Şampiy10
Magazin
Gündem

Turkcell’de SPK frene bastı, BTK ‘Hakim’ ortağı arıyor

Turkcell’de 29 Haziran’da yapılması gereken Olağanüstü Genel Kurul, SPK’nın müdahalesi ile anlamını yitirmişti. Genel kurul öncesi SPK devreye girmiş ve yaptığı açıklama ile kendisine bildirilen bağımsız üye aday listesini ciddiye almayacağını vurgulamıştı. Zira bağımsız üye adayları yönetim kurulu kararı olmaksızın yani yönetmeliğe uygun olmayan biçimde kendisine iletilmişti.

Peki sonra ne oldu?

Aradan 1.5 ay geçtikten sonra Turkcell derin bir sessizliğe bürünmüş vaziyette.

Oysa SPK’nın o uyarı yazısının devamında çok ilginç başka satırlar da vardı. Sermaye Piyasası Kanunu’nun 22. maddesi 1. fıkrası Z bendine atıf yapılıyordu. Getirilen uyum zorunluluğuna aykırı işlemlerin hukuka aykırılığının tespiti veya iptali için her türlü teminattan muaf olarak ihtiyati tedbir istemek, dava açmak, açılan davada uyum zorunluluğunun yerine getirilmesi sonucunu doğuracak şekilde karar alınmasını istemek gibi eylemlere başvurabileceğini belirtiyordu. Bunların hiçbiri olmadığı takdirde bağımsız üyeleri kendisinin atayabileceğine de dikkat çekiyordu.

Kesin bir dil kullanılan, kararlı bir uyarı yazısı gibi gelmişti bana.

29 Haziran atlatıldı, herkes kabuğuna çekildi. SPK dahil...

Benim anladığım şu.

Ne zaman ki Turkcell ile ilgili kritik bir durum sözkonusu olacak, belli ki SPK yine devreye girip mevcut statükoyu korumak için bir hamle yapacak.

Ancak sorunu kökünden çözecek bir radikal eyleme girişmeyecek.

Peki SPK’nın aba altından sopa gösterdikten sonra bunu yapmaya hakkı var mı?

Ya da soruyu şöyle soralım: SPK neden frene bastı?

Madem yatırımcı menfaatinin bağımsız üye sayısının artmasından geçtiğini düşünüyor, o halde kangren olmuş bu sorunun çözümü için neyi bekliyor?

Benim aklıma 2 ihtimal geliyor.

Ya Ankara’da güçlü bir lobi faaliyeti sürdüren Rus Alfa istediğini almak üzere...

Ya da SPK kurmayları “Turkcell gibi çok gözönünde olan bir şirkete müdahale edersem uluslararası piyasalarda Türkiye imajına zarar verir miyim” diye yersiz bir endişeye kapıldılar.

Üçüncü bir ihtimal olarak ‘Çukurova ile Alfa arasında Londra’da süren davanın sonucunu bekleyelim” demiş olabilirler. Ancak ben buna pek ihtimal vermiyorum.

SPK yetkilileri bilmeli ki Turkcell bu haliyle uluslararası piyasa nezdinde Türkiye’nin itibarını daha fazla zedeliyor. Lazard gibi bir fon bu şirketin ortağı ve bir an önca çözüm üretilmesini istiyor.

Çünkü biliyorlar ki Turkcell’de düğüm çözüldüğü takdirde şirketin değeri, bugünkü değerinin çok ama çok üzerine çıkacak.

Kaldı ki Turkcell’in gerçek sahibi kamudur. İmtiyaz sözleşmesi vardır ve üst kullanım hakkı belli bir süre için özel sermayeye verilmiştir. Kamunun kendi malına, onun iyiliği için müdahale etmesinden daha doğal birşey olamaz.

Acarer: Hakimiyet değişikliği var mı diye inceliyoruz


Turkcell’de matruşka misali çok karmaşık bir hissedarlık yapısı olduğunu daha önce vurgulamıştım. Turkcell’i kontrol eden Turkcell Holding’deki değişikliğe dikkat çekmiştim.

Tekrar kısa bir hatırlatma yapmak gerekirse Turkcell İletişim’i aslında Turkcell Holding yönetir. Çünkü Turkcell İletişim’de yüzde 51 hisse onundur.

Peki Turkcell Holding’i kim yönetir?

Turkcell Holding’de

Çukurova Telecom Holding’in yüzde 52.9, Sonera Holding’in ise yüzde 47.1 payı var.

Turkcell Holding yönetim kurulu 7 üyeden oluşur. Bunun 2 üyesi Çukurova’dan, 2 üyesi Alfa’dan,

3 üyesi ise TeliaSonera’dan. TeliaSonera ve Alfa grubu ortak hareket etmeye başladıktan sonra Turkcell Holding’de karar nisabı için gerekli 5 oya ulaşmış vaziyetteler. Yani aslında fiilen halka açık şirket olan Turkcell İletişim’i bu iki hissedar kontrol etmeye başladı.

Son 5 yıl içinde yapılan Genel Kurul’lara bakıldığında, 2007, 2008 ve 2009’da Turkcell Holding’i Çukurova Grubu temsil ederken,

29 Nisan 2010’dan itibaren Telia Sonera veya Alfa temsil etmeye başladı. Her iki yabancı ortak, fiili yüzde 51 hisse ile Turkcell’i temsil eden Turkcell Holding’i kontrol ederek aslında Turkcell İletişim’i kontrol eder hale geldi. Nitekim 2010’dan sonra da kritik kararlarda Turkcell yatırımcısını mağdur edecek uygulamalara gittiler. Çekimser kalarak başta temettü olmak üzere pek çok kritik konuda şirketi kilitlediler.

BTK bunun farkında mı diye sormuştum.

Geçen hafta içinde BTK Başkanı Tayfun Acarer’in iftar yemeğine katıldım. Masada değil ancak çay kahve içerken Sayın Acarer ile ayak üstü

bu konuyu konuşma

fırsatım oldu.

Acarer, Turkcell’de ortaklık hakimiyetinde bir değişim var mı yok mu incelediklerini, Turkcell’den bilgi istediklerini söyledi.

Demek ki BTK da durumun farkında...

Konu neden önemli?

Zira bir mobil operatörde hissedarlık yapısında ya da kontrolde bir değişiklik olacaksa buna BTK’nın onay vermesi gerekiyor. BTK’nın onay vermediği bir yönetim şekli uygulanamıyor.

Bakalım ne sonuç çıkacak.

Hem SPK hem de BTK’nın atacağı adımları merakla bekliyorum.

Yazının devamı...

İMKB tam anlamıyla KOBİ borsası olmuş

Gazetede teknik işlerle ilgilenen bir arkadaş var. Bir ay kadar önceydi, geldi “Abi sen Borsa’dan anlarsın. Ramazan ayı geliyor. Ekiz Yağ hisse senedinden almak istiyorum. Malum ramazan ayında gıda tüketiminde artış oluyor. Gıda sektörüne ilgi olabilir. Ekiz’in prim yapma potansiyelini nasıl görüyorsun?” diye sordu.

Ekonomi Müdürü olarak benim ayıbım belki ama Ekiz Yağ’ın Borsa’da işlem gördüğünü ilk kez o zaman duydum.

Sonra merak edip işlem gören şirketlerin listesine şöyle bir baktım.

Ütopya Turizm, Lokman Hekim, Kron Telekom, Flap Kongre gibi isimlerle karşılaştım. Flap Kongre Toplantı Hizmetleri Otomotiv ve Turizm A.Ş isimli şirketin finansallarına şöyle bir göz attım. 31 Mart 2012 itibarıyla şirket 68 bin 338 TL zarar açıklamış. Diğer finansal büyüklükleri varın siz hayal edin.

Bu kalibredeki şirketlerin tabii ki Borsa’ya gelmelerinde bir sakınca yok ancak piyasa değeri 10-15 milyon dolar (O fiyatlamaları da isteyenle tartışırım) civarında olan şirketlerin oluşturduğu bir Borsa, uluslararası bir oyuncu olamaz. Marmaris Büfe’ye Simit Sarayı’na Borsa’da yer açmak önemli ancak etkisiz...

İstanbul’u uluslararası finans merkezi yapmak gibi bir hedefle yola çıkıldı. Ataşehir’de yer ayrıldı.

