Şampiy10
Magazin
Gündem

Demokrasi ve güneyimizdeki gelişmeler!

Dün AKP’li eski Meclis Başkanı Cemil Çiçek’in referandumla ilgili olarak, düzenlemenin zamanlamasını da beğenmediğini, “önceliğimizin ülkenin gerçek sorunları olması gerektiğini” söylediği konuşmasına yer vermiştim.

Irak ve Suriye’de gerçekleşen ve Türkiye’ye tehdit oluşturacak adımlara bakılırsa çok haklı. Aynı konuşmada referandum kültürümüzün olmadığını da söylüyordu.

Bu da doğru bir nokta.

Hala tartışmaların çoğu “referandumun asıl konusundan çok uzakta” yoğunlaşıyor. Oysa asıl tartışılması gereken şeyler;

“Milli iradeyi temsil eden Meclis’in değişimden sonra denetim yapıp yapamayacağı, yargının gerçekten bağımsız olup olamayacağı, hükümet yerine tek kişinin geçeceği ve Meclis çoğunluğunu da onun belirleyeceği bir sistemde demokrasinin korunup korunamayacağı” gibi konulardır.

Baskı ve tehditler

Devlet Bahçeli’nin “Değişiklikler geçmezse ülke karmakarışık olur” demesi bile adil ve özgür bir süreç olmasını engelleyen, baskıcı bir tavırdı.

Bir kaymakamın muhtarlara “köyünüzden istenen oy çıkmazsa işinizi yapmam, mührünüzü alırım” dediği ses kaydıyla ortaya kondu.

Devleti, İçişleri Bakanlığı’nı ilçe çapında temsil eden kaymakam bunu yaparsa, eline silah alıp poz vererek halka “verecekleri oylarla ilgili” tehdit mesajları gönderenleri cezalandırabilir misiniz?

Referanduma kısa bir süre kalmışken her tür baskının, din ve inanç, mezhep farklılıklarına vurgu gibi konuların gündemden kalkması gerekmektedir.

Aksi takdirde, tekrarlayalım, bu şartlar altında bir seçim veya referandumun anlamı da, demokratik meşruiyeti de kalmaz.

Toprak bütünlüğü

İngiltere Dışişleri Bakanı Boris Johnson Türkiye’ye geldiğinde dikkat çekici olmakla birlikte üzerinde durulmayan şöyle bir cümle sarf etti:

“Birleşik Krallık Türkiye’de olduğu gibi, hem Suriye’de, hem Irak’ta ‘toprak bütünlüğünün sürdürülmesini’ destekliyor.” Yani Batı Türkiye’nin toprak bütünlüğüne de artık Irak ve Suriye’ye bakar gibi bakıyor.

Biliyorsunuz yıllarca tüm Batı ülkeleri ve Türkiye, Irak ile Suriye için “Toprak bütünlüğünü destekliyoruz” dedi, sonunda Irak ve Suriye “toprak bütünlüğünden söz edilemez” hale geldi. Türk askeri Başika’da olmasına rağmen ABD Türkiye’nin Irak’taki operasyonlara karışmasına izin vermedi.

Suriye’de PKK-PYD’yi, Irak’ta Barzani ve peşmergelerini desteklemeye devam etti. PKK Irak’ta da eksik değildi.

Barzani “Irak’ta aldığımız yerler bizim, asla çıkmayız” demişti, şimdi Kerkük’e Kürdistan bayrağı çekerek bunu dünyaya ilan ettiler. Musul’da benzer bir tablonun yaratılması hiç şaşırtıcı olmayacaktır.

Aynı sırada Suriye’de PYD lideri Salih Müslüm’in “Rakka DEAŞ’tan kurtarıldıktan sonra Rojova’ya, özerk yönetimlerin bulunduğu federal sisteme (Suriye Kürdistan’ı) katılmasını umduklarını” söylediğini hatırlatayım.

Uzun zamandır ısrarla anlatmaya çalıştığım “uluslararası proje” yeterince netleşti değil mi? Şimdi Boris Johnson’ın vurgusunu düşünme zamanıdır.

