Şampiy10
Magazin
Gündem

Ortadoğu’da bizi ilgilendiren oyun!

Dünkü yazım ABD’nin Suriye iç savaşından bu yana işlenen cinayetlere seyirci kaldıktan sonra İdlib’deki kimyasal gaz saldırısında birden atağa kalkmasının pek inandırıcı olmadığı vurgusuyla bitmişti.

Artık uluslararası siyasette de “algı operasyonları”, toplumları yanıltarak, hatta kitlesel ölümleri, çocuk katliamlarını bile göze alarak, vicdanı umursamayan yöntemler kullanıldığı için neyin gerçek, neyin yalan olduğunu anlamak zor.

Dünya adeta birkaç ülkenin başrolünde oynadığı bir tiyatro oyunu izler gibi… Rus siyaset bilimci İgor Eydman’ın sözleri tam da benim görüşümü destekler nitelikte.

Şöyle diyor: “Trump’ın ‘Russiagate’ skandalına son vermek için ‘Putin’in dostu olmadığını’ halkına göstermesi gerekiyordu. Trump’ın emriyle ateşlenen füzeler bu işi gördü.”

Danışıklı dövüş mü?

Diğer tarafta “Akdeniz’den Suriye’ye füzeler ateşlendiğinde Rusya’nın Suriye’de bulundurduğu hava savunma sistemlerinin neden karşılık vermediği” sorusunun İdlib’e atılan füzelerin “Putin’le Trump arasında danışıklı dövüş olduğu” şüphesi yarattığı gündeme geldi.

Ayrıca “59 füzeyle vurulduğu” söylenen Şayrat Hava Üssü’nden ertesi gün Suriye uçaklarının havalanması da bu şüpheyi arttırdı.

Trump’ın partisinden olan Senatör Mc Cain’in, Trump’ın Suriye politikasını eleştirirken “Rusya ile ortak hareket eder hale geldik” dediğini hatırlıyoruz.

Gerçekten de ABD ile Rusya, Suriye’de “PYD’ye destek vermek için” birçok kez ortak çalışıyor tablosu çizdiler.

Örneğin Fırat Kalkanı operasyonu da bu ortaklık nedeniyle; Rusya’nın Afrin PYD kantonuna, ABD’nin Menbiç girişine konuşlanarak TSK’nın her iki yöne ilerlemesini engellemeleri nedeniyle sonuçlandı.

Trump’ın ortaya çıkan bu ABD-Rusya ortaklığı görüntüsünü bir şekilde kırması gerekiyordu. ABD’nin BM temsilcisi Nikki Haley’in “Rusya’nın umursaması için daha kaç çocuğun ölmesi gerekiyor” diye sorduğu konuşması ABD’nin eyleminin aynı zamanda “Rusya’ya karşı” olduğunu yeterince anlatmıştı.

Suriye’yi önceden uyararak ve “saldırının bir seferlik olduğunu” vurgulayarak Esad ve Rusya’dan nasıl bir geri adım beklenebilir ki?

Kontrolü ele geçirmek…

ABD ile Rusya Suriye ve Irak’taki gelişmelerin içinde yer alıyor. Ayrıca Rusya, ABD ve İran Irak’ta da etkili…

ABD’nin Ortadoğu’da kontrolü elinde tutmak, bölgeye İsrail’in güvende olacağı sınırlar çizmek, zengin petrol ve doğalgaz yataklarından pay almak, İslami terörü bitirmek gibi hedefleri yıllardır var.

Yalnız bu hedeflerin “Irak ve Suriye’de ilan edilmesi planlanan Kürdistan alanlarını genişletme” ile olan bağlantısı, örneğin Kerkük ve Musul’da, Rakka ve Menbiç, Afrin’deki PYD-PKK-IKBY varlığı Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor.

İşin içine “Rusların Kürtlerle dostluk ilişkilerinin” çok eskilere dayanması, Barzani’nin ABD ve Rusya’dan aldığı cesaretle “Diyarbakır’a müdahale”den söz edebilmesi girince…

Ortadoğu oyunlarını gözden kaçırmamak şart oluyor!

