma açılan çok sayıda vatandaş var ama nedense bazılarına ne yazarlarsa yazsınlar, ne yaparlarsa yapsınlar “dokunulmuyor”.

Söylenecek ilk olay elbette Düzce’den ellerinde silahla referandumda “Hayır” oyu verecek olan vatandaşları tehdit eden 2 kişi.

15 Temmuz darbe girişiminden sonra demokrasi nöbeti tutulan Anıtpark Meydanı’nı fon kullanarak ellerindeki silahla fotoğraf çekip altına “Başkanlık sistemine Hayır diyenleri tıpkı 15 Temmuz gibi sokaklarda bekliyor olacağız” yazdılar.

Başsavcılık 3 yıla kadar hapis cezası öngören “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçundan soruşturma açtı, gözaltına alındılar.

Suçlular serbest!

Sonra ne oldu; tam tahmin edilebileceği gibi serbest bırakıldılar.

Bunu yapmakla “silahlı ve eylem planlayan bir teröristi serbest bırakmak” arasında fark yoktur.

Her ikisi de “aynı tehdidi eyleme dökme ve vatandaşlar için güvenlik tehlikesi yaratma” potansiyeline sahip suçlulardır.

Bir Batı demokrasisinde benzer bir olay asla “suçlunun serbest bırakılması” ile sonuçlanamaz.

Burada da “serbest bırakma” kararını veren Düzce mahkemesi bu kararından sorumludur ve “hangi gerekçe ile” bu kararı verdiğini tehlikenin muhatabı olan topluma açıklamak zorundadır.

Benzer şekilde sosyal medyada “Hayır” diyecek kitleleri “Siyonist olmakla, dinsiz olmakla, hain olmakla” suçlayan videolar yer alıyor.

Bir kullanıcı şöyle diyordu: “Anayasa referandumu bizler için yapılıyor. Hem de ‘hayır’ diyene yine o klişe ‘millete karşı, hain vs’ deniyorsa referandum niye yapılıyor anlamadım”.

Ülkede durum şu an itibariyle aynen böyle ve eğer demokrasiden söz edeceksek bu “sözel ve eylemsel şiddetle, hakaretle, suçlamayla, köşe yazarlarını linç kampanyalarıyla sindirme” ortamı derhal düzeltilmelidir.

Kurtulmuş ve Çiçek!

Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un “Evet çıkarsa bu halkın terörle mücadeleye, milletimizin Hükümet’in aldığı kararlara destek olduğu anlamına gelecek” sözü de aynı derecede yanlıştır.

Türk halkı onlarca yıldır süren ve 7 Haziran seçiminden sonra toplu katliamlara dönüşen PKK terörüne de, Suriye iç savaşı sonrası Türkiye’ye bulaşan DEAŞ ve benzeri din istismarcısı terör örgütleriyle mücadeleye de her zaman ve “topluca” destek vermiştir.

Bu desteğin “rejimi değiştirecek bir anayasa değişikliğini” onaylamak veya onaylamamak ile hiçbir ilgisi yoktur. Meclis eski Başkanı, Ak Parti Ankara Milletvekili deneyimli siyasetçi Cemil Çiçek şöyle diyor;

“Referandum sürecinde taraflar dikkatli olmalı, ayrıştırıcı dil kullanmamalıdır. Ahlaktan yoksun bir dindarlık ve hukuktan yoksun bir demokratlık bu ülkeye fayda getirmedi. Bundan sonra da getirmez.”

Ülkenin selameti için ona kulak verilmelidir, aksi takdirde referandum sonrası için daha büyük endişeler doğuyor.

Yazının devamı...

Merkel görüşmesi ve hatalı algılar!

Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Cumhurbaşkanı Erdoğan’la yaptığı görüşmede ve sonra yaptıkları ortak açıklamada bence onun asıl meselesi “geri kabul” anlaşmasını AB’nin yararına olacak şekilde kabul ettirmekti.