Yazının devamı...

Cemil Çiçek ve referandum!

Kısa süre önce Başbakan Binali Yıldırım’ın ev sahipliğinde, AKP Hükümetlerinde bakanlık yapmış kişilerin katıldığı ve referandum çalışmalarının değerlendirildiği yemekli bir toplantı yapıldı.

Bu toplantıda partinin kurucu üyesi ve eski Meclis Başkanı Cemil Çiçek şunları söyledi:

“Anayasa değişikliği düzenlemesinin içeriğini de, zamanlamasını da, MHP’nin peşine takılmamızı da yanlış buluyorum… Önceliğimiz ülkenin gerçek sorunları olmalıydı, bununla zaman kaybediyoruz”.

Deneyimli ve Ak Parti içinde de uzun yıllar üst düzey görevler almış bir siyasetçi olarak görüşleri üzerinde durulmayı gerektiriyor.

Çiçek, Türkiye’nin iç ve dış politikada, ekonomide, terör sorununda önemli bir süreçte olduğunu, gündemdeki Anayasa değişikliğinin ise “acil ve öncelik gerektiren bir toplumsal veya siyasi ihtiyaçtan kaynaklanmadığını” görüyor.

Referandumla kaybedilen zaman ve emek için uyardığı gibi, sonucunda içeriğin de Türkiye’nin aleyhine olabileceği ihtimaline karşı uyarıyor.

İçerik tartışılmalı

Cemil Çiçek daha sonra bu toplantı hakkında kendisine sorulan soruları cevaplarken de şöyle dedi:

“1961 ve 1982 Anayasa değişiklikleri sıkıyönetim şartlarında gerçekleşti. Dolayısıyla referandum paketinin içeriği hakkında tartışma imkanı yoktu….

Türkiye’de bir ‘referandum kültürü’nün olduğunu söyleyemeyiz.

Bizde yapılan referandumlarda ‘içerik’ tartışılmaz. Vatandaş içeriğin ne olduğuna bakmaz, desteklediği partinin ve liderinin nerede konumlandığına bakar.”

16 Nisan’da yapılacak referandum biraz farklı.

Cumhuriyet’in kuruluşundan, hatta Osmanlı’dan gelen siyasi gelenek ve yapılarda büyük bir değişikliğe neden olacağı için özellikle eğitimli vatandaş kitleleri hangi partide olurlarsa olsunlar “liderlerden çok içeriğe” bakabilirler.

Bununla birlikte yapılan kampanyalar; örneğin seçmenlerle “terör örgütleri veya mezhepçilik” arasında bağlantı kurulması gibi söylemler, hatanın seçmenden çok kampanya yürüten partilerde olabileceğini gösteriyor.

Meşruiyet sorunu

Konuştuğum, ülkeler arası deneyime sahip Anayasa hukukçuları öncelikle devam etmekte olan OHAL şartlarında referandum için:

“1982 Anayasası OHAL’de yapıldı ve meşruiyeti hep eleştirildi. Şimdi aynısı 2017 Anayasa referandumunda yapılıyor…

Olağanüstü hallerde ‘temel hak ve özgürlükler sınırlı’ olduğu için seçim ve referandum yapılamaz. Venedik Komisyonu’nun da uyardığı gibi bu başlı başına bir meşruiyet sorunu yaratır” diyorlar.

Anayasa’nın amacının “devletin hukukla sınırlandırılması, iktidarları sınırlama mekanizması getirilmesi, tüm devlet gücünün tek elde toplanmaması, vatandaş ve devletle ilgili güvencelerin korunması” olduğunu anlatıyorlar.

Televizyonlarda “ABD’de Başkan’ın işlemlerinin denetimsiz olduğunu” söyleyen bazı milletvekilleri, demokratik hiçbir ülkede “denetimsiz iktidar gücü” olmadığını araştırmalıdır.

Hepimizin görevi halka “doğruları” anlatmak olmalı!

Yazının devamı...

Kampanyalar; içerik, yalan, korku!