Yazının devamı...

ABD’nin kırmızı çizgisi!

Suriye’nin İdlib kentine yapılan kimyasal saldırı, 30’u çocuk 86 kişinin korkunç şekilde öldürülmesi ABD Başkanı Trump’ın Suriye yönetimine açık bir savaş başlatmasına neden oldu.

Dün sabah Akdeniz’de bulunan ABD savaş gemilerinden 59 Toma Hawk füzesi İdlib’deki hava saldırısının yapıldığı Şayrat Hava Üssü’nü vurdu.

Trump bir gün önce Beyaz Saray’da Ürdün Kralı Abdullah ile birlikte yaptığı basın toplantısında bunun işaretini vermiş “Kırmızı çizgi çoktan aşıldı. Suriye’de kimyasal saldırıya karşı harekete geçme sorumluluğum var” demişti.

Bu konuşmanın arkasından Rusya Devlet Başkanı Putin “Bunun Esad’a temelsiz bir suçlama olduğunu, tarafsız bir uluslararası soruşturma olana kadar böyle bir suçlamanın yapılamayacağını” söylerken Suriye “Kimyasal silah kullanmadık, kullanmayacağız” açıklaması yaptı.

Rusya ve Suriye’nin itirazları ABD’yi hiç etkilememiş olmalı ki füzeli saldırılar dün başlatıldı.

Cezasız kalamaz!

İdlib’e yapılan kimyasal saldırıda, kucağında “hayatını kaybetmiş ikiz bebeklerini taşıyan, sonra onları elleriyle gömen genç babanın yürek kanatan, dayanılmaz görüntüleri” sanırım bu savaşın simgesi olacaktır.

Fransa Dışişleri Bakanı’nın dediği gibi “Esad’ın işlediği suçlar cezasız kalamaz”, kalmamalıdır. Ancak…

Suriye ve Irak’ta insanlar yıllardır buna benzer çok felaketler yaşadı.

Suriye iç savaşı başlayıp IŞİD ortaya çıktığında, binlerce insanı bir günde kestiğinde, Türkmenler, Araplar saldırı ve işkencelerle göçe zorlandığında ABD ve diğer ülkeler uzun süre öylece izlediler.

Obama ile Trump’ın politikalarının farklı olacağı düşünülse de ABD gibi ülkelerin politikalarında “süreklilik” esastır, planlar projeler çok önceden hazırlanır. (Hatırlayalım; Condolezza Rice’ın 7Ağustos 2003’teki “Ortadoğu’da 22 ülkenin haritaları değişecek” sözü.)

Obama döneminde de, Trump geldikten sonra da PYD’ye destek vermek üzere ABD, koalisyon güçleri, Rusya ve Suriye rejim güçlerinin “aynı saflarda” veya “aynı amaca hizmet için” birlikte çalıştığı zamanlar oldu.

Egemen ülke…

Bu süreç içinde çocuk-yetişkin binlerce insan öldü. Bunları düşününce ABD’nin “neden bugüne kadar beklediği ve ancak bugün harekete geçtiği” sorusu çıkıyor ortaya…

Daha bir hafta önce Beyaz Saray Sözcüsü Spicer “Suriye’deki siyasi gerçekliği, Esad’ın egemen bir ülkenin lideri olduğunu kabul etmek zorundayız” dememiş miydi?

ABD, Suriye iç savaşından sonra “Esad muhaliflerine destek verme” sözüyle ortaya çıkmış, sonra Türkiye’yi ÖSO ile baş başa, ortada bırakarak sadece PYD’ye destek vermişti.

Bugün hala “ABD, SDG(PYD)’yi eğitmeye ve desteklemeye devam edecek” diyorlar.

Suriye’yi (ve Irak’ı) bölmek için insanları öldürenlerle birlikte hareket ederken, bir başka köşede “Artık sınırı aştın” demek, pek inandırıcı görünmüyor.

Her ne kadar bu saldırı zamanında yapılmış olsa da!

Sadece “İdlib saldırısı sabrımızı taşırdı, bakışımız değişti” demek yeterli mi acaba?