Bu konuda Türkiye’ye daha fazla yardım yapılması gerektiğini söylerken, AB’deki mültecilerin “istenmeyenlerini” Türkiye’ye göndermeyi kabul ettirmek için daha önce olumsuz yanıt verdikleri konularda bile yumuşak bir yaklaşım gösterdi. Öncelikle bir kez daha tekrarlayalım ki bugün Merkel’in israrcı olduğu geri kabul ile daha fazla mülteci almamız yakın gelecekte “Türkiye’nin AB’ye kesin olarak girmemesi” için nedenlerden biri olarak karşımıza çıkacaktır.

AB kendini koruyor

Her ne kadar vatandaşları protesto etseler de ABD eyaletlerinin çoğu tek mülteci kabul etmiyor. AB ülkeleri 10 mülteci için bile pazarlık yapacak kadar her sığınmacının üzerinde duruyor. Bunun ırkçılıkla, din ile ilişkisi yoktur, asıl meseleleri ülkelerini maddi-manevi yükten, kaostan, terörden korumaktır.

Unutmamak gerekir ki, turizmimiz, ekonomimiz, aldığımız milyonlarca mülteciden de etkilenmiştir. Merkel’in hala, sayısız sıkıntıyla boğuşan ve ekonomisi dara giren Türkiye’ye “daha fazlasını alın, AB’nin mülteci krizini siz çözün” demesi, karşılığında ne vaat ederse etsin kabul edilemez.

Askerlik ve PYD desteği

Diğer tarafta, Türk askeri Suriye’de El Bab’da DAEŞ’e karşı savaşır, şehit olurken Türkiye’de vatandaşlık verilen ve askerlik çağında olan Suriyeli erkeklerin de “kendi ülkelerini savunmalarını” istemek yanlış değildir.

Bunu söyleyen siyasetçiler ile Müslümanları ABD’ye almayacağını söyleyen Trump arasında ilişki kurulamaz, bu konu doğal olarak toplum kesimlerini rahatsız ediyor ve tartışılmalıdır.

Merkel ile “Suriye’de IŞİD’e karşı ortak mücadele” de konuşuldu ki bu konu aynen ABD’de olduğu gibi bir ikiyüzlülük içeriyor. Türkiye, IŞİD dışında Batı ülkelerinin baştan beri desteklediği PYD-PKK’nın El Bab, Menbiç ve Rakka’yı da ele geçirmesini veya en azından buralardan toprak koparmasını önlemek için de orada. ABD ve Almanya, NATO müttefiklerimiz oldukları halde şu anda PYD-PKK’yı zırhlı araçlar, ağır silahlarla donatmakta.

Bu ikiyüzlülük böyle bir fırsatta açıkça konuşulmadıysa Türkiye için büyük kayıptır.

Muhalefet meselesi

Yeni anayasa ve başkanlık sistemi konusunda Merkel’in yaptığı “demokratik değerlerin korunması” vurgusuna Cumhurbaşkanı Erdoğan “Muhalefetin özellikle ‘güçler ayrılığı’ konusunda hedef saptırması girişiminden başka bir şey değil” cevabını verdi.

“Yargı organlarının, yürütme ve yasamanın ‘aynı şekilde’ kaldığını” söyledi. Yeni anayasanın “iktidar-muhalefet” meselesi olmadığını, güçler ayrılığı konusunda tüm vatandaşların onayladığı veya onaylamadığı önemli değişiklikler yapıldığını hatırlamamız gerekiyor. Devleti oluşturan 3 güç de duruyor ama değişiklikten sonra “yapıları, seçimleri” tamamen değişmiş olacak.

Toplumun yanılmaması açısından detayları anlatmak önem taşıyor!

Yazının devamı...

Referandum ‘demokratik ve güvenli’ olmalı!

Dünyanın her demokratik ülkesinde seçim veya referandumlar, propaganda sürecinden sonucun alınmasına kadar, en güvenilir şekilde yapılmalıdır.