Anayasa değişikliği ve referandum konuları MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin aniden ortaya attığı önerisiyle başlamıştı.

Bahçeli daha sonra iktidar partisinin “başkanlık” projesini beğendiğini ve destek vereceklerini açıkladı. Sözünü tuttu, o günden beri gerçekten koalisyon ortağı gibi davranıyor.

Yalnız dikkat çeken bir nokta var. Baştan beri vurguladığım gibi referandum kampanyaları adeta bir “genel seçim” havasında götürülüyor.

Başbakan Binali Yıldırım son olarak “Biz bir yalan-dolan kampanyasıyla karşı karşıyayız. Kağıt üzerinde olmayan şeyler söyleniyor” dedi.

Eğer böyle bir durum varsa, bu sonuçta “oy verecek seçmene ve ülkeye büyük haksızlık” olacağından açıklamalar “somut” hale getirilmelidir.

Yalan nerede?

Mesela; Anayasa metni üzerindeki hangi madde ile ilgili yalan kampanya yapılıyor, bu halka açıklanmalı…

“Cumhurbaşkanı’nın Meclis’i feshetme yetkisi yok, yalan söyleniyor” deniyorsa, 18 madde arasında böyle bir yetkinin olmadığı ortaya konmalıdır. Bu yapılmadığında halk açıp bakıyor ve o maddenin var olduğunu görüyor.

Böyle bir durumda seçmenin “şaşkınlığa, kararsızlığa düşmesi” nasıl önlenecek?

Devlet yönetiminin, ülke geleceğinin bağlı olduğu önemli bir referandumda “belirsizlik” yaratılmamalıdır.

Bir nokta daha; “Avrupa Birliği’ni istiyor muyuz, halka sorarız”, “İdam gelsin mi, halka sorarız” gibi, her konuda referanduma gitmek de Türkiye gibi içte ve dışta sorunlar yaşayan bir ülke için maddi-manevi kayıptır.

Şu anda da, değişiklikler net şekilde anlatılmadığı için, oy verecek insanlara “neden bu oyu vereceği” sorulduğunda çoğu nedenini söyleyemiyor.

Garip ne yapsın?

Bazı köşe yazarlarının “Hayır oyu vereceklerin motivasyonu Erdoğan karşıtlığı” veya “Evet oyu vereceklerin motivasyonu Erdoğan sevgisi, olay Erdoğan referandumuna dönüşüyor” dediklerini görüyoruz.

Durum buna dönüşmüşse, “ülkenin geleceğinde çok önemli rol oynayacak bir referandum” için Erdoğan ve Kılıçdaroğlu isimleri üzerinden kampanya yürütülmesiyle ne kadar yanlış yolda olduğumuz açık değil midir? Referanduma gidişi başlatan Bahçeli’ye dönecek olursak, önce “Anayasa değişikliği referandumdan geçmezse Türkiye karmakarışık olur” diyen Bahçeli “18 maddelik Anayasa değişikliği üzerinde anlaştıklarını, CHP Genel Başkanı’nın ise milleti korkutmakla meşgul olduğunu” söyledi. Ancak…

“Kamplaşma olmamalı, gerilime son verilmeli, herkesin oyuna saygı duyulmalı” sözüyle daha önceki ürkütücü “ülke karmakarışık olur” mesajı büyük çelişki içinde.

Bahçeli, Ak Parti’nin “MHP çok çalışmıyor” iddiaları sorulduğunda ise “Biz Hazine’den aldığımız yardımlarla çalışma yapıyoruz. Garibin yaptığı bu kadar, garip ne yapsın” cevabını vermiş. Türkiye’ye en riskli süreçlerinden birinde referandum yolu açan bir genel başkanın “gariplik” mazereti kabul edilemez.

Twit atarak değil, televizyonlardan, gazetelerden, mitinglerden “üzerinde anlaştığı maddeler”in ülkeye ne getirip, ne götüreceğini açıklaması beklenmektedir.

Yazının devamı...

Trump’ın meclisi ve bizimki!