Yazının devamı...

Bugünün en önemli meselesi!

Televizyonlarda siyasi parti liderleri adeta milletvekili seçimi bile değil, “aynı parti içinde liderler yarışı” varmış gibi sadece birbirlerinin sözlerini eleştirmekle meşguller.

Kalabalıklar toplanmış, miting yapılıyor ve halk “referanduma sunulan anayasa değişikliği” paketinde neler olduğunu değil, karşılıklı atışmaları izliyor.

Bir taraf diğerine “Allah bile yetkileri dağıtmış” diyor, diğer taraf bunu tamamen farklı şekilde “seçilecek başkanları Allah’la eş tutmak” olarak algılıyor.

Bir taraf diğerine “Devletin tüm kurumlarının yetkileri tek kişide toplanmasın” diyor, diğer taraf “Sen bu işlerden ne anlarsın” diyor.

Bir taraf Hayır oyu verecek vatandaşları “FETÖ veya PKK ile bir tutacak sözler söylüyor, terörist yapıyor”, diğer taraf “Evet diyecekleri İzmir’e kadar kovalar denize dökeriz” diyor.

Halk şaşkın…

Sonra “Hayır’cılar teröristten farksız” veya “onları müzeye kaldırırız” diyen taraf ertesi gün “Vatandaşın seçimi ne olursa olsun her iki karar da eşit şekilde saygındır” diye dönüveriyor.

Aynı sırada “Evet diyenleri İzmir’e kadar kovalar denize dökeriz” diyen milletvekili “Benim öyle bir ifadem olmadı” diye dönüveriyor.

İzleyenler, dinleyenler şaşkın… Referanduma 9 gün kalmış, millet “neye oy vereceğini, ülkede ne gibi önemli değişiklikler olacağını” duymayı beklerken kavga izliyor.

Ortada diğer demokratik ülkelerde benzeri olmayan, “başkanlık sistemi”ne benzemekle beraber bu sistemde en önemli faktör olan “bağımsız yargı ve özgür Meclis (hatta 2 ayrı meclis) denetimi”nin ciddi şekilde etkisiz olacağı bir sistem değişikliği var.

Seçmenin “detayları” dinlemesi ve öğrenmesi gerekirken ne yazık ki bu açık ve net şekilde hala yapılmadı. Televizyon tartışmalarında hala yanlış bilgiler kafa karıştırmaya devam ediyor.

Barzani’nin tehdidi

Güneydoğu’da terör bitmedi. Şehitler vermeye devam ediyoruz.

Daha 2 gün önce hain teröristlerin döşediği bombalarla Şırnak ve Bingöl’de 4 gencecik askerimiz şehit oldu, 1’i ağır 5 askerimiz yaralandı.

Hükümet Barzani’yi krallar gibi, IKBY bayrağıyla karşılayıp, dost hava içinde görüşmeler yapmıştı, Mesut Barzani Türkiye’ye “en ağır tehdidi” savurdu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Kerkük’teki Kürdistan bayraklarını indirin, bedeli ağır olur” sözlerine “Irak Kürdistanı” olarak anılmaya başlanan IKBY Başkanı Barzani şu cevabı verdi:

“Türkiye Kerkük’e müdahale ederse, biz de Güneydoğu’ya müdahale ederiz. Diyarbakır ve diğer kentlerin iç işlerine karışırız”...

Kendisine ait Rudaw TV’de; Türkiye’nin Güneydoğusu’nu, Hatay ve Adana’yı “Büyük Kürdistan haritası” içinde gösteren Barzani’nin bu küstahlığı hafife alınmamalıdır.

Bu gibi konularda önceden “alıştırma gibi” söylenip sonra geri alınan sözlerin bile tehlikeli olduğu daha önce çok görülmüştür.

Kerkük, Musul konuları Irak Hükümeti ve ABD ile konuşulmalı, referandum telaşı içinde bu konu ikinci plana atılmamalıdır!

Türkiye’nin şu anda en ciddi sorunu Barzani’ye verilecek cevaptır!