Yüksek Seçim Kurulu (YSK) Malatya İl Seçim Müdürü Gürsel Dursun’un sosyal medya sayfasında yazdıkları “görevden uzaklaştırmayı” gerektiriyor.

Seçimlerin güvenilir şekilde yapılmasını sağlama, gereken tüm işlemleri yapma görevi olan Yüksek Seçim Kurulu’nun bir üyesi, bırakın hakaret veya tehdit kokan görüşler açıklamayı, oyunu bile belli edemez.

Gürsel Dursun “Vallahi Evet, tallahi Evet” mesajlarının yanına Ana Muhalefet Partisi Lideri hakkında “Kılıçdaroğlu’nun başı için Evet” gibi kabul edilemez bir paylaşım yapmış.

Gürsel Dursun bunu kendisinin yazmadığını, 12 yaşındaki çocuğunun yazdığını söylemiş ama ifadeler bir çocuğun yazabileceği şeyler değil.

Bu işlerde böyle mazeretler kabul edilemez, tarafsız olması gereken kişilerin “tüm kuralları hiçe sayarak” aklına eseni yapması seçim güvenliği için olduğu kadar, demokratik kuralların-yasaların ortadan kalkmaması için de büyük önem taşır.

Dursun, görevden alınmalıydı; alındı..

Rektörler, siyasetçiler, valiler!

Öyle garip bir durum ortaya çıktı ki adeta “Evet” demek herkes için serbest ama “Hayır” pankartı taşıyanların bile başı derde giriyor.

Örneğin “devleti temsil eden” kaymakamların veya valilerin referandum kampanyasına açıkça oyunu söyleyerek katılması devletin tarafsızlığına gölge düşürür ve suçtur.

Aynı şekilde “bilimi temsil eden” üniversite rektörlerinin “taraf olarak” kampanya yapmaları üniversite yönetmeliklerine göre suçtur.

Günlerdir tekrarladığımız ve en çok üzerinde durulması gereken konu bu referandumun “bir parti veya kişi seçimi” değil, her vatandaşın ve ülkenin gelecek onlarca yıl içindeki yaşam şartlarını belirleyecek olan bir anayasa, toplum sözleşmesi oylaması olduğudur.

Bu bağlamda siyasetçilerin de toplumu yönlendirici veya baskı unsuru taşıyan söylemlerinin de açık bir yanlış olduğunu belirtmek gerekir.

Yanlış söylemler

Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un “Sandıktan Evet oyu çıkarsa bu ‘terörle mücadele’ye verilen destek anlamına gelir” demesi, “Hayır” oyu kullanacak vatandaşların terörle mücadeleyi desteklemediği vurgusudur ki bu söylenemez.

Yargısından, Meclis’ine, hükümetine ve tüm kurumlarına kadar yetkilerin “tek elde toplanması”na, bir rejim değişikliğine itiraz etmekle “terörle mücadele arasında bir bağlantı kurulamaz.

Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu’nun “Hayır’cılar bu millet ve ülkeyle ilgili farklı hesapları olanlardır” sözünün de söylenemeyeceğini belirtmek zorundayız.

Bu referandumun; baskısız, korkusuz, milletin her bireyinin özgürce oyuna karar vereceği ve buna hiçbir müdahalenin olmayacağı şartlarda gerçekleşmesini sağlamak bu söylemlerde bulunanların da içinde olduğu Hükümet’in görevidir.

Demokrasi olduğumuzu iddia ediyorsak, bize uymayan kararları kötülemek veya baskı yapmak yerine “yeni anayasa”yı anlatmak ve kararı millete bırakmak zorundayız.

Yazının devamı...

Yapılan “sistem” tartışmasıdır!

Yeni anayasa ve referandum konusuna geçmeden önce yine Suriye’deki gelişmelere kısaca değinmek istiyorum.