Daha önce ABD Başkanı Trump’la aynı partiden olan, Cumhuriyetçi Senatör John Mc Cain’in “Trump’ın bilgisi dahilinde uygulanan Suriye politikasını sert şekilde eleştirdiğini” yazmıştım.

Bunu rahatça yapabilmesinin nedeni ABD’deki 2 meclisin de (Temsilciler Meclisi ve Senato) üyelerinin “doğrudan halk tarafından” seçilmesi olduğunu da belirttim.

ABD Başkanı Donald Trump, Cuma günü “Temsilciler Meclisi’nde yeterli desteği bulamayan” yeni sağlık sigortası tasarısının geri çekildiğini açıkladı.

Trump kendi partisinin milletvekillerini ikna için birçok toplantı yapmış, son toplantıda “artık bu işin bitirilip mutlaka oylanmasını” istemişti.”

Bütün çabalarına rağmen “yeterli Evet oyu”na ulaşamadı.

Güçlü Meclis

Bugünlerde yeni anayasada “Güçlü ve yetkili bir Meclis” olacağı, “kanunları sadece Meclis’in yapacağı”, “halkın Meclis’te temsilinin güçleneceği” de propagandalarda geçiyor.

Oysa Trump’ın sağlık sigortası konusunda olduğu gibi, eğer “güçlü bir meclis” varsa o meclis Başkan’ın istediği bir yasayı, kararı en bağımsız ve çekincesiz şekilde sorgulayabilmelidir.

“Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”nde en çok tartışılan konu, denetimsiz bir gücün ortaya çıkması olduğuna göre referandumdan önce neden Seçim Kanunu ve Partiler Kanunu değiştirilmedi, ön seçimle halk tarafından seçilmiş bir parlamento oluşturulmadı?

Neden sonraya bırakıldı?

Ekonomik ve siyasi krizler

Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş son konuşmasında şunları söyledi:

“Çevremizdeki tehditleri düşünün. 25 günlük hükümetlerle yönetilemeyiz artık. 2001 krizi gibi krizlere Türkiye muhatap olmamalıdır….

Mevcut sistemin ‘vesayetçiliğinden’, ‘çift başlılığından’ kurtulmak, ekonomik ve siyasi krizleri ortadan kaldırmak için bunları önleyici anayasaya ihtiyaç var…

Burada ‘doğrudan doğruya milletin seçtiği bir hükümet’ var.

Yetkileri olan ama sorumsuz bir cumhurbaşkanı yerine çok yetkisi olan, sorumluluğu da olan bir hükümet ve cumhurbaşkanı..”

Türkiye 15 yıldır “kısa süreli hükümet” gibi bir durum yaşamadı. O nedenle ekonomik ve siyasi gelişmeler böyle bir duruma bağlanamayacağı gibi “yeni anayasa” ihtiyacının da bundan doğduğunu söylemek zor.

Aynı şekilde “15 yıllık tek parti hükümetleri” döneminde cumhurbaşkanı ile başbakanlar arasında bir çift başlılık da görülmedi.

Vesayet’ten kasıt?

Bırakın bunu, 7 Haziran seçimi gecesi “hiçbir partiyle koalisyon yapmayacağım” diyerek ülkeyi çözümsüz bir sürece sürükleyen Bahçeli ile dahi aylardır böyle bir durum yaşanmıyor.

“Vesayet” diye bir sorun da yok, zira yargıdan orduya kadar tüm kurumlardan binlerce kişi ihraç edildi, tutuklandı, Hükümet’in talepleri doğrultusunda baştan düzenleniyor. Bu durumda vesayet deyince akla yüksek mahkemeler, özellikle de Anayasa Mahkemesi geliyor.

Daha şimdiden Anayasa Mahkemesi “Kanun Hükmünde Kararnameleri denetlemeyeceğini” açıkladığına göre vesayet sözcüğü ile ne kast edildiği açıklansa yararlı olur.

Detayların anlaşılmasının sağlanması önem taşıyor.

Yazının devamı...