Mimari açıdan şık bir merkez inşa edebilirsiniz ancak asıl mesele içini doldurmakta.

ISO 500 listesi Türkiye’nin en büyüklerini ortaya koyar. 2012 yılı listesinden sadece 85 şirket IMKB’de işlem görüyor. Yani büyükler İMKB’ye itibar etmiyor. Nedeni araştırılmalı...

İkinci 500’ü de katınca yani 1000 en büyük şirkete bakınca halka açık şirketlerin sayısı bu listede sadece 127. Yani en büyüklerin sadece yüzde 12.7’si sermaye piyasasına gelmiş.

Tekrar söylüyorum, küçük ölçekli şirketleri küçümsemek burun kıvırmak değil amacım. Ancak İMKB yönetiminin hedefi Borsa’da hisseleri işlem gören şirket sayısını artırmak değil, kaliteli nitelikli şirketlerin sayısını artırmak onları teşvik etmek olmalı.

Dünyada Borsa piyasa kapitilizasyonu/milli gelir oranı yüzde 70’ler seviyesinde. Bizim İMKB’nin piyasa değeri 250 milyar dolar civarında. 2012’de milli gelirin 800-840 milyar dolar seviyesinde gerçekleşmesi bekleniyor. Yani piyasa kapitilizasyonu milli gelir oranı yüzde 30’larda.

Halka açılmalarda toplam büyüklükler 15-20, hadi bilemedin 30 milyon dolar seviyelerinde kaldığı sürece bu oranı yüzde 70’lere çıkarmak mümkün olmayacak. (Milli gelir sabit kalıp ancak endeks bir mucize gerçekleştirip 120 bin puana çıkmadığı takdirde.)

Yazının devamı...

Baz istasyonlarını tek yerde toplarsak 440 kişi konuşur 441’inci kişi çevir sesi bekler

Mahkeme bir davada baz istasyonunun ‘insan sağlığına zarar vereceği, insanların psikolojisini bozacağı’ gerekçesiyle şehir dışına çıkarılmasına karar verdi. BTK Başkanı Tayfun Acarer, baz istasyonlarının şehir dışında tek bir yerde toplanmasının teknik açıdan imkansız olduğunu belirtip

“O zaman 1 operatörden sadece 440 kişi konuşur, 441’inci kişi çevir sesi bekler. 20 milyona yaklaşan nüfusu ile İstanbul’da bu mümkün mü?” dedi.

Baz istasyonlarının insan sağlığına zararlı olup olmadığı, bitmek bilmeyen bir tartışma konusu. Kanser vakalarının sık görüldüğü Türkiye’de bunun suçunu hiçbir bilimsel veriye dayanmasa da suçu baz istasyonlarına atmaya hazır bir kamuoyu var.

Geçenlerde Bolu Ömerler Köyü’nde yaşayan Safure Gökdemir adlı vatandaşın sanki ilim irfan sahibi, bu konuda 2 üniversite bitirmiş üstüne 2 de master yapmış gibi otorite kabul edilen sözleri gazete sütunlarında yer aldı. Köylerine 10 yıl önce baz istasyon takıldığını o tarihten sonra da köylerinde 39 kişinin kansere yakalandığını bunun bir tesadüf olamayacağını suçlunun baz istasyonu olduğunu söylüyordu.

Bir başka davada ise Ankaralı bir vatandaş kızının lenf kanserine yakalanmasının suçunu yine baz istasyonlara attı. İstasyonun kaldırılması için dava açtı. Davayı kabul eden Ankara 1. Asliye Hukuk Mahkemesi, gerekçesinde, her gün konutundan çıkıp evine dönen ve zamanının çoğunu evinde geçiren davacının ve aile bireylerinin, her gün baz istasyonu ile karşı karşıya kalmasının psikolojilerini olumsuz etkileyeceğinin doğal bir sonuç olduğunu vurguladı.

Haberleşme hakkının bireyin konutunda huzurlu ve sağlıklı yaşama hakkından üstün tutulamayacağı kaydedilen gerekçede, bilirkişi raporunda da davacı ve ailesinin baz istasyonundan olumsuz etkilendiği, tedirgin olduklarının gözlendiği, bu nedenle istasyonun başka bir yere yerleştirilmesinin uygun olacağı kaydedildi.

Kararın temyiz edilmesi üzerine dosyayı görüşen Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, yerel mahkemenin kararını onadı. Son sözü de Yargıtay Hukuk Genel Kurulu söyledi ve baz istasyonun kaldırılması kararının doğru olduğuna hükmetti.

Peki bu karar bir emsal olabilir mi? Acaba tüm baz istasyonları şehir içinden kaldırılıp mesela İstanbul’da tek bir yerde Çamlıca’da toplanabilir mi?



Tartışmalar Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’nu da rahatsız etmiş olacak ki dün BTK Başkanı Tayfun Acarer verdiği iftar davetinde ağırlıklı olarak bu konunun üzerinde durdu. Söze öncelikle baz istasyonlarının tek bir yerde toplanmasının ve şehir dışına çıkarılmasının teknik olarak imkansız olduğunu belirterek girdi:

“Bir baz istasyonda 55 kanal vardır. Her bir kanalda ise 8 tane frekans. Bu şu demek oluyor. Tek bir istasyon en fazla 440 kişiye aynı anda hizmet verebilir. 441’inci kişi ise diğerlerinden birinin konuşmasının bitmesini beklemek zorundadır. Nüfusu 20 milyona yaklaşan bir şehirde bunun pratikte uygulanması imkansızdır.”

Acarer, halen tüm Türkiye’de 72 bin 500 baz istasyon bulunduğuna da dikkat çekerek “Operatörler bu istasyonları bir sistem içinde yerleştirerek her bir peteğin birbiriyle bağlantısını kurar. Hücresel sistemlerdir. Böylece çok daha fazla sayıda insan aynı anda telefonunu kullanabilir” diye ekledi.

Acarer, istasyonların şehir dışına çıkarılması gibi bir tercih lükslerinin olmadığına da işaret etti:

“Böyle bir uygulamanın dünyada örneği yok. Teknik olarak da imkansız. Zaten böyle bir kararı bu işten biraz anlayan ne bir elektronik mühendisi ne de bir uzman akademisyen desteklemez, destekleyemez. Olamayacağını bilir. Karar psikoloji bozuluyor diye alınan bilimsellikten uzak bir karardır. Teknik olarak geçerliliği olmayan bir yargı kararıdır.”

İstasyona uzak telefon

Acarer, manyetik dalga yayımının hem baz istasyonundan hem de cep telefonundan yapıldığına da dikkat çekerek şöyle devam etti: “Elektromanyetik alan elektrikle çalışan her cizahdan yayılır. Baz istasyon gibi elinizdeki telefon da manyetik dalgaı yayar. Üstelik baz istasyon uzaktaysa, onun sinyalini yakalamak için daha fazla güç sarfeder. Mesela şehirlerarası yolda giderken telefon şarjı daha çabuk biter. Baz istasyonlar ne kadar geniş bir alana sık sık yayılırsa karşılıklı harcanan güç de azalır.”

İstanbul’un yüzde 84’ünde manyetik alan çok düşük

Tayfun Acarer, cep telefonu sistemlerinin dünyanın her yerinde aynı kriterler doğrultusunda çalıştığını ifade ederken Dünya Sağlık Örgütü’nün kabul ettiği manyetik dalga limit değerinin 41.2 volt/metre olduğunun altını çizdi. Türkiye’de ise bunun dörtte biri oranında 10.25 üst sınır değerini kabul ettiklerini söyleyen Acarer, sadece İstanbul’da yaptıkları ölçümlerde bu değerin bile çok altında değerlere ulaştıklarını belirtti. Acarer “İstanbul’un yüzde 38’lik bölümünde 0 ile 1 volt/metre değeri bulundu. Yüzde 46’lık bölümünde 1 ile 3 volt/metre arası ölçüldü. 3 ile 5 volt/metre arası yüzde 13’lük alan. Yüzde 2’lik alanda 5 ile 6, yüzde 1’lik alanda ise 6 ile 9 volt/metre değerleri ölçüldü. Yani İstanbul’un tamamında 10.25 sınırının bile altındayız. Zira sertifika verdiğimiz mobil operatörlere ait bas istasyonlar kriterlere uygun olarak kuruluyor ve son derece gelişmiş cihazlar” diye konuştu. Acarer manyetik alana sadece baz istasyonlarının değil, radyo ve televizyon yayınlarının kablosuz internetin hatta yaktığımız ampulün bile sebep olduğunu belirtirken “Ölçülen manyetik dalganın dörtte biri baz istasyonlardan, kalanı diğer elektrikli aletlerden geliyor. tüm manyetik dalgaya da cep telefonları ve baz istasyonlar sebep olmuyor. Hatta küçük bir bölümü. Verdiğim değerler tüm etkenleri içeren ortak ölçümdür” dedi.