Fırat Kalkanı operasyonunda çok sayıda şehit verildi. Sadece El Bab’da 56 askerimizi kaybettik.

Siyaset bilimciler ve deneyimli diplomatlar “Türkiye’nin Suriye içlerine fazla ilerlememesi, ABD ve koalisyon güçlerinin desteği olmadan, TSK’nın sadece ÖSO’yla birlikte DAEŞ karşısında hedef olmaması” konusunda uyarılar yaptı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen hafta nihayet “El Bab’da süratle işi bitirmek ve daha derinliğine gitmemek lazım” demesi önemli ve yerinde bir karardır.

El Bab, Menbiç ve Rakka’nın DAEŞ’den alındıktan sonra PYD’nin de içinde bulunduğu güçlere verilme ihtimaline karşı Türkiye mücadele etmek istiyor, ancak…

Özerklik ve ABD

Rusya’nın Astana’daki Suriye müzakereleri sırasında sunduğu yeni anayasa taslağında “Suriyeli Kürtlere özerklik verilmesi ve resmi dilin Arapça ile Kürtçe olmasını önerdiği” biliniyor.

Dün PYD-PKK demek olan Suriye Demokratik Güçleri “Trump başkan olduktan sonra kendilerine desteğin arttığını, ilk kez zırhlı araç verildiğini” açıkladı.

Görüldüğü gibi PYD-PKK-SDG yalnızca Rusya’dan değil, ABD ve tabii onunla birlikte hareket eden koalisyon ülkelerinden de giderek daha fazla destek alacak.

Bu durumda TSK’nın büyük bir silahlı cephenin karşısında yalnız olarak El Bab, Menbiç veya Rakka’da savaşmasına karar vermenin yanlış olduğu ortadadır.

Türkiye’deki PKK terörünün asıl kaynağı olan Suriye ve Irak’la ilgili çözüm ABD ve Rusya ile masada aranmalıdır.

En büyük yanlış!

Nisan ayında Türkiye’de yapılacak olan yeni anayasa referandumunun adeta “milletvekili, parti seçimi” havasına sokulması, özellikle neredeyse “partili” denebilecek olan anket şirketi sahiplerinin televizyonlardan bu havayı körüklemesi toplumu kutuplaştırıyor, yanıltıyor.

Mesela bir anketçi “CHP buna karşı bir söylem geliştiremezse yüzde 25 çizgisinde kalır. AKP ise hem liberal, hem Kürt, hem de milliyetçi oylar, hepsi benim olsun derse kayma olur” diyor.

Bir başkası “AKP kararsızları ikna ederse başarır, CHP ikna ederse o başarır” veya “istikrarsızlık varsa seçmen Evet oyu verir”, “Acaba kim diğerinin zayıf tarafını ortaya çıkaracak” diyor.

Örneğin, iktidara yakın olduğu bilinen bir şirketin sahibi “Kararsızlar sonunda yine iktidar ve MHP’de karar kılacaktır” yorumunu hiçbir somut göstergeye gerek duymadan söylüyor.

Eğer birbiriyle hiçbir ilişkisi olmayan 2 parti “aynı oyu kullanacağını” açıklamışsa (CHP ile HDP gibi) hemen ikisini aynı kefeye koyma söylemleri başlıyor.

Bu referandumun bir seçim olmadığını…

Ak Parti iktidarının ve Cumhurbaşkanı’nın “referandumda ne çıkarsa çıksın aynen göreve devam edeceğini…

Burada tartışılan konunun “parlamenter rejimden başkanlık sistemine geçiş ve tüm kurumların-yetkilerin denetime yer bırakmayacak şekilde tek elde toplanması” olduğunu halka anlatmak gerekiyor.

Yapılacak en büyük yanlışlardan biri toplumu “partiler” bazında bölmek olacaktır.

Yazının devamı...

