Şampiy10
Magazin
Gündem

Yeni sistem ve bağımsızlıklar!

Cumhurbaşkanı Erdoğan bugün AKP olağanüstü kongresinde “Cumhurbaşkanlığının yanında” aynı zamanda Ak Parti Genel Başkanı seçilecek ve “Başbakan” olacak.

İktidar partisinin önde gelen isimleri, “Türk tipi başkanlık” da dedikleri bu sistemi savunurken devlette “güçler ayrılığı”nın daha da etkili hale geleceğini söylemişlerdi.

Demokratik bir yönetim olabilmesi için ‘Yasama-Yürütme ve Yargı’nın birbirinden bağımsız olması gerektiği gibi, “4’üncü güç denilen medya” özgürlüğünün de güvence altına alınması gerekiyor.

Bu sistem ne zaman anılsa önce ABD’deki başkanlık sistemi örneği verildi.

ABD’de başkanın kararlarını denetleyecek 2 ayrı meclis var.

Dünyanın en kısa anayasası olan ABD Anayasası ise 7 maddeden oluşuyor ve 1’inci maddesi şu:

“Meclis, ifade özgürlüğünü veya basın özgürlüğünü veya toplanma özgürlüğünü kısıtlayan bir madde geçiremez.”

Güçler nasıl ayrılacak?

ABD Anayasa Mahkemesi bugüne kadar sadece bu maddeye dayanarak çok önemli kararlar almış, vatandaşların ve medyanın hak ve özgürlüklerini korumuştur. Örneğin medya “tam koruma” altındadır.

Yargı, anayasa maddelerinin uygulanmasını nöbetçi titizliğiyle, dikkatle izler.

Cumhurbaşkanı Erdoğan 11 Nisan 2017’de bir televizyon röportajında şunları söylemişti:

-Yasama (Meclis) kendi görevini yapacak.

-“Yürütme olarak başkan” daha güçlü olarak kendi görevini yapacak.

-Yargı da görevini yapacak.

-Bu düzenlemeyle “yürütme-hükümet” güçlendiriliyor.

-Tek adam deyince “yasama-yürütme-yargıyı tek kişi almış götürüyor, yönetiyor” anlaşılır, böyle değil.

Bundan sonraki tüm cumhurbaşkanları için bu sistemi bir kez daha inceleyelim, bakalım güçler ayrılabilecek mi?

Batı’da ve bizde…

AB ülkelerinde, cumhurbaşkanlarının “tüm milleti temsil etme görevi” olduğu için devletlerin başında partili olmayan (genel başkan olmayan) kişiler vardır.

ABD başkanları partilidir ama “partinin genel başkanı” değildir. ABD’de temsilciler “dar bölge tek aday” sistemiyle seçilir, milletvekilleri yalnızca seçmeni memnun etmek, onlara hesap vermek durumunda olduğu için “başkanın meclisi kontrolü” imkansızdır.

Demek ki cumhurbaşkanının “aynı zamanda yürütme-hükümet görevi” de yapacağı… “Yasama çoğunluğuna sahip parti”den olup o partinin milletvekillerinin kim olacağına da kendisinin karar vereceği şartlarda; yasama ve yürütmenin (cumhurbaşkanı) birbirinden bağımsızlığı mümkün değil.

Ana muhalefet?

Yargıyı oluşturan hakim ve savcılar için her konuda tek karar mercii olan HSYK’nın 15 üyesinin neredeyse tamamının cumhurbaşkanı ile çoğunluk partisi tarafından seçildiği de eklenirse …

Ortaya çıkan tablo ile “Yasama-yürütme-yargıyı tek kişi yönetiyor” sözü arasında fark kalıyor mu? Aslına bakarsanız yeni dönemde şu soruya da cevap aramak gerekecek; Ana muhalefet partisi Meclis’te ne yapacak? Etkisi-yetkisi ne olacak?

Güçler ayrılığı bir yana, milli iradenin 2’inci tercihinin baraj altı kalmış durumuna itileceği bir dönem olacak gibi görünüyor.

Yazının devamı...

Hukuk ve ifade özgürlüğü!