16 Nisan sürprizleri!

Türkiye en zor süreçlerden birini yaşıyor demiştik ki bu zorluk her geçen gün artıyor gibi.

Hükümet AB’ye “mültecilerin Yunanistan’a geçmesine engel olacağımız” sözünü verdiğinde bu sözü tutmanın çok zor olacağını, mültecilerin farklı güzergahlar üzerinden Batı’ya geçmekten vazgeçmeyeceğini yazmıştık.

Uzun süredir mülteci botu batma olayı duyulmuyordu, dün Kuşadası’ndan Yunanistan’a geçmeye çalışan bot battı, aralarında 5 çocuğun da bulunduğu çok sayıda sığınmacı hayatını kaybetti.

Bulgaristan’daki seçimde “çift vatandaşlığı olan Türkler’in oy kullanmasını” engellemek isteyen Bulgar göstericiler sınırı Türk otobüslerine, araçlarına kapattı.

Fransız takımı Olympique Lyon UEFA Avrupa Ligi’nde Beşiktaş’la yapacakları rövanş maçına terör ihtimali nedeniyle “taraftarlarının gitmemesi” uyarısında bulundu.

Batı ile sorunlar bitecek gibi görünmüyor.

Rusya-ABD ortaklığı

Suriye’de ise Hatay’a bitişik olan ve PYD-PKK’nın kontrolünde bulunan Afrin’de önce Rus askerleri PYD’nin (SDG, PKK hepsi aynı) silahlı gücü YPG’nin eğitim gördüğü üsse konuşlandı.

Sonra Afrin’e PYD bayrağı çekildi. Rusya bu hamlesini “YPG ile ÖSO arasına ihlalleri önlemek amacıyla” koyduğu şeklinde açıklasa da TSK’nın, Fırat Kalkanı operasyonunun Afrin’e yönelmesini önleyeceği açık…

ABD ve koalisyon güçleri ise, Pentagon tarafından da doğrulanarak “Amerikan askerleri ile YPG’yi bir arada kendi uçaklarında taşıyarak” Rakka yakınlarına paraşütle indirdi.

Aynı sıralarda ABD Rakka yakınlarında yüzlerce sığınmacının bulunduğu okula hava saldırısı yaptı, 33 kişinin öldüğü bildirildi. Irak’ta benzer şekilde Musul’da ABD uçaklarının hava saldırısında aralarında sivillerin bulunduğu 200 kişi hayatını kaybetti.

Görüldüğü gibi Türkiye’nin “YPG’yi aradan çıkarın, operasyonları bizimle yapın” tekliflerini kabul etmeyen ABD ve Rusya, Suriye’de Türkiye’nin Rakka yolunu ve Afrin’e geçme ihtimalini kapattığı gibi “PYD-PKK’nın ele geçirdiği bölgeleri korumak” için de ortaklık yapıyor.

Bu nedenlerle ve Barzani’nin iki taraflı oyununu da hesaba katarsak, Suriye ve Irak’ta TSK’nın hareket alanı son derece kısıtlanmış vaziyette.

Türkiye her şeye rağmen ÖSO ile Rakka’ya ilerleme planı yaparsa bugüne kadar olduğundan daha büyük tehlike ile karşılaşabilir.

AB yolu bitecek mi?

Diğer tarafta AB ile ciddi gerginliklerin yaşandığı bir süreçteyiz.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “16 Nisan’dan sonra sürprizlerle karşılaşabilirsiniz” dediği konuşması çok önemli.

“Türkiye’nin artık AB Liderler Zirvesi’ne alınmadığını, bundan sonra ‘ekonomik ilişkilerin sürebileceğini’ ama siyasi ve idari konuların gözden geçirileceğini, AB’nin Türkiye ile ilgili herhangi bir mesaj yayınlamasının kabul edilemeyeceğini” söyledi.

Yaşanan gerginliklere rağmen Türkiye’nin “çağdaş normlardan vazgeçmesine” sebep olacak bir toptan kopuş kararı gelecek adına yanlış olacaktır.