ABD tipi başkanlık olsaydı…

Toplumun büyük kesimlerinin “Türk usulü bir başkanlık sistemi” getirecek olan yeni anayasaya tepki göstermesinin nedeni ABD örneğiyle tam zamanında ortaya çıktı.

Bu sistem Türkiye’ye tanıtılırken sık sık “ABD gibi en gelişmiş ülkelerde de başkanlık sistemi olduğu” bunun ülkeye zarar vermeyeceği vurguları yapılmıştı.

Bu karşılaştırmalar, yapılan tartışmalarda hala gündeme getirilmektedir.

Oysa “başkanlık sisteminin nispeten zararsız şekilde uygulandığı tek ülke” olarak gösterilen ABD ile Türkiye’nin referandumda oylanacak olan yeni anayasası arasında benzerlik yoktur.

Bu nedenle hala birçok kişi “ABD’deki gibi bir başkanlık olabilse kimse itiraz etmezdi” demektedir.

Yargı durdurdu

ABD halkı ve yargısı daha ilk günden Trump’a “dur” dedi.

Trump’ın ABD Başkanı olmasının ardından imzaladığı ilk başkanlık kararnamelerinden biri “7 Müslüman ülke vatandaşlarının ABD’ye girişini yasaklayan” kararnameydi.

Bunun arkasından hemen aralarında en önemli eyaletlerin bulunduğu “16 eyaletin başsavcıları verilen kararın ABD değerlerine aykırı ve yasadışı olduğu” konusunda ortak kınama bildirisi yayınladılar.

Federal Yargıç Ann Donnely bu başkanlık kararnamesini “askıya aldı”.

ABD’liler ülkenin her yanında, çok sayıda eyalette, havaalanlarında protesto gösterilerini sürdürüyor.

İşte bu olay neden başkanlık sisteminin ancak ABD gibi “demokratik sistemin tam olarak yapılandığı ve demokrasinin içselleştiği” bir ülkede başarılı olabileceğinin canlı bir örneğidir.

Kuvvetler ayrılığı’nın önemi!

ABD’nin başkanlık sisteminin diğer ülkelerde neden uygulanamadığını, orada “demokrasinin bu sistemle de neden yok olmadığını” açıklarken hep;

ABD’de güçlü ve bağımsız bir yargının bulunduğunu… Birleşik Devletler’in “eyaletlerden oluştuğunu ve her eyaletin bağımsız bir devlet gibi olduğunu…

Eyalet valilerinin de ‘mevcut 2 Meclis’ ve yargının yanında başkanı denetlediğini” anlatmıştık.

Bu 2 ayrı Meclis’in üyeleri de halk tarafından seçildikleri için “yargı kadar bağımsız”dır.

Kuvvetler ayrılığının “bir ülkede demokrasinin korunması, bir kişi veya zümrenin tüm kurumların ve sistemin tek hakimi olmaması” açısından ne kadar hayati bir önem taşıdığı ABD örneğiyle o kadar iyi anlaşılıyor ki bu konuda kimsenin seçmeni ikna etmesine gerek kalmıyor.

Kuvvetler ayrılığı budur, Başkan Trump gücü eline geçirdiği için her kararı verebileceğine inanırken yargı, eyaletler ve sivil toplum onu durdurma gücüne sahip olduğunu göstermiştir.

Eğer yeni anayasa kabul edilse ve Trump “ABD yerine Türkiye’de başkan olsaydı” onu hiçbir güç, hiçbir kararında durduramazdı.

Bunun sebebi de “Milletvekillerinin halk tarafından seçilmediği, yüksek yargı üyelerinin bile başkan tarafından belirlendiği, Meclis’in denetim haklarının elinden alındığı, protesto yapacak halka da yaptırımların uygulanacağı” bir sisteme sahip olması olurdu.

“Şahıslar ve partiler için” değil, “tüm toplum yaşamı ve geleceği için yapılan anayasalar”da konu bu kadar basittir aslında!

Yazının devamı...

Bahçeli soruları cevaplamalıdır!