Türkiye karışık, toplum huzursuz, içerde ve dışarda olaysız bir gün geçmiyor.

Terör zaten devam ederken, OHAL’e rağmen toplum içinde şiddet, Atatürk’e ve milli marşlarımıza hakaretler, her gün süren gözaltı operasyonları, artan çocuk tecavüzü ve cinayet haberleri huzuru iyice kaçırdı.

Cumhuriyet gazetesi yönetici ve yazarlarının “FETÖ ile ilişkilendirilerek” aylardır tutuklu olmasına itirazlar sürerken dün Sözcü gazetesinin sahibi Burak Akbay, iki müdürü ve bir muhabiri hakkında gözaltı kararı çıktığı duyuldu.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı İrfan Fidan bu isimlere operasyon yapıldığı bilgisini doğrulamış.

Bu operasyonun nedeni olarak “15 Temmuz darbe girişiminde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Marmaris’te tatil yaptığı otelin adres ve görüntülerini İnternet sitesinde deşifre etmek” gösterildi.

Daha önce de yapıldığı gibi:

“Örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek, Türkiye Cumhuriyeti hükümetine karşı silahlı isyanı kolaylaştırmak” gibi suçlamalar ortaya çıktı.

Daha önemli olaylar

Bu haberi duyunca akla ilk gelen şey; MİT’e 15 Temmuz günü öğlen saat 3’te “bir darbe girişimi olabileceği” ihbarı yapmasına rağmen bunun Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a derhal haber verilmemiş olduğu…

Bu büyük ihmal ve hatadan daha fazla Cumhurbaşkanı’nın hayatını tehlikeye atacak bir şey olamazdı.

Buna rağmen, 15 Temmuz’u araştırıp ortaya çıkarmak için kurulan Meclis Komisyonu bugüne kadar “ihbarı yapan binbaşının ve diğer 2 kilit ismin o günle ilgili ifadelerini” alamadı.

15 Temmuz gecesi “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, kaldığı otelin kapısına çıkarak gazetecilerle konuşması, bunun TV’lerden yayınlanması” da otelin bulunmasını sağlayabilirdi, korumalar bunun riskli olacağını düşünmeliydi. Kısacası ortada “bir gazetenin İnternet sitesinden verdiği haber”den çok daha önemli, yargının cevap bulması gereken sorunlar var.

Yargı temiz mi?

Balyoz ve Ergenekon davaları sürecinde de somut örgüt ilişkileri veya kanıtlar olmadan asker ve sivillere verilen cezalara da halktan ciddi tepkiler geliyordu.

O günlerde “Olay yargıda, yargıya güvenmeliyiz” denmekteydi.

Sonunda yüzlerce masum tutukluya “birkaç kez ağırlaştırılmış müebbet hapis” cezaları verildi. Eğer “FETÖ kumpası” olduğu, soruşturmaları yapan savcı ve hakimlerin FETÖ ilişkisi ortaya çıkmasaydı o masumlar hala cezaevinde olacaktı.

Bugün hala savcı ve hakimler “FETÖ/PDY bağlantıları” nedeniyle tutuklanıyor, yargı FETÖ’den temizlenmiş değil.

Sözcü’nün avukatı Celal Ülgen “Bugüne kadar 6 savcı değişti, hiçbiri kurumumuza yönelik suç unsuru görmedi. Sonunda Batman’dan gelmiş bir savcı arama ve el koyma kararı veriyor” dedi.

Eğer hukuk, devamlı değişen savcılardan birinin keyfi kararlarına göre yürüyecekse, haberler nedeniyle “Örgüte üye olmamakla beraber” diye başlayan gerekçeler gösterilecekse Türkiye’de medya ve ifade özgürlüğü de, dünyanın gözünde “Türkiye’de adalet imajı” da kısa sürede sıfırlanır.

Buna izin verilmemelidir.

Yazının devamı...

PKK terörü ‘şoke’ etmiyor mu?

PKK terörüne şehitler vermeye devam ediyoruz.

Dün de Tunceli-Ovacık karayolundaki polis noktasına bir PKK’lı canlı bomba tarafından intihar saldırısı düzenlendi.