Yine “sabır ve diplomasi” önerimizi sürdüreceğiz.

Yazının devamı...

Türkiye’yi zorlayacak gelişmeler!

Londra’da Parlamento binası yakınlarında Çarşamba günü gerçekleşen terör saldırısında 1’i polis 3 kişi hayatını kaybetti, 40 kişi yaralandı ve saldırıyı DEAŞ üstlendi.

Dün son olarak Belçika’nın Antwerb kentinde bir terör saldırısı polisin erken müdahalesi sonunda önlendi.

Bu terör olaylarından hemen önce ABD ve İngiltere’nin; Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, Ürdün gibi Arap ülkeleri yanında Türkiye (THY) için de “yolcuların uçağa cep telefonu dışında elektronik alet almasını” yasaklama kararı dikkat çekici bir tesadüftür.

Dikkat çekici olduğu kadar çok üzücü, Türkiye’yi de dünyaya karşı “terör yaratma tehlikesi olan ülkeler arasında” gösteren bir karardır.

Türkiye’nin kendisi DEAŞ ve PKK terör saldırıları yaşarken ne oldu da Türkiye “Batı’nın terörden korunma önlemleri” arasına girdi?

Diplomasi tercih edilmeli

Bazı ülkelerle diplomatik çekişmeler yaşadık, bazıları ile önce sert çekişmeler yaşayıp sonra ilişkileri tamire çalıştık. Ancak…

Hükümet üyelerinin AB ülkelerinde bizzat referandum kampanyası yapma isteğine karşı çıkan Almanya, Hollanda gibi ülkelerle yaşanan ve şiddet içeren olaylar daha büyük sorunlara neden olabilir.

Ak Parti MYK toplantısında “son bir ayda 50’yi aşkın bakan ve milletvekilinin Avrupa ülkelerinde gurbetçilere yönelik 79 toplantıya katıldığı ve artık buna son verilebileceği” bilgisi paylaşılmıştı.

Eğer son bir ayda AB içinde 79 toplantıya izin verilmişse, ülkelerin “Artık bu kampanya toplantılarını istemiyoruz” demesi, diplomatik ilişkiler içinde değerlendirilebilir, toplantılar Türkiye tarafından iptal edilebilirdi.

Bu yöntem tercih edilseydi Hollanda’nın Türk bakanlara ve vatandaşlara gösterdiği saygısız, kabul edilemez tepkilere fırsat verilmemiş olacaktı.

Avrupa komisyonu soruyor

Londra’daki saldırıyı DEAŞ üstlendi ama dün Avrupa Komisyonu, Türkiye’nin AB Temsilcisini çağırarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Çarşamba günü kullandığı bazı ifadelerle ilgili” bilgi istedi.

Cumhurbaşkanı’nın konuşmasının söz konusu bölümü Hollanda’da Türk bakanlara ve vatandaşlara yapılan kötü muameleyle ilgiliydi ama “Londra’daki terör saldırısıyla aynı saatlere denk gelmesi” çok şanssız bir tesadüftü.

Cumhurbaşkanı “Siz böyle davranmaya devam ederseniz, yarın dünyanın hiçbir yerinde hiçbir Avrupalı, Batılı güvenle, huzurla sokağa adım atamaz. Bu tehlikeli yolu açarsanız en büyük zararı siz görürsünüz” demişti.

Uluslararası konuşmalarda “deneyimli büyükelçilerin, siyaset bilimcilerin görüşlerinin alınması” son derece önemlidir.

Türkiye’yi ülke olarak zan altına sokacak, tam “uçaklarda elektronik eşya” kararına dahil edilmişken bunu haklı çıkaracak söylemlerin yapacağı imaj erozyonu tüm ticari ve diplomatik ilişkileri tamiri zor şekilde zedeleyebilir.

Batı ülkelerindeki Türk vatandaşlarının hayatını çok ciddi ölçüde zorlaştırabilir.

Halihazırda içerde ve dışarda büyük sorunlarla karşı karşıya olan bir ülke olarak daha da zora girmemek için gayret ve dikkat gerekiyor.