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli son aylarda en çok eleştirilen kişilerin başında geliyor.

Büyük kitleler, yeni anayasa sürecini “Başkanlık sistemine geçişle ilgili fiili bir durum var, bu devam ederse Türkiye bir kaos ve kriz ortamına girebilir. Meclis’e bir teklif gelmeli” diyerek başlatan Bahçeli, Ak Parti’den daha çok söz konusu sistemin sahibi olarak görülüyor.

Bahçeli bu sözü “Devam ettirilen OHAL’in kaos ve krize neden olması ihtimali” ile söylemişti.

Aynı sıralarda Hükümet de “Başkanlık provası yapıldığını” açıklamaktaydı.

Şimdi, bu konuda kendisine yöneltilen soruları halk karşısında net şekilde açıklaması siyasi etik gereğidir.

Örneğin; Olağanüstü hal şartlarında tek kişiye verilen sınırsız yetkilerin kriz ve kaos yaratacağını düşündüğüne göre yeni anayasada “aynı yetkilerin ve hatta fazlasının tek kişiye verilmesi” konusunda ne düşünüyor?

Yeni anayasanın bir “tek parti” rejimi getirecek olması, muhalefet partilerinin ve “milletin temsilcisi olan TBMM”nin varlık nedeninin ortadan kalkacak olması “demokrasi ve milli irade” açısından ne gibi sorunlar yaratacak?

Güçlü devlet neye bağlı?

“Devletin güçlü ve daha kolay yönetilir olması” için bu anayasaya ihtiyaç varsa Bahçeli’ye göre devlet neden bugüne kadar güçlü değildi? Yönetilememe gibi bir sorun varsa, bu “parlamenter sisteme” mi bağlıydı?

Terörün ve başta turizm olmak üzere ekonomiyi etkileyecek ciddi sorunların artmasının nedeni “parlamenter rejim” miydi?

Adı “Cumhurbaşkanlığı Sistemi” olmakla beraber konuşmalarda “Türkiye’ye özgü bir başkanlık sistemi” olduğu görülen, “başkan yardımcıları”nın olacağı, denetim yapması gereken “yargı”nın da “denetleyeceği kişiler tarafından” seçileceği bu sistemle demokrasinin korunmasının garantisi ne olacak?

Anayasa’nın ilk 4 maddesine dokunulmadığı söylenmekle birlikte, herhangi bir başkan örneğin “Türkiye laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir” tanımında “kağıt üstünde olmayan değişiklikler” yaparsa, örneğin laikliğin tanımını değiştirirse Bahçeli ve partisi bunu nasıl önleyecek?

Egemenlik tarifi

Devlet Bahçeli “MHP, TBMM’de gösterdiği ahlaki duruşun aynısını referandum sürecinde ortaya koyacaktır.

Söz ve karar, egemenliğin tek sahibi olan milletindir” diyor.

Millet, egemenliği parlamentosuyla, yargısıyla uyguladığına göre parlamentonun denetleme yetkisinin neredeyse ortadan kalktığı, yargının ise tarafsız olamayacağı ve denetleyemeyeceği bir sistemde bu sözünün geçerliliği ne olacak?

Devlet Bahçeli ve MHP bu soruları dürüst ve açık şekilde cevaplamalıdır.

Mehmet Türker’in vefatı

Türkiye’nin duayen gazetecilerinden Mehmet Türker’in hayatını kaybettiğini dün üzülerek öğrendik.

1985 yılında TGD tarafından “Yılın Gazetecisi” seçilen, 2012’de İstanbul Gazeteciler Derneği tarafından “Babıali’de 50 Altın Yıl Ödülü” verilen değerli meslektaşımızın ailesine, kurucuları ve yazarları arasında olduğu Sözcü gazetesine ve tüm sevenlerine başsağlığı diliyorum. Mekanı cennet olsun, Allah rahmet eylesin.

Yazının devamı...