Saldırı zamanında fark edilip canlı bomba üzerindeki düzeneği patlatarak ölmeseydi kim bilir kaç şehit daha verecektik.

ABD merkezli The Washington Institute’dan analist Soner Çağatay “ABD ile yaşananların bir kriz olmadığını, çünkü iki ülke arasında PKK’ya karşı mücadele konusunda bir anlaşmaya varıldığını” söylemiş.

Çağatay “ABD, YPG ile PKK ‘siyasetini’ birbirinden ayırıyor. Türkiye; PYD’nin SDG ile (ki ikisi zaten temelde aynı örgüt) çalışması konusunda sıkıntı çıkarmaz ise ABD de Irak ve Türkiye’de PKK ile mücadelede Ankara’ya daha fazla destek verecek” demiş.

Anlatılan masal…

Soner Çağatay bir analist ancak PYD/PKK’nın Türkiye’deki kanlı eylemlerine “terör” yerine “siyaset” diyor. PKK’nın Türkiye’de sıkıştığı zamanlarda PYD’den yardım aldığını, “Kobani’de IŞİD Kürtlere saldırıyor” diyerek PYD-PKK’nın bir de Barzani’den yardım aldığını unutuyor.

Suriye ve Irak’ta son birkaç yıldır Kürt grupların dayanışma içinde olduğu, ABD, Rusya, Suriye ve IKBY desteğiyle ilerleyerek özerk bölge, hatta “devlet” için hazırlıklarını sürdürdüğü açıkça ortadadır.

Bu nedenle, Türkiye’de sürdürülen teröre yalnızca “PKK terörü” olarak bakmanın zamanı geçmiştir.

Artık buradaki soru; PYD/PKK’nın Suriye’de SDG adı altında kentleri “savaş bile gerekmeden IŞİD’den almasına bu örgütlerin tek başına yaptığı bir plan olarak bakılabilir mi, yoksa bu küresel bir plan olarak mı işletiliyor” sorusudur.

Putin ve Trump

Putin, daha Cumhurbaşkanı Erdoğan ABD’ye gitmeden “YPG ile ilişkimiz devam ediyor” dedi ki bunu Afrin’de zaten görüyoruz.

Rus askerleri YPG’nin yanında ve onlara askeri eğitim veriyor.

Trump ise Erdoğan’la ikili basın açıklaması sırasında “PYD-YPG-PKK”ya hiç değinmeden şunları söyledi:

“Türkiye’nin Suriye’deki dehşet verici katliamların durdurulması için verilen çabalara liderlik yapmasını takdir ediyoruz. Suriye iç savaşı tüm dünyayı şoke ediyor. Suriye’de şiddeti azaltabilecek ve barışa, çözüme imkan sağlayacak her türlü adımı destekliyoruz”.

Suriye’deki iç savaş, terör Trump’ı ve dünyayı şoke ediyor da Türkiye’de 7 Haziran seçiminden bu yana yüzlerce terör kurbanı onları neden hiç şoke etmiyor?

Güvenli bölge

Suriye’de şiddeti azaltmak için her adımı destekliyorlarsa “güvenli bölge”ye neden baştan beri şiddetle karşı çıkıyorlar?

Türkiye’nin çabalarını takdir ediyorlarsa neden Türkiye’yi Menbiç ve Rakka’dan uzak tutuyor, koca bir ülkenin askeri gücü varken, buralarda PYD-PKK varlığını istiyor ve müttefik olarak onları seçiyorlar?

Türkiye’nin çabalarını takdir ediyorlarsa “3 milyonun üstünde ve her gün artan mülteci nüfusu” yükünü azaltacak hiçbir adım atmıyorlar?

Sınır güvenliğimizi sağlamak, terörün artmasını önlemek için, güler yüzle yapılan görüşmelerden, tekrarlanan söylemlerden etkilenmeden doğru planı yapmak zorundayız.

Yazının devamı...

Trump’ın güvencesi yetecek mi?

Cumhurbaşkanı Erdoğan dün ABD Başkanı Donald Trump’la yüz yüze ilk görüşmesini yaptı.