Neden bu işe sahip çıkıyorum çünkü bu malın sahibi benim

Pratikte düşündüğünüzde kaldırılan baz istasyonları 3 GSM operatörünün sorunuymuş gibi görünebilir. Nitekim Acarer’in konuşmasının bir bölümünde bir gazeteci arkadaşım “Bu işin savunmasını neden siz yapıyorsunuz?” diye bir soru sordu. Acarer şu yanıtı verdi: Devletin verdiği bir imtiyaz sözleşmesidir. Oysa bu mal devletin malıdır. 10-12 yıl sonra üst kullanım hakkı bitecek devletin olan bir maldan sözediyoruz. Bu yüzden geçenlerde bir baz istasyon tahrip edildi çok sinirlendim. Ben göreve geldiğimde oturduğum masadan sandalyeye kadar bana zimmetlediler. Herhangi bir zarar olursa, kırarsam ben ödeyeceğim. Baz istasyonu da öyle. Devletin malı. İşin tuhaf yanı istasyon tahrip edilirken, belediye görevlileri de buna göz yumuyordu. Ayrıca şu bir gerçek ki ileriki yıllarda bilgi toplumu olursanız öne geçeceksiniz. Bakın uçağımız düşürüldü, mermiyle mi yoksa elektronik bir saldırımı bilmiyoruz. Pek çok ülke siber karargahlar kuruyor, siber komutanlar yetiştiriyor. Yarının savaşları teknolojik olacak. Bunu da unutmamalıyız.”

Yazının devamı...

Venedik gondollarını LPG’li yaptı, biz çevreci yönetmeliği kuşa çevirdik

Venedik, dünyada eşi olmayan lagünü kirlettiği için gondolları LPG’liye çevirmek için proje başlattı. Biz ne yaptık?.. Göller, dalyan ve nehirlerde, benzin ve dizel yakıtla çalışan teknelerin kullanılamayacağına dair bir İç Sular Yönetmeliği’miz vardı, esnetip uygulanamaz hale getirdik.

Türk insanı çevreci kaygılarla olmasa da daha ekonomik olduğu için otomobilde LPG dönüşümünü çok hızlı yaptı. Avrupa’nın 2020’de ulaşmak istediği LPG’li araç oranını biz çoktan yakalayıp geçmiş vaziyetteyiz. Oysa akaryakıtla çalışan motorlar karada olduğundan daha fazla denizde kirlilik yaratıyor.

Ancak Türkiye denizlerinde sadece 36 adet LPG ile çalışan tekne var. Evet yanlış okumadınız sadece ve sadece 36 tane.

Önceki akşam İpragaz CEO’su Selim Şiper, İstanbul Boğazı’nda deniz taksi olarak kullanılan ve LPG’ye dönüşümü yapılan tekneyi tanıtırken, denizlerdeki durumu da anlattı. Uygulanmasa da bir İç Sular Yönetmeliği vardı. O yönetmelik iç sularda akaryakıtla çalışan motorları yasaklıyordu. Zaten uygulanmayan yönetmelik değiştirildi ve kağıt üzerinde de olsa gösterilen hassasiyet ortadan kalktı.



Denizlerde en çevreci ve ekonomik yakıt olarak ortaya çıkan LPG ne yazık ki Türkiye’de kullanılmıyor. Oysa Şehir Hatları vapurları bile LPG’li olabilir. Örneğin Norveç dev petrol tankerlerini bile LNG’li hale getirmiş vaziyette.

Selim Şiper İpragaz olarak bu konuya bir sosyal sorumluluk anlayışı ile yaklaştıklarını belirtip bugüne kadar yaptıklarını aktardı:

“3 yıldır bu işe kafa yoruyoruz. Bir tekne sahibini bile kazansak kardır diye düşünüyoruz. Şu ana kadar sadece Bodrum’da bir kişi kendi isteği ile teknesinde dönüşüm yapılmasını istedi. Diğerlerine biz önayak olarak dönüşüm gerçekleştirdik. Dalyan’da dizel yakıtla çalışan tekneleri dönüştürmek istedik. Henüz istediğimiz noktada değiliz. Gittiğimiz tekne sahibi ‘Benim bu işten karım ne olacak?’ diye soruyor. Ekmek yediğin çevreyi geri kazanacaksın, bu işi sürdürülebilir hale getireceksin diyoruz umurunda değil. Egzos, sintine ve yakıt atıkları ile denizde kirlilik yaratıyorlar. LPG’nin karbon hidrojen oranı diğer yakıtlara göre çok düşüktür. Güneş ışınlarının atmosferde hapsolmasına neden olan sera etkisini de azaltan bir kimyasal yapıya sahiptir. Ancak bizi dinlemiyorlar. Neyse ki Manavgat Oymapınar’da başarılı olduk. Çalışan 13 tekneyi de LPG’li hale dönüştürdük. Çabamızı sürdüreceğiz.”

Parasailing yapan tekneciye teklif

LPG’li motor, benzinli motora göre yüzde 40’a varan oranda tasarruf sağlıyor. O yüzden benzinli motoru LPG’ye dönüştürmek ekonomik. LPG’li motor, dizel motorla da hemen hemen aynı tüketim verilerine sahip.

Selim Şiper’in özellikle turistik bölgelerde parasailing, banana gibi hizmet veren tekne sahiplerine bir önerisi var:

“Dizel motor ekonomiktir ancak pahalıdır. Şöyle söyliyeyim benzinli motor 1 birimse, dizel motorun satış fiyatı 2 birimdir. Benim tavsiyem bu tür işi yapanlar benzinli motor alıp LPG’ye dönüşümünü gerçekleştirsinler. LPG’ye dönüşüm motor hacmine göre 3 ile 6 bin TL arasında bir maliyettir. Dizele göre daha ucuz motor sahibi olursunuz ancak dizel motorla aynı yakıt sarfiyatını yakalayarak kar edersiniz. Aslında bu öneri tüm deniz aracı satın alacaklar için de geçerli bir öneridir”

Yazının devamı...

Bir de Yandex’e sorun Google’ın bilemediğini belki o biliyordur...

Arama motoru denince ilk akla gelen isim kuşkusuz Google. Ancak Yandex’te biraz dolaşınca zengin bir içerik çıkıyor karşımıza. Özellikle trafik bilgisi kusursuz. İstanbul trafiğindeyseniz yolların durumunu bir de Yandex’e girip takip edin ve karşılaştırın, ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Dil tercümesi, haritalar, alışveriş ve tabii ki search yani arama... Bunlar bir arama motorunun olmazsa olmazları. Arama motoru oluşturmak büyük bir algoritmik matematik bilgisi gerektiriyor. Çok üst düzey bir teknoloji ve ne yalan söyliyeyim Yandex’in Moskova’daki merkezine yaptığım ziyaretten önce bu konuda buluş liderliğinin hep Google’da olduğunu düşünüyordum. Mr Internet olarak bilinen Yandex’in CEO’su Arkady Volozh’nin sunumunu dinlediğimde çok şaşırdım. Çünkü tarihsel kronolojiye bakıldığında hemen hemen her alanda öncelik hep Yandex’te olmuş. Biraz Rus ekolünün pazarlamadaki zayıflığından mıdır yoksa Kıril alfabesinin zorluğundan mıdır nedir, öncülük yapmışlar ama Google kadar popüler olamamışlar. Ancak Rusya’da ve Kıril alfabesinin kullanıldığı ülkelerde pazarın hakimi Yandex.
Yandex, 2011 Eylül’ünde sessiz sedasız Türkiye pazarına girdi. Yakın geçmişte Mehmet Ali Yalçındağ’ı Yönetim Kurulu Başkanı olarak atayarak da Türkiye’de büyük bir atak yapmak istediklerinin sinyalini verdi. Hedefleri Google’ın tekelini kırmak. Türkiye’yi bir test merkezi olarak görüyorlar ve burada başarıya ulaşırlarsa başka ülkelerde Google ile rekabete girişmek için moral motivasyonları yükselecek.