Çok başlılık ve OHAL altında referandum!

Türkiye, bir yanda terör diğer yanda ekonominin gelişmelerden ciddi şekilde etkilenmesi, önemli iç ve dış sorunlar sürerken anayasa referandumu sürecine girdi.

Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM), Denetim Komisyonu’nun “OHAL şatlarında ve Güneydoğu’da operasyonlar sürerken referanduma gidilmesi konusunda ciddi kaygılara sahip olduğunu” vurguladığı bir açıklama yaptı.

Bu açıklamada Türkiye’de “ifade, medya ve örgütlenme özgürlüğü başta olmak üzere temel hak ve özgürlüklere yönelik kısıtlamalar olduğu”nun altını çizdi.

Unutmamak gerekir ki diğer ülkelerle ilişkilerimiz ekonomimizi ve dış politikada karşılaştığımız zorlukları doğrudan etkiliyor.

Döviz kurlarındaki aşırı değişiklikler, artışlar, geleceğin belirsizliği birçok büyük şirketin Türkiye’den çekilmesine neden olduğu gibi yerli firmalar da büyük sıkıntı içinde olduklarını açıklıyorlar.

Bu nedenle, AB’nin uyarılarına kulak tıkamak ve ilişkileri kopma noktasına getirmek bize daha da çok zarar verecektir.

Korku, baskı hissetmeden…

Cumhurbaşkanı Erdoğan AKPM ile aynı fikirde değil.

Tam aksine; “Nisan’da yapılacak referanduma OHAL ile gidilmesinde sakınca olmadığını, hatta çok daha rahat bir zemin hazırlayabileceğini” söyledi.

Oysa OHAL, adı üstünde “olağanüstü bir hal” yaratıyor.

Her yerde polisler, askerlerin bulunduğu, her an terör olabilecekmiş gibi bir atmosfer içinde, insanların konuşmaya veya “referandumda tercihinin ne olduğunu söylemeye” bile çekindiği, KHK’lar ile “tek partinin işini kolaylaştıracak her kararın alınabildiği” bir ortamda çekinmeden, özgürce oy kullanmak bile zor olacaktır.

Yüksek Seçim Kurulu’nun daha önceki seçimlerde iş başında olan birçok hakimi FETÖ’cülükten tutuklandı.

YSK’nın “anayasa değişikliği düzenlemesine Cumhurbaşkanı onayı bile gelmeden hazırlıklara başlaması, sandık bölgelerinde seçmen sayısı belirlemesi” bu nedenle şüpheyle karşılanmıştır.

Muhalefet olmasın mı?

“Cumhurbaşkanlığı” veya “Türk tipi başkanlık” sistemi tartışmalarında anayasa değişikliğini savunanlar devamlı olarak; “Çift başlılık gidince istikrar gelecek”, “Güçlü bir hükümet sorunları kolayca çözsün diye”, “yönetimde güçlü iktidarın sağlanması” gibi sözleri tekrarlıyor.

On beş yıldır ülkeyi yöneten Ak Parti hükümetlerinin bir “çift başlılık sorunu” olmadı. Şu anda ise demokrasinin olmazsa olmazı “kuvvetler ayrılığı” adeta “tek kişi gibi” devam ediyor.

Güçlü iktidar, çift başlılık gibi söylemler hiç geçerli olmadığına göre bu vurgular “bir başka partinin iktidar olma ihtimalinin tamamen ortadan kaldırılması” amacını ifade ediyor.

Yani bu sistem gelirse “milli iradenin seçtiği diğer partilerin” siyaset yapmasına gerek kalmayacak.

Bunları savunan akademisyen ve diğer konuşmacıların “milli irade”den bir daha hiç söz etmemeleri gerekir.

Bunları söylemeden önce AB ülkelerinde yıllardır “koalisyon hükümetleriyle” ve başarıyla yönetilen ülkeleri de bir araştırsalar iyi olur!

Yazının devamı...