Bilindiği gibi görüşmede asıl mesele Trump’ın “Erdoğan görüşmesini bile beklemeden, PKK’nın Suriye uzantısı olan PYD/YPG’ye ağır silah yardımı yapma kararını imzalaması” idi.

Türk istihbaratı kısa süre önce; YPG’ye ilk sevkiyatın önce Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin başkenti Erbil’e, oradan da Suriye’ye gönderildiğini bildirdi.

Her ne kadar Türk Hükümeti “Barzani ve yönetimini dost kabul etse de” ABD daha önce de IKBY üzerinden YPG’ye silah desteği göndermiş ve bu dostluğun hiç de güvenilir olmadığı birçok örnekle anlaşılmıştı.

Müttefik kim?

Türk yetkililer, PYD-YPG’ye verilecek silah ve tankların sınırlarda “ek önlemler almayı gerektirmediğini, her önlemin zaten alınmış olduğunu, Türkiye tarafına bir saldırı olduğunda buna misliyle karşılık verileceğini herkesin bildiğini” söylüyorlar.

Oysa tek sorun “dışardan saldırı” değil, yıllar önce açıklanan “sınırları değiştirme” projeleri! ABD Savunma Bakanı Jim Mattis “PKK’ya silah vermedik, vermeyeceğiz” demişti ama bunu söylerken de yıllardır yaptıkları gibi “PKK ile PYD’nin farklı örgütler olduğunu” ima etmekteydi.

Mattis aynı konuşmada “ABD’nin, NATO müttefiki Türkiye’yi korumaya devam edeceğini” de belirttiğine göre acaba bugüne kadar sınırımız boyunca PYD/PKK’ya verdikleri destekler “Türkiye’yi korumak için” miydi? Buna inanacağımızı mı düşünüyorlar?

ABD söylemleriyle Türkiye’yi oyalarken, eylemleriyle; Suriye’de müttefikinin PYD/YPG, Irak’ta ise Barzani ve IKBY olduğunu hiç çekinmeden ortaya koydu. Bunun geri dönüşü olmadığını “Erdoğan gelmeden önce PYD’ye ağır silah ve tanklar göndereceğine ilişkin kararı imzalayarak” gösterdi.

Trump-Erdoğan konuşmaları

Şimdi bazı uzmanlar “Acaba Trump ve Erdoğan anlaşamasalar bile ‘bu krizi derinleştirmeyecek bir düzeyde’ tutamazlar mı” diyor. Bazıları “Türkiye PKK ile PYD’nin aynı örgüt olmadığını kabul edemez mi” diyor. Bunlar irrasyonel görüşlerdir.

Konu artık bir veya birkaç terör örgütü ile savaş olmaktan çıkmış, doğrudan Türkiye sınır boyu ve toprakları için bir tehdit haline gelmiştir. Dün Trump ve Erdoğan ilk kısa görüşmenin ardından basına açıklama yaptılar.

Trump’ın sözleri daha önce ABD’nin devamlı tekrarladığı “PKK ve DAEŞ’le mücadelesini destekliyoruz. Türkiye ile işbirliğimiz önemlidir, ilişkimizi kimse bozamaz” türü açıklamalardan farklı değildi.

Cumhurbaşkanı Erdoğanın “Trump’ın seçim zaferinin bölgede yeni umutları, beklentileri yeşerttiğive bu umudun boşa çıkmamasını umduğu” gibi diplomatik cümleleri arasında ise:

“Terör örgütleriyle ilkeli mücadele konusunda geçmişteki hataların tekrarlanmaması, Suriye-Irak-Yemen gibi ülkelerdeki kaosu fırsata çevirmek isteyenlerin sonunda hüsrana uğrayacakları” gibi net mesajlar vardı.

Bekleyelim ve görelim; bakalım Trump politikasında bu görüşmeden sonra bir değişiklik olacak mı?

Yazının devamı...

Trump ile “nokta” konabilecek mi?

Cumhurbaşkanı Erdoğan bugün Beyaz Saray’da ABD Başkanı Donald Trump ile görüşecek.