4 bine yakın çalışanı bulunan Rus arama motoru Yandex’in merkezi Moskova’da. Şirketin Ukrayna ve ABD’de ise Ar-Ge ofisleri var. Yandex’in Türkiye operasyonunda ‘Başkanlık’ görevine getirilen medya dünyasının deneyimli ismi Mehmet Ali Yalçındağ ile Türkiye’den bir grup gazeteci Yandex’in Moskova’daki merkez üssünü ziyaret ettik.



Arkady Volozh, sunumunda öncelikle kendilerinin 1997, Google’ın ise 1998 doğumlu olduğuna dikkat çekiyor. Hemen tüm ürünlerde ilk uygulamalar hep Yandex’ten gelmiş. Hava durumu, trafik, alışveriş, e-posta, dil anlama teknolojisi gibi alanlarda öncelik almışlar. Bu arada Çek Cumhuriyeti’nde Seznam, Kuzey Kore’de Naver, Çin’de Baidu, ABD’de Bing diğer arama motorları olarak görünüyor. Hatta Çek Seznam’ın kuruluş yılı 1996, yani Yandex’ten de eski.
Bu 6 arama motoru tüm dünyanın başvuru kaynağı.

Volozh, “Havacılık sektörünü bir kenara koyarsak sadece 6 oyuncunun bulunduğu başka sektör yoktur” tespiti yapıyor.
Yandex’in Rusya’da liderliği Google’a kaptırmadığına dikkat çeken Volozh “Rusya’nın en çok izlenen televizyon kanallarından daha çok ziyaretçimiz var” diyor.

Arkady Volozh, diğer arama motorlarından farklarını anlatıyor: “Google ve Bing uluslararası çapta hizmet veriyor. Gerçek anlamda Türk kullanıcıları için arama hizmeti sunan bizden başka şirket yok.”

Pazara rekabet getirdik şimdi bekleyip göreceğiz

Google, Rusya’ya gelip yüzde 30’a yakın pazar payı almış. Arkady Volozh bunu yörünge modeli olarak tanımlıyor ve aynı şeyi Google’ın hakim olduğu pazarlarda kendilerinin de başarabileceğini belirtiyor. Türkiye’deki hedefleri de en az yüzde 30 pazar payı. Bu payı da rakiplerinde olmayan, kendilerini ayıran servislerle elde etmek istediklerini belirtiyor. Volozh, “Google 2011 Eylül’üne kadar Türkiye pazarında rakipsizdi. Biz pazara rekabet getirerek üzerimize düşen görevi yaptık. Şimdi bekleyip kullanıcıların nasıl bir tavır sergileyeceklerini göreceğiz” diyor.

“Yüzde 99 pazar payı olan bir rakiple mücadele etmek için elimizde sihirli değnek var mı?” sorusuna Arkady Volozh, şu yanıtı veriyor: “Bunun cevabı kesinlikle bizim sunduğumuz servisler olacaktır. Türkçe içerikle geliştirdiğimiz ve önümüzdeki dönemde pazara sunacağımız servisleri Türk kullanıcıların benimsemesi bizim için sihir etkisi yapacaktır, buna inanıyoruz. Burada bizim için önemli olan Türk kullanıcıları memnun etmek, onların en kısa sürede aradığına ulaşmasını sağlamak. Bunu gerçekleştirdiğimiz zaman çift haneli pazar payını yakalayacağız. Ardından da başta reklam ürünlerimiz olmak üzere Türkiye pazarında gelir getirici iddialı işlerin altına imza atmayı planlıyoruz. Bizim rekabetimiz reklamveren için de faydalı olacak. Sonuçta pazarı hareketlendirdik.”

Yan masadaki zayıf kişiyiz ama...

Doğan Grubu’ndaki görevlerinden birer birer ayrılıp Yandex Türkiye’nin Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı üstlenen Mehmet Ali Yalçındağ, bu kararı ile sadece medya sektöründekileri değil, Google’ı da şaşırtmış vaziyette.

Yandex yatırım yaptıkça Google’ın da yatırım yapmak zorunda kalacağını anlatan Yalçındağ, Türk internet kullanıcılarına bir seçenek sunduklarının altını çiziyor ve şöyle konuşuyor:

“Yıllardır pazarda tek oldukları için yemekte patates var dediklerinde onu yiyordunuz. Ama artık yemekte patatesin yanında et de var. Düşünün 150 kiloluk kaslı birisiniz ve kahveye gittiğinizde hemen çayınız önünüze gelir. O Google... Yan masada ise zayıf biri var ki o da biziz. Ancak ben o kahveyi tanıyorum. Burada lokal davranma sözü verdik. Bir Türk şirketi olarak faaliyet gösteriyoruz ve tabii ki vergimizi de Türkiye’de veriyoruz. Bu bile tek başına pazara gönderdiğimiz bir mesajdı.“

Arama motoru reklam payını hızlı artırıyor

Google, Türkiye’de vergi ödemediği için hesaplarını gizliyor ama pazara ilişkin bir not: İnternet reklam pazarının büyüklüğü 750 milyon TL civarında. Bunun yaklaşık 450 milyon TL’si hergün ziyaret edilen www.gazetevatan.com gibi internet sitelerine verilen reklamlardan oluşuyor. Kalanını ise arama motoruna verilen reklamlar kapsıyor.

Trafik bilgisi çok iyi ideal güzergahı çıkarıyor

Yandex bir arama motoru ve verdiği bazı özel hizmetlerle fark yaratıyor. Bunların başında kuşkusuz trafik bilgisi var. Daha önce çok kişiden duymuştum, Yandex’in İstanbul’un trafiğine yönelik infosunun İBB’den daha iyi olduğunu. Arkady Volozh, bunun sırrını şöyle aktardı:

“Filo takip şirketleri ile anlaşmamız var. 3 binin üzerinde GPS’li kurye İstanbul’da dolaşınca biz de en sağlıklı bilgiye ulaşabiliyoruz. Onların bir yerden bir yere gitme süratine bakarak yolun açıklık durumunu görebiliyoruz. Ayrıca telefonunu açıp bilgisini bizimle paylaşan kullanıcıların hızına bakarak da bilgi sahibi oluyoruz. Böylece güvenilir trafik bilgisi verebiliyoruz”
Bu arada Yandex İstanbul’un trafik bilgisini vermenin dışında gideceğiniz yeri yazdığınızda size en ideal, trafiği en az yoğunluktaki ulaşım hattını da gösteriyor. Yani bir çeşit akıllı navigasyon cihazı gibi hizmet veriyor.

Twitter arşivi de iddialı

Bunun dışında Yandex’in twitter arama hizmeti de ilgi çekici olabilir. Twitter hesabım yok ancak kullananlardan bildiğim twitter’da en fazla 10 gün öncesine kadar arşiv tutuluyor. Oysa Yandex twitter aramasına girip aylar önce bir konu ile ilgili yapılmış tüm yazışmaları bulup çıkarabiliyorsunuz. Üniversite ve bölümler hakkındaki arama, Ramazan’daki iftar saatleri gibi hizmetler de oldukça dikkatli ve özenli çalışılarak hazırlanmış bilgiler. Volozh, şu an Moskova’da hizmet veren taksi hizmetini de İstanbul’a uyarlayabileceklerini söylüyor. Moskova’da 300 binin üzerinde kullanıcı taksiye ihtiyacı olduğunda kendisine en yakın taksiyi Yandex sayesinde görüp çağırabiliyor.

Yazının devamı...

Uluslararası dev PepsiCo kamyoncuyu niye kızdırdı?

İzmit Suadiye’de yaklaşık 1 aydır müthiş bir gerginlik var. Kamyoncular ilçeyi adeta savaş alanına çevirdi. Yol kesiyor, barikat kurup ortalığı ateşe veriyorlar. Hedeflerinde ise Frito Lay’in cips üreten fabrikası var. Bu fabrikanın ürünlerini dağıtan kamyoncular, taşımada indirim isteyen olmadığı takdirde işi başkasına vermek için ihale açan firmaya kızgın.