Yazının devamı...

17 Nisan ‘huzurlu’ olacak mı?

Yapılacak olan referandum aslında bir genel seçimden daha önemlidir.

Türkiye’nin bundan sonra “demokrasi ile olan bağı, hukuk devleti-bağımsız bir yargının varlığı, Meclis’in ve muhalefet partilerinin ülke kararlarında etkisi” gibi hayati konulardaki geleceğini belirleyecek olan bir halk oylaması bu.

Ancak, daha önce de söylediğimiz gibi asıl yapılması gereken şey “Bu referandumla nelerin değişeceğini” net şekilde halka anlatmak olmalıyken bunun yerine “liderler arası şiddetli çekişmeler, parti rekabetleriyle” günler kaybediliyor.

Medyada ve sosyal medyada, mitinglerde, basın toplantılarında öyle şeyler söyleniyor ki insan “sonuçta halk EVET ya da HAYIR, neye karar verirse versin” 17 Nisan’da gerçekten bir kaos yaratılacakmış gibi bir hisse kapılıyor.

Seçim güvenliği

Bundan önceki bazı seçimlerde mükerrer oy kullanımı, oy kaydırma, hayatta olmayan kişilerin ismiyle oy kullanımı, gerçekte oturmadığı adreslerde seçmen yazılan kişiler, seçmen sayısının seçim öncesi artıp sonrasında azalması gibi olaylar yaşanmıştı.

Frankfurt Başkonsolosluğumuzun bildirdiği “bir vatandaşın, yan yana olan sandıklarda mükerrer oy kullanması ve hemen o anda anlaşılmamış olması” seçmende benzer olayların yurt genelinde de yaşanabileceği endişesini doğurdu.

Daha önce seçimlerde bu gibi olaylar yaşanmış, bazılarında “oy toplamada kullanılan bilgisayar programı SEÇSİS” sistemine de “dışardan müdahale edilebileceği” söylenmiş, sonuçların Adalet Bakanlığı’na bağlı UYAP tarafından toplanması tartışılmıştı.

Seçim veya referandum bittikten sonra genellikle itirazların fazla bir etkisi olmuyor.

YSK seçim güvenliğinden sorumlu olduğuna göre seçmenin endişelerini “referandum öncesinde” gidermek, “sandık bazında seçim sonuçlarını” hemen açıklamak, Frankfurt’taki olayın yaşanmayacağını garanti etmek gibi konular da onun sorumluluğundadır.

Örneğin; “parmak boyası” mükerrer oyları önleyeceğine göre, bu uygulamayı neden geri getirmediğini bildirmesi gerekir.

Tapu güvencesi…

Bugünlerde birçok kişinin şikayeti, aynı zamanda sosyal medyada dolaşan bir büyük endişe daha var.

Mimarlar Odası Başkanı Eyüp Muhcu “tapuların vatandaşlar için güvence olmaktan çıktığını, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın hazırladığı 67 maddelik torba yasa taslağı ile imar hakları ve kentsel dönüşüm alanlarında büyük değişiklikler yapıldığını” açıklamış.

Yeni düzenlemeye göre “kentsel dönüşüm alanlarında imar haklarının menkul değere dönüştürülerek imar borsasında şirketler tarafından alınıp satılabileceği, kamulaştırma yapılırken tapu niteliğinde olmayan sertifikalar verileceği” belirtiliyor.

Benzer bir endişe, vatandaşların “bankalardaki birikimlerine geçici olarak el konabileceği” konusunda duyulmakta…

Bağımsız yargının olması, bir hak ihlali durumunda yargının çözüm olması bu gibi durumlarda daha çok öne çıkıyor.

17 Nisan ve sonrası için vatandaşın güvenceye ihtiyacı var. Halkın kafasında bu korkularla sandığa gitmesine fırsat verilmemeli!

Yazının devamı...

Suriye’de kimyasal katliam!

Suriye halkı her tür vahşeti yaşadı, geriye bir tek “Saddam Hüseyin’in Kimyasal silah vahşeti” kalmıştı, dün o da yapıldı.