Özgür karar ama ‘bilmeden’ olmaz!

Asıl konuya geçmeden önce Çarşamba günü Suriye El Bab’da IŞİD (DAEŞ) saldırısında yine bir askerimizin şehit olduğuna değinmek istiyorum.

Nasıl ki Irak Musul’un DAEŞ’ten alınması sadece DAEŞ konusu değilse, Türkiye’nin Başika’da üs kurması ve Sünni yerel güçleri eğitmesi, orada ortaya çıkacak bir Şii hakimiyetini ve şiddetini, aynı zamanda Musul’un bir kısmının da IKBY’nin eline geçmesini önlemek ise Suriye’de de benzer bir durum var.

Musul’un Doğu kısmı Irak güçleri ve IKBY peşmergeleri tarafından IŞİD’den alındı. Irak Başbakanı “peşmergenin başarısını” övdü.

Görünüşe bakılırsa Musul’un bir kısmının (zaten büyük bir alan kazanmış olan) IKBY’ye katılması kuvvetle muhtemel.

Aynı sıralarda Astana’da yapılan, Türkiye’nin de katıldığı Suriye görüşmelerinde Rusya’nın muhaliflere sunduğu anayasa taslağında “Kürtlere özerklik” maddesinin olduğu, Kürtçe’nin de Arapça’nın yanında “resmi dil” olacağı anlaşıldı.

Yani, Suriye’de PYD istediği konuma getirilirken, Irak’ta da buna paralel olarak Barzani başkanlığındaki Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Kerkük’ten sonra Musul’da da var olacak.

Türk askerinin, başta ABD ve İsrail olmak üzere birçok gücün projesi karşısında yalnız bırakılması tartışılmalıdır.

Meclis devre dışı

Yeni anayasa konusunda şimdiden “Evet” ve “Hayır” kutupları keskinleşmiş vaziyette.

Bu referandum bir “parti, milletvekili seçimi” değildir.

Kamuoyu Araştırma şirketi Konda’nın Genel Müdürü Bekir Ağırdır kısa süre önce yaptığı bir röportajda “İnsanların gelecek kaygısı çok artmış durumda…Toplumun paketin içeriği konusunda hala yeterli bilgisi yok” dedi.

Gerçekten de TV tartışmalarında kafalar daha fazla karıştırılırken, siyasi açıklamalar da buna maalesef yardımcı oluyor.

Örneğin Başbakan Binali Yıldırım “Parlamento etkisini yitirecek diyorlar, hadi ordan” derken “parlamentonun etkisini yitirmeyeceği” konusunda halka net bir açıklama yapmalıdır.

Bugün OHAL şartlarında Meclis yerine Cumhurbaşkanı kararnameleriyle terör konusu dışında da her yasa yapılabildiğine göre Meclis 15 Temmuz’dan bu yana “devre dışı”dır.

Yeni anayasada Meclis’in denetleme yapmasını sağlayacak “gensoru ve sözlü soru sormaları” kaldırılıyor. Ayrıca “milletin seçmediği, liderler tarafından belirlenen milletvekilleri” veya çoğunluğu cumhurbaşkanı tarafından seçilecek “yargı”nın Kanun Hükmünde Kararname’leri denetlemesi de imkansız.

Açıklayabilir mi?

Yeni anayasaya karşı çıkanlar söz edilen sistemin Türkiye şartlarında “denetim mekanizmalarından yoksun bir sistem” olacağı için buna karşı çıkıyorlar.

Her vatandaş “özellikle yeni bir anayasa konusunda” tercihinde özgürdür ancak eğer toplumda bilinen, etki yaratan isimler veya siyasetçiler “Evet” veya “hayır” diyeceklerini açıklıyorlarsa, sistemin hangi bölümünün “gelecek açısından daha iyi” veya “daha kötü” olduğunu da açıklamalıdırlar.

Halk önce “konu hakkında ne bildiklerini” öğrenmelidir!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.