PepsiCo tarafı da şaşkın. Kooperatifin yüzde 35 pahalı taşımacılık yaptığını belirtiyorlar. Maliyet analizlerini göstermişler. Ancak kooperatif indirime yanaşmıyor. Kendi TIR’larını da ilçeye sokamıyorlar. Frito Lay kararlı: “Gidişat iyi değil, kan dökülmesinden korkuyoruz. Gerekirse tüm maliyeti üstlenip fabrikayı Gebze ya da Düzce’ye taşıyabiliriz.”

Türkiye sıcak para olarak değil, doğrudan yatırıma dönüşen yabancı sermaye istiyor ancak çoğu zaman da o sermayeyi ürkütecek ilginç gelişmeler oluyor. Danıştay’da iptal edilen satışlar, borsada zarar gören yabancılar hemen her dönem rastladığımız artık vaka-i adiye olaylar...

Bugünlerde yine büyük bir uluslararası yatırımcının başı Türkiye’de, Türkiye’ye özgü bir sorun yüzünden belada. Ancak bu kez dert çok farklı.

PepsiCo’nun patates cipsi üreten İzmit Kartepe Suadiye fabrikasında gerilim had safhada. Bu fabrikada üretilen ürünleri Türkiye’ye dağıtan SUMOTAŞ Kamyoncu Kooperatifi ile firma arasına kara kedi girdi. Geçenlerde televizyon seyrederken haberlerde görmüştüm. Kamyoncular çok kızgındı. Fabrikanın girişinin olduğu sokağı ateşe vermişlerdi, müdahaleye gelen itfaiyeyi de olay yerine sokmamış kovalamışlardı. Hakikaten hepsinin gözlerinden ateş çıkıyordu.

Böyle olaylar ilgimi çeker. Sordum soruşturdum. Ortaya ilginç bir hikaye çıktı. Ben hiç yorum katmadan durum tespiti yapmak istiyorum. Kimin haklı kimin haksız olduğuna, bir orta yol bulunur mu? Buna okuyanlar karar versin.

- Frito Lay fabrikasında üretilen ürünleri Türkiye’ye SUMOTAŞ adlı kamyoncu kooperatifinin üyeleri taşıyor.

- PepsiCo yeniden yapılanma planı çerçevesinde tüm operasyonunu yakın geçmişte Avrupa’ya bağlamıştı. Tüm hesaplar masaya yatırıldığında fabrikanın taşıma maliyetlerinin diğer fabrikalara göre yüksek olduğu dikkati çekti.

- Avrupa üst yönetimi, Türkiye operasyonundan bunun nedenlerini sordu ve piyasa araştırması yapmasını istedi. Pepsi Türkiye yetkilileri yapılan araştırma sonrası SUMOTAŞ’ın taşıma ücretinin normal piyasa fiyatının yüzde 35 üzerinde olduğuna karar verdi.

- Durum Avrupa’ya iletildi ve Avrupa da SUMOTAŞ’la yeniden görüşülüp yeni bir fiyat konusunda anlaşılması talimatını verdi. Aksi takdirde yeni ihale yapılacak ve yeni bir taşıma şirketi belirlenecekti.

- PepsiCo’nun maliyet analizine göre son 6 yılda yüksek ödeme nedeniyle 26 milyon TL’lik bir zarar sözkonusuydu. PepsiCo cephesi bu farkın doğruluğunu ispatlamak için şöyle bir örnek veriyor: “Bazen Suadiye fabrikamız ile Tarsus fabrikamız arasında karşılıklı mal taşımak gerekiyor. Suadiye’den Tarsus’a sefer başına 2 bin 700 TL ödüyoruz. Tarsus’tan Suadiye fabrikamıza başka bir firma tarafından ise sefer başına 1.400 TL fiyat alıyoruz. Avrupa’nın ‘Yüksek bedel ödüyorsunuz’ uyarısından sonra bir araştırma yaptık. Bir lojistik firması bize SUMOTAŞ’la yaptığımız anlaşma fiyatının yüzde 35 daha altında bir fiyat önerdi.”

- Bu araştırmalar sonrası PepsiCo, SUMOTAŞ’tan yüzde 27 fiyat indirimi istedi. SUMOTAŞ tabii ki bu fiyat indirimi teklifine hiç sıcak bakmadı. Şubat’da başlayan görüşmelerde SUMOTAŞ önce yüzde 3’lük daha sonra yüzde 7’lik bir indirime razı oldu ancak daha fazlasını kabul etmeyeceğini bildirdi. Üstelik bu indirimi yaptığı takdirde 5 yıllık da sözleşme yenilemesi istedi. Fakat taraflar arasında bir türlü uzlaşma olmadı.

12 TIR’lık filo ipleri kopardı

Kocaeli Valisi Ercan Topaca devreye girdikten sonra taşımacılık ücretinde yüzde 13’lük indirim ve 3 yıllık yeni sözleşmede karar kılındı. Ancak bu arada Avrupa üst yönetiminin bastırması ile PepsiCo 12 yeni TIR ile işin bir bölümünü kendi yapmaya soyundu. Sadece İstanbul’a gidecek ürünler bu tırlarla yapılacaktı. Anlaşma olmadığı takdirde de malın kalan kısmının taşınması için yeni ihale yapılacaktı. İstanbul’a taşıma zaten işin büyük bölümüydü ve SUMOTAŞ’ın cirosunun 10 milyon lira düşmesi anlamına geliyordu. Tansiyon iyice yükseldi. PepsiCo artan gerginlik sonrası geri adım attı ve bu 12 TIR’la İstanbul’a gidecek malın önce yüzde 50’sini taşıyacağını bildirdi. SUMOTAŞ yine ikna olmadı, taşıma oranı yüzde 25’e düşürüldü.Ancak bu da işe yaramadı. SUMOTAŞ’ın şöyle bir iddiası vardı: “Biz buraya bizim dışımızda yabancı tır sokarsak diğer firmaların da benzer adım atmasına kapı açmış oluruz...”

19 Haziran’da bir toplantı daha yapıldı. İstanbul’a yapılacak taşımanın sadece yüzde 20’sinin Frito Lay’e ait tırlarla taşınması konusunda firma yeni teklifini sundu. Kooperatif bunu da kabul etmeyince Vali Topaca da pes etti ve aradan çekildi.

TARAFLAR NE DİYOR?

Gözümüzü kararttık gerekirse fabrikayı Gebze’ye taşıyacağız

PepsiCo tarafı bunca tavize rağmen, kooperatifin uzlaşmaz tavrından şikayetçi. Bundan sonra yaşanacaklarla ilgili şunları söylüyorlar: “Sumotaş ile olan anlaşmamız 22 Haziran’da feshedildi. Yeni bir lojistik firmasıyla yeni başlangıç yapmamız sözkonusku. Sumotaş çalışanlarının ve Suadiyeliler’in bir protesto düzenleyeceğine dair duyumlarımız var. Sumotaş Başkanı Hüseyin Erhan’ın, ‘Bu kapıdan içeri bizden başkası giremez. Girerse olacaklardan sorumlu değiliz’ gibi laflar ettiğini de biliyoruz. Yıllarca korkumuzdan adım atamadık. Baktık Avrupa kararlı, biz de gözümüzü kararttık. Gidişattan endişeliyiz. Gerekirse fabrikayı Gebze Organize Sanayi Bölgesi ya da Düzce’ye taşımak gibi bir planı devreye sokabiliriz. Normalde bizim gibi bir firmanın tercih edeceği bir seçenek değil ancak kan dökülecek bir noktaya gittiğimizin farkındayız. Kan dökülmesindense gerekirse tüm maliyeti göze alıp taşınabiliriz.”

Arkadaşlarımız borç harç kamyon aldı ama sözler tutulmuyor

Fabrikanın kurulduğu tarihlerde vatandaşa sözler verildiğini belirten SUMOTAŞ Başkanı Hüseyin Erhan, ancak fabrika yöneticilerinin verdiği sözleri tutmadığını gerginliğin bundan çıktığını iddia etti. Erhan, şöyle konuştu: “Kooperatifimiz olduğu halde, fabrika 12 araç alarak kendi taşımacılığını yapmaya başladı. Kooperatifte çalışan arkadaşlarımız verilen sözler üzerine araç aldı. En sıkıntılı bölgelere bile mal taşıdılar. Çileli yolculuklar yaptılar. Böyle olacağını bilselerdi, doğu bölgelerine çileli yolculuklar yapmazlardı. Şu anda fabrika önünde polis ekipleri bekleme yapıyor. Uzlaşma sağlanmazsa biz de fabrika önüne gidip, sorun çözülene kadar orada bekleyeceğiz.”