Görüşmenin ana konusu “ABD’nin Suriye’de PYD/PKK’ya verdiği destek, bu desteklerin gelecekteki sonuçları ve iki ülkenin bu sorunu nasıl çözeceği”…

Erdoğan’ın Çin’deyken PYD/PKK-YPG konusunda “Bu iş çok uzadı, stratejik müttefiksek ittifak içinde karar almalıyız. İttifaka gölge düşecekse biz de başımızın çaresine bakarız” sözleri…

Seyahat öncesi “ABD ziyareti iki ülkenin ilişkilerinde bir milat olacak… Virgül değil, nokta ölçüsünde olacak” sözleri de ana konuyu açıkça gösteriyor.

Ancak…

Erdoğan’ın aynı konuşmada “Bu bölgede ne Amerika’ya, ne de Rusya’ya tehdit var. Tehdit bize… Adımları bizimle atacaklarına bir terör örgütünü tercih etmeleri kabul edilemez. Bunu Rusya’da da söyledim” ifadeleri olayın çelişkili ve çözülemez görünen yönünü vurguluyor.

Acaba böylesine çetrefilli ve çelişkili bir durumda “nokta” konabilecek mi?

Rusya, ABD, Esad desteği

Dün “Suriye ordusunun PYD-SDG (YPG) ile Rakka ve Halep’te birlikte hareket ettiklerinin gözlemlendiği, IŞİD’in ‘başkent olarak gördüğü Rakka’ operasyonunu PYD-YPG’nin sürdürdüğü, Rakka’ya yakın köyleri IŞİD’den kolayca alıverdiği” haberi verildi. Demek ki Suriye güçlerinin de PYD/PKK ile ortak çalıştığı artık açıkça ortaya konuyor. Batı’da Hatay sınırına bitişik Afrin’de Rusya birliklerinin konuşlandığı biliniyor.

“Rus askerlerinin YPG’ye askeri eğitim vereceği” Rusya tarafından yalanlansa da, YPG Reuters haber ajansına bunun doğru olduğunu açıkladı.

Türkiye ise PKK/PYD kantonlarına operasyon yapılacağını, bunların Afrin’den başlayıp doğuya doğru ilerleyeceğini, Afrin’den sonra Menbiç’i hedeflediğini” bildiriyor.

Putin-Erdoğan görüşmesinde Rusya “kantonlara yapılacak operasyonlar” için ikna edilememişti, zaten edilseydi Afrin’de “PYD’nin yanına” geçmezlerdi.

IŞİD’le açıklanamaz

TSK’nın “Fırat Kalkanı” operasyonunda Menbiç’e ilerlemesi ABD’nin yolu PYD ile birlikte kesmesi sonucunda yapılamadı, şimdi nasıl olacak? ABD, Menbiç ve Rakka’da Türkiye’yi devre dışı bırakırken, doğuda Kobani, Cezire ve PYD’nin elindeki diğer noktaları da korumaya almış durumda.

Tablo o kadar “Türkiye’ye karşı, PYD-PKK ile ortaklık” şeklinde ki bundan sonra Suriye’de “kendi başımızın çaresine bakmak” istersek ABD, Rusya ve Esad ile doğrudan karşı karşıya olacağız.

Bugüne kadar yapılanlara bakınca “IŞİD’e karşı PYD ile müttefikiz, ondan destek veriyoruz” veya “PYD ile PKK ayrışacak, onlar aynı örgüt değil” gibi açıklamaların hiçbir inandırıcılığı olmadığı ortadadır.

ABD Büyükelçisi…

Bu arada Türkiye için bir umut doğdu.

ABD eski Şam Büyükelçisi Robert Ford; Suriye’de olup bitenlerin iç yüzünü, ABD’nin PYD/PKK’ya destek vermekle büyük bir hata yaptığını…

Son olarak verilen ağır silah desteğinin de bölgedeki durumu daha da karıştıracağını Atlantic Dergisi’ne yazdığı makalede anlattı.

Bölgedeki deneyimiyle o kadar doğru anlatmış ki onun ifadelerini Trump’ın önüne sermek bile yetecektir.