Esad’ın rejim uçaklarının muhaliflerin elindeki İdlib kentinde halka kimyasal silahlı saldırısı sonunda en az 100 kişi hayatını kaybetti, 300’den fazla yaralı var.

Açıkça görüldüğü gibi ABD’nin ve Rusya’nın koruduğu PYD’nin kuzey Suriye’de geniş bir alana yayılması ve hala ilerlemesi Esad’ı hiç rahatsız etmiyor ama muhaliflerin bulundukları bölgelerden “en vahşi yöntemlerle de olsa temizlenmeleri” gerekiyor.

Suriye’de Fırat Kalkanı operasyonunda TSK’nın çok sayıda kayıp vermesine rağmen Türkiye, bir yanda ABD’nin Menbiç’te, diğer tarafta Rusya’nın Afrin’de PYD-PKK’ya destek vermesi sonunda harekatı bitirmek zorunda kaldı.

Kimyasal silah saldırısından sonra ÖSO’nun TSK desteğiyle aldığı bölgelerde halkın ne derece güvende olduğu da belirsizdir.

PYD lideri Salih Müslim’in konuşmasına bakılırsa ABD yakında “petrol zengini” Rakka’yı da yerli halkına filan bırakmayıp Rojova’ya katacak.

Petrol savaşları

Musul ve Kerkük’teki petrol ve doğalgaz rezervlerinin değeri “4 trilyon dolar”dan fazla, sadece Kerkük’te 520 milyar dolarlık petrol var.

Irak ve Suriye’de bu petrol bölgelerine Türkiye yaklaştırılmadı. O kentlerdeki operasyonlara katılmasına ABD izin vermedi.

Bunun bir nedeni Suriye’de PYD-PKK’ya, Irak’ta IKBY’ye (hepsi sonuçta Barzani’ye çıkıyor) toprak kazandırmak ise, diğer nedeni onlar vasıtasıyla trilyonlarca dolarlık petrolün ortağı olmak, aynı zamanda İsrail’in de işine gelecek şekilde “farklı ülkelerdeki Kürtleri birleştirmek”.

Bayrak ve sonrası…

Irak’ta Kerkük Şehir Konseyi kamu binalarında Irak Kürt Bölgesel Yönetimi IKBY bayrağının kullanılmasını kabul etti ve hemen uyguladı.

Irak Parlamentosu bunun Anayasa’ya aykırı olduğunu söyleyerek “yalnızca Irak bayrağı asılmasını” istedi. Kerkük İl Meclisi ise “Bağdat’ın ret kararını uygulamayacaklarını” açıkladı.

Görüldüğü gibi “işi belli bir noktaya taşıdıktan sonra” Irak veya Suriye Hükümeti’nin ne dediğini, diyeceğini, “siyasi meydan okumaları” dinleyen de olmuyor.

Geçenlerde Beyaz Saray Sözcüsü Sean Spicer “Suriye’de Devlet Başkanı Esad’ın geleceğine Suriye halkı karar verecek” dedi.

Hangi Suriye? Birleşik bir Suriye mi bırakıldı ki karar verecekler.

Aynı oyun Salih Müslim’in “Rojova’ya katılmaya Rakka halkı karar verecek” cümlesinde, “Kerkük’te bayrağa Kerkük halkı karar verecek” gibi sözlerde de var.

Kentlerden istemedikleri halkı saldırılarla göçe zorlayarak istedikleri nüfus çoğunluğunu sağlıyorlar.

Barzani, ABD’den aldıkları güçle BM’ye “Bağımsız Kürdistan için çok yakında referandum yapacaklarından” söz etti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan dün “Kerkük’teki o bayrakları indirin, bedeli ağır olur. Orada Türkmenler, Araplar ve Kürtler yaşıyor” dedi ama Suriye ve Irak’ta ABD ve diğer ülkeler yalnızca PYD-PKK ile Barzani’yi desteklemeye devam ettiği sürece Türkiye’nin işi çok zor görünüyor.

Yazının devamı...

Milletin hakkı için konuşmak!