Yazının devamı...

Hissedarlar tepişti onlar işini yaptı

Turkcell’de ortaklar arası kavga malum. Hiçbir konuda anlaşamıyor, yönetim kurulunda aynı masanın etrafında toplanamıyorlar. Süreyya Ciliv kaptanlığındaki profesyonel yönetim takımı ise bunca toz dumana rağmen 2012 ikinci çeyrekte tüm zamanların gelir ve kâr rekorunu kırmanın gururunu yaşıyor.

Turkcell, hisse senetleri New York Borsası’nda da işlem gördüğü için önceki akşam eş zamanlı olarak 2012 yılı ikinci çeyrek finansal sonuçlarını hem Türkiye’de hem de ABD’de yatırımcıların dikkatine sundu. Aynı saatlerde Süreyya Ciliv ve ekibiyle Ortaköy Feriye’de bir iftar yemeğinde buluştuk ve finansal sonuçları kendilerinden dinledik.



Turkcell’de 3 büyük ortak arasındaki kavga malum. Onca tepişmeye rağmen profesyonel takımın sağladığı başarı müthiş. Süreyya Ciliv, önce rakamları paylaştı:

“Turkcell’in 2012 yılının ikinci çeyreğindeki gelirleri yüzde 13’lük artışla 2 milyar 565 milyon lira oldu. İkinci çeyrekte net kârımız 534 milyon liraya çıktı. Bu tüm zamanların çeyrekler itibarıyla en iyi sonuçları. Aslında geleneksel olarak baktığımızda yılın ikinci çeyrekleri çok iyi geçmezdi. Üçüncü çeyrek sonuçları en iyisi olurdu, ikinci çeyrek genelde üçüncü olurdu. Ancak bu sağlıklı büyümeyi çok önemsiyoruz. İlk 6 aydaki net kârımız ise yüzde 236 artışla 1 milyar 51 milyon TL oldu. Şirketin yarı yıldaki gelirleri 4.9 milyar TL ile rekor kırdı.”

Ciliv, ekibiyle sadece işe odaklandıklarını belirtirken, bu performansta daha önce bilançoyu olumsuz etkileyen Belarus iştirakinin kur farkı giderinin olmamasının da etkisi olduğuna dikkat çekti. Geçen yıl bilançoyu hem Belarus’taki devalüasyondan kaynaklı kur farkı gideri hem de Rekabet Kurulu’nun verdiği ceza için ayrılan karşılık biraz bozmuştu.

Ciliv, operasyonel kârlılığın yüzde 8 arttığına, son 3 çeyrektir de çift haneli büyüme gerçekleştirdiklerine vurgu yaptı. Yoğun fiyat rekabetine rağmen tüm segmentlerde güçlü bir büyüme trendi içinde olduklarını söyledi. Bu arada Ciliv, tüm dünyada telekomünikasyon sektöründe ortalama büyümelerin yüzde 1’lerde kaldığına da dikkat çekti.

Ciliv’in yaptığı sunumdan şöyle bir sonuç da çıkıyor. Ses gelirleri daha düşük seviyede artarken mobil internet alanında inanılmaz bir artış var. Rakamlar da bunu destekliyor. Ses geliri 2011 ikinci çeyreke göre yüzde 6 büyürken, mobil internet gelirlerindeki büyüme yüzde 44’e ulaşmış vaziyette. Grup şirketlerinin toplam konsolide bilançoya katkısı da yüzde 37’lik büyüme ile oldukça değerli. Ciliv, bu noktada özellikle Ukrayna operasyonunda son dönemde sağlanan başarıya vurgu yapıyor.

İkinci çeyrek başarısı yıl sonu ile ilgili tahminlerin de yukarı yönlü revize edilmesine olanak verdi. Ciliv, o rakamları da paylaştı:

”İlk yarı sonuçları planlanandan iyi gelince 2012 sonu gelir beklentimizi 9.9-10.1 milyar TL aralığından 10.1-10.3 milyar TL aralığına revize ettik. Yıl sonu FAVÖK beklentimizin alt sınırını 3 milyar TL’den 3.05 milyar TL’ye revize ettik, üst sınırı 3.2 milyar TL olarak koruduk.”

Müşteri kaptırmaya hiç niyetimiz yok


Süreyya Ciliv’in sunumunda paylaştığı bir slayt dikkatimi çekiyor. Rakamları grafikte de daha detaylı koydum ortaya. Çeyrekler itibarıyla bakıldığında konuşma dakikaları artıyor ancak mobil operatörlerin dakika başına kazançları azalıyor. Bir başka deyişle biz tüketiciler daha çok konuşuyor ancak daha az ödüyoruz. Örneğin 4 çeyrek önce dakika başına operatörlerin ortalama geliri 0.081 TL iken bu son çeyrekte 0.071 TL’ye gerilemiş.

Ciliv durumu, “Avrupa’nın belki de dünyanın en kıyasıya fiyat rekabeti Türkiye’de yaşanıyor” diye özetliyor. Rakiplerin fiyat odaklı rekabetinin yatırımları zorlayacak ve şirketlerin kârlılıklarını azaltacak rasyonel olmayan seviyeye gelmemesi gerektiğini söylerken, her türlü savaşa hazır olduklarını da şu sözlerle aktardı:

“Fiyat rekabeti olursa müşterilerimizi tutmak için FAVÖK marjından fedakarlık gerekebilir, buna hazırlıklıyız. Önemli olan şirketin gelir ve kârlılığının artması. Müşteri memnuniyeti bizim için önemli. Müşteri kaybına tahammülümüz yok. Biz mükemmel müşteri deneyimini herkes denesin istiyoruz. Zaten numara taşımada bizden gidenlerin çoğu geri döndü.”

Bu arada Süreyya Ciliv, esas fiyat indiriminin sesten ziyade internet hizmetinde olduğuna da işaret etti. 3G uygulamasının başladığı 2009’dan bu yana internet trafiğinin 69 kat arttığına işaret eden Ciliv, buna karşılık internetten sağlanan gelirdeki artışın 4 katta kaldığını söyledi. Ciliv, internet hizmetinde fiyatların yüzde 94 seviyesinde ucuzladığını belirtti.

Kasada 6.2 milyar TL nakitimiz var, kendi hisselerimizi alabiliriz


Turkcell malum ortaklar arasındaki anlaşmazlık yüzünden ne yazık ki 2010 ve 2011 yılı temettülerini dağıtamadı. Para kasada öylece duruyor. Ciliv’e, “Kulaklarınızdan çıkacak kadar nakitiniz var. Ancak bu arada dünyada paranın el yaktığı bir süreçten geçiyoruz. Para taşımak riskli. Avrupa’da pek çok ülkede eksi faiz ortamı var. Nakitinizi nasıl değerlendiriyorsunuz?” diye sordum.

Ciliv, önceki gün itibarıyla kasalarındaki nakitin 6.2 milyar TL olduğunu söyledikten sonra şunları söyledi:

“Nakitimiz olduğu için gücümüz ve cesaretimiz var. Bu nakitin bir bölümü ile yeni satın almalar yapabiliriz. Fırsatlara bakıyoruz. Nakitimizin bir bölümü ile kendi hisse senetlerimizi de almak opsiyonlardan birisi. Yeni Ticaret Kanunu şirketlere yüzde 10’a kadar kendi hissesini geri alma hakkı tanıyor. Bu opsiyonu yönetim kurulu ve genel kurulun onayına sunabiliriz. Onay aldığımız takdirde böyle bir yöntemi tercih edebiliriz.”

Ciliv’e son olarak hissedarlar arasındaki kavgalı sürecin bitmesi ile ilgili bir tarih beklentisi olup olmadığını sordum:

“Bu yıl sonuna kadar hissedarlar arasındaki anlaşmazlık çözülürse ahenkli bir yönetim anlayışı bizi çok daha iyi sonuçlara götürür. Bu durumdan kazançlı çıkan da Türkiye olur.”




Yazının devamı...

Sınırda hayat da durdu, ticaret de

Suriye’nin Türkiye sınırında yaşanan kaos ortamı sınırların kapanmasına neden oldu. 4 milyar doların üzerinde ihracatımızın olduğu Suriye ile Türkiye’yi bağlayan sınır kapılarının geçici olarak kapatılması için Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı talimat verdi.

Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı’nın iftar davetine katılmak için Beyazıt’taki Hilton Double Tree Oteli’nden içeri girerken, böylesine önemli bir sıcak haber ile karşılaşacağımı açıkçası ben de beklemiyordum. İstanbul trafiğine güven olmadığından gazeteden vakitlice çıktım ve Beyazıt’a da 19.30 civarında vardım. Hava sıcak, dolaşılacak gibi değil mecburen otele gireyim, “Serin yerde bekleyeyim” dedim. Bakan Yazıcı benden de önce gelmişti ve hummalı bir telefon trafiğinin içindeydi. Otelin sahibi Mehmet Çeker’in ofisinde elinde bir kağıt, metin ile ilgili düzeltmeler yaptırıyor. “Suriye ile ilgili önemli bir karar” dedi. Rahatsız etmedim.

Sonra diğer gazeteci arkadaşlar da geldi, metnin içeriğini anlama fırsatımız oldu. Malum Suriye’de ilginç gelişmeler oluyor. Kuzey Irak derken Kuzey Suriye’de bir Kürt yönetimi oluşumuna gidecek hareketler var. Esad kontrolü belli noktalar hariç tamamen kaybetmiş. Kaotik bir ortam var.

Bakan Yazıcı, “Önlem almamız gerekiyordu. Şimdi metne son şeklini veriyoruz. Cümleler çok önemli. Daha sonra imzalayacağım ve yürürlüğe girecek” dedikten sonra Suriye ile tüm bağı kuran sınır kapılarının kapatma kararı aldıklarını açıkladı.

Akçakale ve Yayladağ sınır kapılarını, akraba ziyareti yapacaklar için açık tutacaklarını ifade eden Bakan Yazıcı, daha sonra hazırladıkları metindeki maddeleri sıraladı:

1. Cilvegöz, Öncüpınar ve Karkamış kara kapılarında geçici olarak, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarımızın gerek ticari, gerekse yolcu olarak Suriye’ye çıkışları durduruluyor.

2. Suriye plakalı araçların uluslararası ticarete yönelik giriş ve çıkışları durduruluyor.

3. Suriye vatandaşlarının ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik ülkemize giriş ve çıkışlarına izin verilecek.

4. Üçüncü ülke araçlarının uluslararası ticarete konu, Suriye’ye giriş-çıkışları durduruluyor. Yani Bulgaristan’dan gelen Suriye’ye giden bir tıra da izin vermeyeceğiz. Ancak üçüncü ülke vatandaşlarının ülkemize girişlerine izin vereceğiz. Yani Suriye’den bir İngiliz, bir Alman geliyorsa izin vereceğiz, alacağız onları. Ayrıca herhangi bir nedenle Suriye’den iade edilen eşyanın ülkemize girişine de izin vereceğiz.

5. Zorunlu ve öngörülmeyen durum itibarıyla gerekli tedbirler alınıyor. Şartların elverdiği durumda bu kararların kapsamı değiştirilecektir.

Bu bir ambargo mu?

Bakan Yazıcı’dan büyük ihtimalle bu sabah (Çarşamba) imzadan çıkacak kararların bir ambargo anlamına gelip gelmediğini de sorduk. Şöyle yanıtladı Bakan Yazıcı:

“Hayır bu bir ambargo demek değil. Sadece tedbir. Karşı tarafta gümrük işlemi yapacak ne bir insan gücün ne de altyapı kaldı. Bir defa temennim en kısa zamanda ticaretimizi yine en yoğun düzeye taşımak. Ama tabii gerçekten Suriye’yle ilgili öngörüde bulunmak çok zor. Suriye sosyolojik olarak, etnik olarak, mezhepsel olarak Ortadoğu’nun en karışık ülkelerinden bir tanesi. Suriye, bu yapısı itibarıyla tabii birçok aktörün de müdahil olduğu bir ülke. Dolayısıyla bu yasaklar ne kadar devam eder bir şey söyleme imkanı yok.”

Koskoca holding patronu 5 bin dolarlık kaçağa tenezzül eder mi?

Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı, “Gümrükler çok ilginç yerler” dedikten sonra isim vermeden şu olayı anlattı: “Bizim müfettiş gidiyor. Görev verilmiş. Çok büyük firma, çok büyük yani makine, otomotiv filan... Bir işlem bakıyor. İşlem, adam imal ettiği ürünlerden bir miktar ihraç ediyor, çok az bir miktar, fiyatı 15 TL. Raporu isimlerini ve gümrük kavramlarını kullanmadan özetlemeye çalışıyorum. Diyor ki, bunun fiyatı bu değil, bu 15 TL birim fiyat koymak suretiyle daha fazla KDV iadesi almayı amaçlamış. Adam da aslında 15 TL demiş, ama işlemi 8 TL’den yapmış. Onun dediği gibi olsa, alacağı KDV iadesi topu topu 5 bin dolar. Adamın belki milyar dolar düzeyinde iş hacmi var, binlerce işçi çalıştırıyor. Müfettiş durumu savcılığa gönderiyor. Firmanın CEO’su, sahibi ‘Rezil olduk’ diye ayağa kalkıyorlar. İş savcılığa gittiği için kaçakçı olarak suçlanan kişinin işlemleri duruyor, kırmızı hatta gidiyor bütün şeyler. Kızdım ben de, üzüldüm. ‘Ya bu adam komünist mi? Böyle bir şey olabilir mi? Yani o kadar milyon dolarlarca iş yapan, bu ülkeye katma değer sağlayan bir adamın 5 bin dolara tenezzül edeceği düşünülebilir mi, böyle bir şey olabilir mi? Belki elemanlarından birisi yapmış olur, birisi hata yapmış olabilir. Sabaha kadar bunu çözecek, onayı bana getireceksiniz.’ dedim. Çözdüler, kırmızı hat uygulamasından çıkardık adamı ancak dava devam ediyor. Siz ülkenin önemli bir sanayicisini tutuyorsunuz. Yani adamın mantığına bak, ufkuna bak... İddiası hayatın akışına aykırı, yani hayat gören bir insanın bakışı değil. Bu tür şeyler oluyor, bundan biz üzülüyoruz tabii.”

Bakan Yazıcı, bu ve benzeri olaylar yüzünden mevzuatta değişiklik yaptıklarını, raporları inceleme kurulu oluşturduklarını, müfettişlerin kendi insiyatifleri ile savcılığa gitmelerinin önüne geçtiklerini de sözlerine ekledi.

‘Kaçak akaryakıt satanın istasyonu değil pompası mühürleniyor böyle olmaz’

Bakan Hayati Yazıcı, kaçak akaryakıt satışına dikkat çekerken, bu yola başvuran istasyonlarlarla ilgili cezai düzenlemenin caydırıcı olmaktan uzak olduğunu mevzuatın değişmesi gerektiğine dikkat çekti. Yazıcı, “Adamın istasyonunda 10 tane pompa var. Diyelim ki sadece 2 pompada kaçak akaryakıt tespit edildi. Sadece o iki pompa mühürleniyor, diğerleri çalışmaya devam ediyor. EPDK’ya da durumu ilettik. Böyle bir şey olamaz, böyle bir şey olmaması lazım. Biz nasıl yapıyoruz? Bakın, antrepo işletme iznini verme yetkisi bizim Bakanlığımıza ait. Bu akaryakıt antreposu da olabilir, katı yük antreposu da olabilir. Biz akaryakıt antrepolarıyla ilgili mevzuata aykırı bir fiili tespit etmemiz halinde, derhal antrepo ruhsatını iptal ederiz, mühürleriz, kapatırız. İlgili kişi gider dava açar. Ha, mahkeme işlemi yanlış bulursa mahkeme kararına uyarız. Aynı şeyi akaryakıt istasyonuna da getirmemiz lazım, hemen orasını tamamını mühürlememiz lazım” diye konuştu.