Yazının devamı...

FETÖ’nün üst düzeyi!

Dün yapılan “Edirne merkezli ve 14 ili kapsayan” son FETÖ operasyonunda 50 astsubay gözaltına alındı.

Ondan önce Bolu merkezli 4 ilde “Bylock” kullandıkları iddiasıyla 17 kişi yakalandı, bazıları tutuklandı.

11 Mayıs’ta Antalya’da FETÖ operasyonunda 5 savcı ve hakim tutuklandı.

Kayseri’de daha önce çok sayıda iş adamı ve siyasetçi için FETÖ’den gözaltı kararı verilmişti, 2 gün önce 9 iş adamı için gözaltı kararı çıktı.

4 Nisan’da HSYK’dan 45 hakim ve savcı ihraç edildi ki bu HSYK; Türkiye’deki tüm hakim ve savcıların “mesleğe kabul”ünden başlayıp “atama ve yetkilendirme, disiplin ve terfi” gibi tüm geleceklerine karar veren kuruldur.

Nasıl fırsat buldular?

Düşünün, 18 Temmuz 2016’da 30 vali görevden alınmış.

2 Ocak 2017’de 17 vali, 74 vali yardımcısı, 100 kaymakam gözaltına alınmış.

Aynı tarihte FETÖ kapsamında rekor sayılacak bir sayı; “41 bin tutuklu, 902 gözaltı” var, tutukluların 7 bin 590’ı polis.

FETÖ operasyonlarının yapıldığı illeri saymak mümkün değil, bunu anlamak da mümkün değil.

Türkiye’nin tümüne ve en önemli kurumlarına on binlerce FETÖ’cü yerleşirken; bu kurumlardan sorumlu olan “daha üst kurumlar, makamlar” neyle meşgulmüş?

‘Sızmak’ denemez!

Örneğin; o kadar çok sayıda FETÖ’cü asker ve polis TSK’ya girerken, üst düzey amirliklere hatta Cumhurbaşkanı başyaverliğine veya Genelkurmay Başkanı yaverliğine yükselirken ve aynı sıralarda FETÖ yapılanmasını açıkça anlatan kitaplar yazılırken, amirleri nasıl olmuş da hiçbir şey fark etmemiş?

Bu yayılmanın Türkiye’ye mal olduğu maddi-manevi mağduriyet içinde Balyoz-Ergenekon sürecindeki hukuksuzluklar-can kayıpları, 15 Temmuz’daki can kayıpları, bunların dünya gözünde yarattığı imaj kaybı ve daha çok şey bulunuyor.

O nedenle, artık devlet kurumları içinde, siyasi makamlarda, medyada, TSK’da “FETÖ’nün yayılmasına ve güçlenmesine neden olan” tüm isimlerin diğer on binlerce kişi gibi sorgulanma zamanı gelmiştir.

“Devlet kurumlarına sızmışlar” veya bazı genelkurmay başkanlarının yaptığı gibi “milletten özür dileyelim, anlayamamışız” açıklamaları on binlerce devlet görevlisi için yeterli kabul edilemez. (Bakınız; Cemil Çiçek’in “Hepimizin vebali var” sözleri…)

Kimlerin “yetkilerini kullanarak FETÖ’ye yardım ettiği” açıklanmalı ve üst düzey isimler de dönemlerinde yapılanların hesabını vermelidir.

Hakan Fidan için…

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hazırlanan iddianamede “15 Temmuz’da MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın rehin alınması” planı varmış.

Kendisiyle ilgili de böyle bir iddia olmasına rağmen, ayrıca Fidan ile Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar “olayı çözecek iki isim” olmalarına rağmen ifade vermedikleri için Meclis Komisyonu FETÖ’cü Darbe Girişimi’yle ilgili raporu bitiremedi.

Onlarla ilgili “zamanında önlem alsalardı, darbe girişimi baştan önlenebilirdi” açıklamaları da yapıldığına göre bu ifadelerin kısa sürede Meclis’e verilmesi gerekiyor.

FETÖ ve 15 Temmuz “herkes görevini yaparsa” tam olarak anlaşılabilir.