Başbakan Binali Yıldırım’ın televizyon konuşmalarını izlerken derin düşüncelere dalmamak mümkün değil.

Mesela hafta içinde bir konuşmasında yine “Bu anayasa değişikliği ile Türkiye’de bir daha koalisyon hükümeti olmayacağını, dolayısıyla istikrarsızlık yaşanmayacağını” söylüyordu.

Oysa Türkiye’de koalisyon hükümetleri uzun ömürlü olmasa da onlar döneminde yararlı işler de yapıldı.

Örneğin Ecevit’in kurduğu CHP-MSP koalisyonu döneminde yapılan ve mutlak bir başarıyla sonuçlanan 1974 Kıbrıs Harekatı.

Veya 3.5 yıl süren DSP-MHP-ANAP koalisyonu sırasında Meclis’teki tüm partilerin uzlaşarak 1982 darbe Anayasası’nda 33 maddeyi birden değiştirmesi…

Bunlar, temel hak ve özgürlükler ve AB’ye uyum açısından çok olumlu, özgürleştirici değişikliklerdi.

Neden istikrarsızlık?

Başbakan Binali Yıldırım AB ülkelerini örnek göstererek şöyle diyordu:

Almanya’da 1950’den bu yana (67 yılda) sadece 24 hükümet kurulmuş, Türkiye’de 67 yılda 48 hükümet… Yazık değil mi, millet devamlı seçime gidecek, para harcanacak.”

7 Haziran seçimini örnek verdi; “Ne oldu, tek parti çıkmayınca hükümet kurulamadı, işler yarım kaldı, terör başladı.”

Türkiye’de siyasi partiler, hatta seçmenleri, özellikle seçim zamanlarında birbirine düşman gibi kutuplaştırıldığı için AB ülkeleri gibi bir uzlaşma kültürü maalesef oluşamıyor.

Oysa Binali Yıldırım’ın “67 yılda 24 hükümet” diyerek örnek gösterdiği Almanya Hitler’den sonra sadece koalisyon hükümetleriyle ve “istikrarla” yönetilmiş.

Merkel 12 yıldır koalisyon hükümetlerine başbakanlık yapıyor. Avrupa’da 22 devlet koalisyonla yönetiliyor.

Demek ki sık seçime gitmekle koalisyonlar arasında doğru orantı kurmak mümkün değil.

Onlara bakınca, istikrar ile koalisyon arasında ilgi kurmak da hiç mümkün değil.

(7 Haziran sonrası AKP-MHP bugünkü gibi anlaşsa ve kısa sürede koalisyon kurulsaydı tekrar seçime gidilmeyecekti. Teröre gelince, tek parti hükümeti sırasında Türkiye’de terör olmadığı söylenebilir mi?)

En önemli mesele!

Geçen Cumartesi akşamı Kanal D’deki röportajda Başbakan’a, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “ekranda karşılıklı tartışalım” teklifi soruldu.

Binali Yıldırım bu soruya “Şimdi neyi konuşacağız, her şey Anayasa değişikliği maddelerinde yazıyor. Referandumdan sonra konuşalım… Memleket meselelerini konuşalım ama dürüst konuşalım” cevabını verdi ve oradan “3’üncü havalimanı”ndan söz etmeye geçti.

Doğru, herşey değişiklik maddelerinde yazıyor ancak…

Slogan gibi kalıplaşmış konuşmaların yapıldığı ve bu kadar hayati önem taşıyan bir süreçte; “Ailem için, evlatlarım için, gelecek için” diye konuşan seçmenlere “gel açıkla” dendiğinde çoğu hala Anayasa değişikliğinin hangi düzelmeye veya olumsuzluklara yol açabileceğini bilmiyor.

Bu gerçek ortada dururken “Ana muhalefet lideriyle referandumdan sonra memleket meselelerini konuşalım” demek anlaşılır bir yaklaşım değildir.

En önemli memleket meselesi 16 Nisan referandumudur!

Yazının devamı...

Hukuksuzlukla başa çıkılmaz!