‘Uludere serbest ticaret merkezi olacak, ancak Irak’ta bir icraat yok’

Bakan Yazıcı’ya, Irak sınırında sigara kaçakçılığı yaparken PKK’lı sanılarak öldürülen vatandaşların ortaya çıkardığı gerçek ve bu olay sonrası sınırla ilgili yapılması hedeflenen yeni düzenlemedeki son durumu da sorduk. Bakan Yazıcı, bölge insanının sınır ticaret merkezi oluşturulması ile ilgili bir beklenti içine girdiğini belirtti. Yazıcı, “Evet biz bunu istiyoruz. Tüm hazırlıklarımızı da yaptık. Ancak karşı tarafın yani Irak’ın da buna olur vermesi lazım. Uludere ve Gülyazı’da yine aynı şekilde Hakkari Üzümlü Derecik’de çerçevesi çizilmiş, kotaları konulmuş bir serbest ticaret merkezi oluşsun istiyoruz. Olumlu bakıyorlar ancak bir türlü icraatları yok” bilgisini verdi.

Habur’a yeni köprü

Bakan Yazıcı,bunların yanısıra Habur’un dışında Irak ile yeni gümrük kapıları üzerinde çalıştıklarını birini Ovaköy’e diğerini de Aktepe’ye kurmak istediklerini söyledi. Yazıcı, son dönemde Irak’la ticaretin çok arttığını, Irak’ın Türkiye’nin en iyi ticaret partnerlerinden biri olduğunu da vurgulayarak, “Habur’u büyütmek istiyoruz. Habur Çayı üzerine bir köprü de yapmak istiyoruz. Ödeneği hazır ancak yine Irak yönetiminde icraat yok. Geçen gün Mimar Sinan Camii’nin açılışında Irak Meclis Başkanı da vardı. Başbakanımızdan rica ettik durumu ona da hatırlattık. Bekliyoruz. Sonuçta köprünün bir ayağını Irak sınırları içine yapacağız. Onay vermeleri lazım” diye konuştu.

100 milyon liralık hayali ihracat operasyonu Gümrük Müsteşarı’na uzandı

Hikayenin başı 2009’a kadar gidiyor. Olay kısaca şu: İçinde tanınmış tekstilcilerin de olduğu bir ekonomik çete, Çin’den getirdikleri tekstil ürünlerini direkt Türkiye’ye sokmuyor, dolambaçlı bir yol izliyor. Zira Çin mallarına karşı yüksek gümrük koruma duvarları var. Bu duvarı aşmak için mallar önce Hamburg’a geliyor, Avrupa orijinli malmış gibi oradan Türkiye’ye vergisiz giriş yapıyor. Haksız elde edilen kazancın boyutu 100 milyon TL civarında. Olay şu an Büyükçekmece Savcılığı tarafından inceleniyor. Bu konuyu 2 yıl kadar önce ilk kez VATAN gündeme getirmişti.

Soruşturma halen sürüyor. Hatta dün Milliyet Gazetesi’nde sürmanşetten verilen haberde hayali ihracat çetesinin en önemli üyelerinden Barbaros Hayrettin Aksoy’un, davalarda az ceza alması için Yalçın Bayrak’ın ricacı olarak Danıştay’a geldiği Danıştay Başkanı Hüseyin Karakullukçu ile görüştüğü bilgisi yer aldı. Gerek Yalçın Bayrak olsun gerekse Barbaros Hayrettin Aksoy olsun teknik ve fiziki takipteydi. Bu ayrıntılar olayın aydınlığa kavuşması için son derece önemli.

Son yılların en büyük hayali ihracat (Aslında kaçakçılık demek daha doğru) operasyonunun Gümrük Müsteşarı Ziya Altunyaldız ve yardımcısı Neşet Akkoç’a kadar uzandığı hatta bu kişileri yakan kişinin de bizzat Gümrük Müfettişi olduğu ayrıntısına da bizim arkadaşlarımız ulaştı.

Bakan Hayati Yazıcı, dünkü Danıştay ayrıntısı henüz ortaya çıkmamışken, önceki akşamki yemekte, olayın Bakanlık Müsteşarı ve yardımcısına kadar uzanması boyutunu aktardı:

“Hayali ihracatla veyahut kaçakçılıkla alakalı suç ve suçları takip ederken genelde kamuoyuna şöyle bir şey yansıyor. Ticaretle alakalı ise yahut da suçun konusu, suçlamanın konusu hayali ihracatsa gümrüğe yönelik bir operasyon diye algılanıyor. Bu değil, bu işi yapan kimse o; esas fail ortada. O işe yardım ve yataklık etmiş olabilir, bulunmuş olanlar olabilir, kaçakçının işini kolaylaştıran olabilir. Bu bugün başlayan bir olay da değil. 2009’dan gelen bir olay. Ambarlı’da başladık, Ambarlı’da hayali ihracat soruşturmalarına başladık, yürüttük, orada içeride olanlar oldu, tutuklananlar oldu. Adam Çin’den tekstil ithalatı yapıyor. Tabi ki Çin’den yapılacak tekstil ithalatlarında koruma önlemleri var, yüksek vergiler. Burada ise bu ürünü Hamburg’dan getiriyor. Hamburg’dan getirince de gümrük vergilerinden muaf olan bir iş oluyor. Bu işlemleri Ambarlı’da yürütüyor bir süre. Herhalde orada şüpheleniliyor mu, ne oluyor, sonra geliyor bu işi Ankara’da yapmak istiyor, Ankara tır gümrüğünde. Bu arada bunlar teknik takibe alınıyor, fiziki takip de yapılıyor. Bizim müfettişlerin raporu var o konuyla alakalı, incelemişler, raporu savcılığa vermişler. Sonra aynı savcı müfettişi bilirkişi atamış. Dolayısıyla o süreçte işlemler devam ederken bu takip ettikleri adam, yani o işlemleri yapan şirketin adamı teknik takipte birtakım konuşmalar yapıyor, yukarısıyla konuştum diyor, çözeceğiz diyor, çözülecek diyor falan. Ankara’ya gelip gittiği zaman işte Bakanlığa geliyor, Müsteşar’ın Özel Kalemi’ne gidiyor, ondan sonra Ankara Bölge Müdürlüğü’ne gidiyor...

Ankara tır gümrüğünden getirdiği, ithal ettiği ürünleri alırken, Ankara’daki bizim arkadaşlarımız da bununla ilgili menşei saptırması şüphesine kapılıyorlar ve soruşturma başlatıyorlar. O soruşturmalar uzuyor tabi, uzun geliyor. Derken, o arada bunun ürünlerini, yazışma oluyor, o yazışma kapsamında adamın ürünlerini veriyorlar. Teminatları var, olması lazım. Bu kapsamda bunlar, işte kiminle görüştü? Bununla görüştü. Niye görüştü derken bizim Bakanlıktaki arkadaşlara yönelik suçlama oluyor.”

‘Bu suçlamaları kabul edemiyorum’

Bakan Yazıcı, iş takibi yapan kişinin Bakanlığa gelip bazı yetkililerle görüşme yaptı diye Bakanlık çalışanlarının suçlanmasını kabul edemediğini buna üzüldüğünü de söyledi. Yazıcı, şöyle devam etti:

“Bu firmanın işlerini takip eden adamın, benim Bakanlıkta müsteşar, müsteşar yardımcısı, genel müdür, bölge müdürüyle konuştu diye adamın suçlanıyor olmasını ben kabul edemiyorum, çok yanlış bir durum. Ha, tabi gittiler arkadaşlar ifade verdiler 5-6 tanesi. Soru da şu: ‘Üst düzeyde örneğin müsteşar, müsteşar yardımcısı size emir ve talimat verir mi? Müsteşar işte bilmem kimin yazışmalarına müdahale eder mi? Açıklayınız.’ Adamın görevi, üst düzey yöneticinin görevi emir vermek, talimat vermek, yanlış gördüğü yazışmalara müdahale etmektir. Orada bu şekilde bir soru sorulmuş. Bunu savcı mı hazırladı, polis mi sordu, çünkü ifadeyi polis almış, yoksa polis kendiliğinden mi böyle bir soru hazırladı; bu önemli bana göre. Bu doğrudan doğruya yönetim mevkiine bir müdahaledir.”

‘İzne gerek yok, müsteşar gidip ifade verebilir’

Hayati Yazıcı bu olayla ilgili olarak Müsteşar ve Müsteşar Yardımcısı’nın ifade verebilmesi için kendisinin iznine gerek olduğuna dair yoruma da katılmadığını söyledi. Yazıcı, “Bu olay kaçakçılık kanununa giriyor ve 5607 sayılı kanun açık. Bu tip suçlamalarda izin prosedürü uygulanmaz” diyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.