Yazının devamı...

CHP'de kurultay süreci!

Son günlerde CHP’de iç karışıklık ve değişim talepleri öne çıkınca buna “parti dışardan karıştırılıyor”

gibi nedenler öne sürüldü.

Oysa bugüne kadarki seçimlerde CHP’nin yüzde 25 bandını aşamamış olması, bir “erken seçim” durumunda endişe yaratacağı için bu değişim isteği nasılsa ortaya çıkacaktı.

CHP milletvekilleri televizyon programlarında “referandumdaki yüzde 49 oy oranının 2019’da nasıl muhafaza edileceğini” tartışıyor.

Parlamenter sistemi tümüyle farklı bir sistemle değiştirecek bir Anayasa değişikliği referandumundaki “yüzde 49 oyun genel seçimde de aynen bir arada tutulabileceği” üzerine plan yapmak siyaseten doğru değildir.

Ancak 2019’a kadar yaşanacak gelişmeler, Cumhurbaşkanı’nın “partili” olduğu gibi aynı zamanda tek başına “hükümet” yerine geçmesiyle demokrasinin ne ölçüde korunacağı, KHK’larla ne gibi kararların alınacağı gibi konular sonucu etkileyecektir.

Kongre süreci

CHP’de “kurultay gündemi” referandumun hemen arkasından Deniz Baykal’ın yaptığı “Kılıçdaroğlu’nun 2019’da cumhurbaşkanı olmayı düşünmemesi halinde parti yönetiminden çekilmesi, seçilecek genel başkanın aynı zamanda cumhurbaşkanı adayı olması” çıkışıyla başladı.

Aslına bakarsanız Baykal’ın; genel başkanların neden mutlaka “cumhurbaşkanı adayı olması gerektiğini, onların dışında da bu makama layık başka isimlerin neden olamayacağını”…

Ayrıca yapılacak kongrede “Kılıçdaroğlu’ndan başka bir ismin genel başkan seçilip 2019’a onunla gidilme ihtimalini neden ortadan kaldırdığını” açıklaması gerekirdi.

Macron örneği

Fransa Cumhurbaşkanı seçilen Emmanuel Macron daha önce hiç “milletvekilliği” yapmamış.

Önce eski Cumhurbaşkanı Hollande’nin ekonomi danışmanı, arkasından 2014’te “ekonomi bakanı” olmuş. 2016’da bakanlıktan istifa ederek “bağımsız cumhurbaşkanı” olmak üzere kampanyalarına başlayıp “sürpriz aday” olarak ortaya çıkmış. Ve…

Seçimde 65.1 oyla cumhurbaşkanı seçildi.

Macron yola çıkış nedeninin de “Sadece sağcı ve solcuları değil, Fransa halkını birleştirmek” olduğunu söylemişti.

Adil seçimler yapıldığı takdirde Türkiye’de de isteyen ve gerekli şartlara sahip her isim “parti genel başkanı” veya “cumhurbaşkanı” olabilir.

Bu haklar bir veya birkaç kişinin tekelinde olmamalıdır.

Bakarsınız bizde de özellikleriyle her kesimin takdir edeceği, “sağcı-solcu demeden halkı birleştirecek adaylar” çıkar.

Herkesin adaylığı

CHP’de olağan kongre süreci başladı ancak Yalova Milletvekili Muharrem İnce olağanüstü kurultay istedi ve aday olacağını açıkladı.

Genel Başkan Kılıçdaroğlu ise “Olağan kongre sürecinde adaletli olacağız. Eşit koşullarda, herkesin aday olabildiği bir ortamı hazırlamak görevimiz” dedi.

Adalet, eşit koşul ve herkesin aday olabilmesi… Siyasette bunların gerçekleşmesi, partilerin de demokratikleşmesi için “nelerin şart olduğunu” Kılıçdaroğlu şüphesiz ki iyi biliyor.

“Genel başkanın seçmediği delegeler” ve “genel başkanın seçmediği milletvekilleri”.

Bunları neden hala gündeme getirmediği merak konusudur.

Yazının devamı...