Hak, hukuk, demokrasi dediğinizde bunun içine “dürüstlük, insan hakları, paylaşımda eşitlik, başkasının canına-malına saygı gösterme, devletin vatandaşlarının güvenliğini sağlaması, adalete verilen önem” ve daha çok şey girer.

Bunlar uluslararası hukuk ve demokrasi için de geçerlidir, eksik olduğunda ise “denetim” konusu devreye girer.

Örneğin; bir ülkede referandum yapılıyorsa ve devlete ait kurum ve kişiler “referandum seçeneklerinden birini savunanlara” tüm hakları verirken, diğer tarafın önüne her tür engeli çıkarıyorsa orada hukuktan ve demokrasiden söz edilemez.

Eğer referandumun konusu ve “neyi oylayacağı” halka anlatılacak yerde “gerçek dışı” sloganlar ve açıklamalar yapılıyorsa aynı eksiklik söz konusudur.

Asker veya sivil vatandaşlar, kesin bir suçlama olmadan, iddianameleri hazırlanmadan tutuklanıyor, aylarca hapis yattıktan sonra “suçsuz olduğu” anlaşılarak tahliye ediliyorsa burada Balyoz-Ergenekon sürecine benzer kesin bir hukuksuzluk söz konusudur.

İntihar eden öğrenci

Televizyonlarda yıllarca Gülen’i ve Cemaat’i öven isimlere veya birbirinin FETÖ’cü olduğunu ve örgüte çıkar sağladığını basına açıklayan siyasetçilere hiç dokunulmazken, böyle bir övgüde veya faaliyette bulunmayan kişilerin cezaevinde olması adil midir?

Kim suçlu, kim masum belli değil. Dün, “YGS sınavına 1 dakika geç kaldığı için alınmayan öğrenci” Büşranur’un kendini asarak intihar ettiği haberi vardı (Sözcü).

Suriyeli öğrenciler istediği üniversiteye sınavsız ve ücretsiz kabul edilirken, ayrıca kalacakları yurtlar bile ayarlanırken, bütün lise hayatını kurslarla ve hazırlıkla geçiren Türk öğrencilerin “1 dakika geç kaldı diye” sınava alınmaması adil bir durum mudur?

İki gün önce ilk defa bir ortaokulda bir öğrencinin “topu kendisine vermedi” diye bir başka öğrenciyi bıçaklayarak yaraladığı haberi verildi.

O öğrenci ölebilirdi de… Yapan öğrenci o gün serbest bırakıldı. Diyeceksiniz ki bunları yapan yetişkinler de serbest bırakılıyor.

İşte böyle bir ülkede hukuktan, adaletten söz edilemez. Hukukun olduğu ülkede yetişkinler cezasını çekmeden bırakılmaz, yaşı tutmayanlar ise “ıslahhaneye” gönderilir.

Denetim şart!

Uluslararası Yargıçlar Birliği bir açıklama ve çağrı yaptı ve “Türkiye’de hukukun üstünlüğünün sonuna gelindiğini” bildirdi.

Açıklamada “2014 yılından bu yana tamamıyla hükümetin hakimiyeti altındaki HSYK’nın, hakim ve savcılara dair yer değiştirme ve disiplin cezaları gibi konularda yetkilerini hukuka aykırı şekilde kullanarak Türkiye’de yargının kötüye gidişine sebep olduğu gözlemlenmiştir” diyor.

Hakim ve savcıların atama, terfi, disiplin, ihraç gibi işlemlerini yapan HSYK’nın 2014’ten bu yana bağımsız olmadığını açıklıyorlar.

Referandumdan sonra “üyelerinin çoğunluğuna başkanın, geri kalanına Meclis’in karar vereceği” HSYK ile bu bağımsızlık ne hale gelir, düşünmek lazım.

Adalet, yargı ve denetim… Türkiye’nin üzerinde en çok durması gereken konulardır.

Yazının devamı...

Fırat Kalkanı neden bitti?

Çarşamba günü MGK toplantısından sonra yayınlanan bildiride; Suriye’de yaklaşık 6 aydır devam etmekte olan “Fırat Kalkanı operasyonunun başarıyla sonuçlandığı” açıklandı.