Yazının devamı...

Referandum ve kafa karışıklığı!

Kısa bir süre için köşemden uzaklaştım ve acı kayıplara üzülerek döndüm.

Önce, uzun yıllar medyada çok değerli çalışmalara imza atmış olan meslektaşımız Tayfun Talipoğlu’nu kalp krizi sonucu kaybettiğimizi öğrenmek, hemen arkasından VATAN Gazetesi Muhasebe Müdürü, arkadaşımız Turan Erdoğan’ı yine kalp krizi sonunda kaybetmek bize büyük acı verdi.

Her iki değerli ve iyi yürekli dosta Allah’tan rahmet, yakınlarına ve tüm sevenlerine başsağlığı diliyorum.

Ne yazık ki ülkemiz referandum havasının stresi yanında her gün yeni bir endişeye, yeni bir olumsuz gelişmeye uyanıyor.

Referandum konusunda, “yapılan kamuoyu araştırmalarının veriliş şekli” dahil olmak üzere seçmene hatalı, yanıltıcı bir sunuş yapıldığı kanısındayım.

‘Şu partinin oy oranı’

Örneğin son olarak 4 referandum anketi yapıldığı ve bu anketlerin hemen hepsinde “Evet” oylarının yüzde 50-55 bandında çıkabileceği açıklanıyor.

Bu şirketlerin bazıları da, siyasetçilerin çoğu da “Evet” veya “Hayır” oylarını hala siyasi partilere mal ederek, “Şu partinin oy oranı” diye açıklıyorlar.

Bir kez daha ve net olarak belirtmek gerekir ki 16 Nisan’da yapılacak olan “Anayasa değişikliği”nin veya daha doğru ifade edecek olursak “yeni anayasa”nın, mesela İngiltere’deki “Avrupa Birliği’nde kalalım mı, çıkalım mı” referandumuyla hiçbir benzerliği yoktur.

Diğer ülkelerde referandum İngiltere’de olduğu gibi “kesin iki madde” arasında yapılır ve halk istediğine Evet, istemediğine Hayır der.

Türkiye’de ise maalesef 2010’daki yargı ile ilgili Anayasa Referandumu’nda olduğu ve 16 Nisan’da olacağı gibi halk oylamaları “torba halinde birçok madde bir arada” oylamaya sunuluyor.

Terör-darbe ilişkisi

16 Nisan’da seçmen “Parlamento’dan yargıya, hükümetten, bütçenin kullanılma veya Meclis’in feshedilme veya erken seçime gidilme yetkisine” kadar 18 maddelik büyük bir sistem değişikliğine bir arada oy verecek.

Bu referandumun “terör örgütleriyle veya darbe girişimiyle” değil, Türkiye’nin her vatandaşının geleceğiyle, tüm demokratik haklarıyla, bağımsız veya bağımlı bir yargı veya Meclis ortaya çıkmasıyla ilgisi vardır.

O nedenle seçmeni “darbe veya terör” ile bağlantılı konuşmalarla yönlendirmek ciddi bir yanlıştır.

Örneğin “PKK da Hayır diyor” demek, bu 18 değişiklikten bazılarını sakıncalı bulan tüm vatandaşlarla kanlı bir terör örgütünü bağlantılı hale getirmektir ki bu seçmene açıkça haksızlık ve suçlama olduğu gibi “Evet-Hayır” şeklinde 2 seçenekle yapılacak referandumu da tümüyle anlamsız kılar.

16 Nisan’da bir siyasi partiye oy verilmiyor, bir cumhurbaşkanı veya lider seçilmiyor; yapılacak değişikliklerle kökten değişecek olan sistemin “Türkiye’yi ve demokrasiyi daha iyiye veya kötüye götürüp götürmeyeceği” oylanıyor.

Siyasi partiler ve herkes; bu oyları kullanacak bütün vatandaşların sandıkta eşit olduğunu kabul etmek zorundadır.

Sandıkta seçmeni “vereceği oya göre ayıran” sistemin adı demokrasi olamaz.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.