Erdoğan'ın ABD ziyareti

Genelkurmay Başkanı Akar, MİT Müsteşarı Fidan ve Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Kalın ABD’de askeri konuları görüşürken ABD Başkanı Trump “PYD-PKK’ya ağır silahlar verilmesi” kararını imzaladı.

Rus haber ajansı Sputnik ise “ABD’nin PKK-PYD’ye “ağır otomatik silahlar, havan mermileri, doçka ağır makineli tüfekler, zırhlı araçlar, tanklar vereceğini” açıkladı.

Daha Trump’ın kararı imzaladığı duyulur duyulmaz önce sosyal medyada büyük bir tepki ortaya çıktı, bu tepkilerde “Erdoğan’ın ABD’ye yapacağı seyahati iptal etmesi” talepleri vardı.

Dün CHP de “ABD’nin silah verme kararının, üstelik bunun Rakka operasyonu çerçevesinde yapılmasının kabul edilemez olduğunu, Cumhurbaşkanı’nın ABD ziyaretini ertelemesi gerektiğini” belirtti.

Benzer bir tepki MHP Genel Sekreterinden geldi; “Bu karar Türkiye’ye karşı açık bir tehdit ve düşmanlık gösterisidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ziyareti beklenmeden kararın alınmış olması Türkiye ile dalga geçmek anlamına gelir” dedi.

Çelişkili ABD siyaseti

Aynı sıralarda ABD Savunma Bakanı her zamanki ifadelerle “Türkiye ile güney sınırının güvenliği için yakın iş birliğine gittiklerini” söylüyor, YPG’ye verilen silahlar sorulduğunda “endişeleri gidermeye çalışacağız” diyerek geçiştiriyor.

Aslına bakarsanız bu karar ABD’nin PKK ile birlikte hareket eden PYD’ye ilk yardımı değil elbette.

Doğu’da Kobani ve Cezire’den başlayarak, batıda Hatay’ın bitişiğindeki Afrin’e kadar aldıkları birçok şehir ve ilçede ABD’nin açık hava desteği, silah ve eğitim desteği var.

Daha önce de zırhlı araçlar ve uçaksavar silahlar verdiklerini PKK’nın kendisi, fotoğraflarla açıklamıştı.

Kobani’de “IŞİD Kürtleri bombalıyor” haberleri eşliğinde IKBY peşmergeleri Türkiye üzerinden Kobani’ye girerken bile aralarında ABD askerleri vardı.

PYD’nin içindeki ABD’li askerler “PYD ile PKK farklı değil, her yerde Öcalan afişleri var” diyorlardı.

Bu olaylar olurken DEAŞ taşeron bir örgüt gibi faaliyet gösterdi, aldığı kentleri savaşmadan PYD’ye bıraktı.

Suriye planı

ABD, El Bab, Cearblus gibi kentleri alan TSK’nın Menbiç’e ilerlemesine, Rakka operasyonu için bölgede bulunmasına “zırhlı araçları ve birlikleriyle yolu keserek” engel oldu.

“DEAŞ’a karşı en büyük müttefikimiz” dediği PYD-PKK’yı korumak, o bölgelerden çekilmelerini engellemek için Türkiye’nin karşısına dikildi.

Türkiye’nin Rakka operasyonuna katılmasını “petrol zengini bölge PYD’ye geçsin” diye istemeyen ABD şimdi onlara ağır silah yağdırıyor, Türkiye Suriye’ye geçmesin diye sınıra zırhlılar diziyor.

Bu durumda Cumhurbaşkanı Erdoğan ABD’ye gittiğinde, acaba Trump nasıl bir teklifle masaya gelebilir?

“Biz Suriye ve Irak’ta özerk Kürdistan bölgeleri için destek veriyoruz, Irak’ta Kerkük’ü bile ele geçirdiler, siz de ‘illere özerklik’ verin” mi diyecek?

Birçok kez yazdım, Barzani’nin “PKK’ya karşı” görünmesi de aynı politikanın parçasıdır.

Cumhurbaşkanı’nın ABD ziyareti gerçekten de tekrar gözden geçirilmelidir.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.