Açıklamada harekatın amacı “sınır güvenliğini sağlamak, DEAŞ terör örgütünün ülkemize yönelik tehdit ve saldırıları önlemek, Suriyeli kardeşlerimizin ülkesine dönüşüne imkan vermek ve bölgede huzur içinde yaşamalarını sağlamak” olarak belirtiliyor.

Harekatın amacı öncelikle “sınır güvenliğimizi sağlamak”tı, doğru ama sadece DEAŞ’ın saldırılarından koruyarak mı sağlanacaktı sınır güvenliğimiz?

PYD-PKK’nın birlikte Suriye sınırımız boyunca özerk kantonlar ilan ederek ilerlemesi ve güneyimizde (Akdeniz’e uzanacak) bir “Kürt koridoru” oluşturması için az bir alanın kalmış olması da sebep değil miydi?

DEAŞ senaryosu

Hakkari’den Habur sınır kapısına uzanan sınır çizgisinin öte tarafı, Barzani’nin başkanı olduğu ve topraklarını çok genişlettiği “Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY)” ki artık buna “Irak Kürdistanı Yönetimi” deniyor.

PKK’nın Suriye kolu PYD, onun hemen bitişiğindeki Cezire’yi Suriye iç savaşı başlar başlamaz, Esad Türkiye sınırından çekilir çekilmez aldı.

Arkasından “DEAŞ’dan alıyoruz” masalıyla Kobani’yi aldılar.

Hatırlayacak olursak Kobani’nin alınışı sırasında biz de Barzani’nin peşmerge ordusunun PYD’ye yardıma koşması için Türkiye üzerinden geçişlerine izin vermiştik.

Kobani’nin veya Tel Abyad’ın “DEAŞ’dan alınması”nın birer senaryo şeklinde gerçekleştiği o günlerde de belliydi.

DEAŞ adeta “Suriye ve Irak’ta adeta bölgelerin PYD-PKK’ya devredilmesi için” kullanılan taşeron bir terör örgütü olarak ortaya çıkmıştı.

Sınır boyunca bazen ABD-Koalisyon, bazen Rusya veya Esad güçleri tarafından desteklenerek ilerleyen PYD-PKK’nın Hatay’ın bitişiğinde kurdukları Afrin kantonuna ulaşmasını engellemek şarttı. Ancak…

Güneydoğu’da “çözüm süreci”yle kaybedilen zaman gibi burada da müdahalede çok geç kalınmıştı.

ABD’nin rolü

En başta Suriye iç savaşına “Esad muhaliflerini destekleyerek” karışmak ve Esad’ı karşımıza almak yerine Cezire’den başlayarak PYD’nin alan kazanmasına engel olmak gerekiyordu.

Türkiye’nin; çok sayıda şehit vererek Cerablus ve El Bab’ı DEAŞ’dan almış olsa bile “TSK çekildikten sonra ABD-Rusya, Esad ve Barzani-PYD’nin bölgeyi nasıl dizayn edeceklerini” kontrol etmesi kolay değil.

Nitekim biz “Hedefimiz önce Menbiç, oradan Rakka” dediğimiz anda ABD kendi savaş uçaklarıyla YPG (PYD) militanlarını Rakka yakınlarına indirdi. Yanına da kendi birliklerini koydu.

Bunu yaparak Türkiye’ye “PYD’nin yanında yer aldığını ve bir müdahaleye izin vermeyeceğini” anlattı. Aynı sırada Rusya da Hatay’a yakın Afrin’e üs kurarak PYD’nin bu kantonuna destek verdiğini gösterdi.

TSK’nın doğuya ve batıya ilerlemesi halinde karşısında kendilerini de bulacağı mesajını açık şekilde verdiler ve Fırat Kalkanı’nın önünü hep birlikte kestiler.

Bundan sonra Suriye ve Irak’ta senaryoların hangi hızla ve ne şekilde oynanacağını bilmiyoruz ama Barzani ile dostluğun uzun sürmeyeceği kesin görünüyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.