Şampiy10
Magazin
Gündem

Bizi kalbimizden vurmak istiyorlar

Aliağa’da müthiş bir kavga, kavganın bir tarafında Petkim, diğer tarafında Buhar Energy adlı şirket var. Buhar Energy, 2009 yılında 145 bin dolar ödeyerek MTA’dan 1600 hektarın üzerinde bir alanda jeotermal kaynak arama, çıkarıp enerjiye dönüştürme lisansı almıştı.

Lisans toprağın altını kapsıyor. Ancak toprağın üstünde ise Türkiye’nin büyük sanayi kuruluşlarının tesisleri, etki alanları ve kurmayı planladıkları ilave tesis projeleri var. Onlar da yerin üstü ile ilgili lisanslar almış durumdalar.

Dün kavganın haklısına haksızına girmeden “O bölgede, rafineri de termik santral de rüzgar türbini de yapılabilir. Yanına kimseyi rahatsız etmeden jeotermal kaynağı değerlendirecek yatırım da yapılabilir. O su heba olmasın, Türkiye’nin servetidir. Taraflar uzlaşsın ya da devlet hakem olsun” omurgasına oturtulmuş bir yazı kaleme aldım.

Petkim CEO’su Kenan Yavuz ile çok eskiye dayanan muhabbetimiz, dostluğumuz var. Sabah aradı ve kendi açılarından bakıldığında olayın nasıl göründüğüne dair bir resim çizdi, sorularımı yanıtladı...

- 16 hektarlık koskoca bir araziden sözediyoruz. Taraflar uzlaşmak yerine neden mahkemeye gitme ve tüm projeleri sürümcemede bırakma yolunu seçmiş durumda?

Orada sadece Petkim’in değil, Petrol Ofisi’nin de Egegaz’ın da Tüpraş’ın da tesisleri tapuları var. Ancak Buhar Energy bize takmış vaziyette. Bizim EPDK’dan aldığımız rafineri lisansını iptal ettirmenin peşinde. Amaçları bizi kalbimizden vurmak, lisans iptali davası ile bizi köşeye sıkıştırmak.

- ‘Bizi araziye sokmuyorlar, oysa tek niyetimiz su kaynağını ekonomiye kazandırmak’ diyorlar...

Yasa diyor ki eğer yerin altı ile ilgili bir hak varsa, o hakkın sahibi yer üstü ile ilgili hak sahibine gider ve uzlaşmaya çalışır. Uzlaşılamazsa devlete gidilir. Devlet yer üstünde yaratılmak istenen değer ile yer altında yaratılacak değeri yan yana koyar ölçer biçer. Eğer yer altı yer üstünden daha değerliyse kamulaştırma yapar yerin altı ile ilgili hak sahibini korur. Samimi olsalar bu yolu denerlerdi. Onlar dava açıp bizi sıkıştırma yöntemini tercih ettiler. Bizim rafineri yapacağımız alan sadece bin 300 dönümü kapsıyor. Diğer şirketlere gidip sorun çıkarmıyorlar da neden sadece bizimle uğraşıyorlar? Üstelik rafineri kurmayı planladığımız nokta yer altından su çıkan kaynağın 5 kilometre uzağında olmasına rağmen. Su kaynağı yarımadanın en ucunda. Ben bu durumda ister istemez kötü niyet, başka bir hesabın peşinde koşma kurnazlığı arıyorum.

- 120-150 derecelik suyun heba olması, Türk ekonomisi adına baktığımızda yazık değil mi?

MTA ruhsatına bakacak olursanız o suyun derecesi 62’dir. Orada 100 derecenin üzerinde bir su yok. Biz aptal mıyız bunca yıldır böyle bir suyu göremeyeceğiz...

- ‘Biz küçük şirketiz hakkımızı savunamıyoruz. Onların arkasında ise Azerbaycan devleti var’ görüşündeler...

Bu iddiaya sadece gülerim. Lisans alırken de halen de bürokratik açıdan o kadar çileler çektik ki ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Rafinerinin temelini Azerbaycan Devlet Başkanı Aliyev ile birlikte Sayın Recep Tayyip Erdoğan birlikte attı. Yani iki ülkenin himayesi vardı. Buna rağmen başımıza gelen bürokratik engelleri duysanız, inanamazsınız.

- Petkim halka açık bir şirket, bu kavga yatırımcı nezdinde itibar kaybına sebep olmuyor mu?

Hem de nasıl oluyor.Kafa karıştırıyorlar. Rafineri lisansımızın iptal edildiğini, yürütmenin durdurulması kararı verildiğini söylemekten bile çekinmediler. Mahkeme sürecini dahi çarpıtabiliyorlar. Bakın Ercan Bey, yapmayı düşündüğümüz rafineri 5 milyar doların üzerinde bir büyüklüğe sahip. Şu an dünyada yürüyen sayılı projelerden birisi. Bunun finansmanı için çalışmalar sürerken karşımıza böyle bir sorun çıkması istemediğimiz bir durum. Ancak sıkıntı oluyor diye de bizi kalbimizden vurmalarına izin vermeyiz. Hakkımızı sonuna kadar savunuruz.

Yazının devamı...

Ankara aynı koltuğu iki kişiye satmış ama o su heba olmamalı

Önce kısaca olayı hatırlayalım... 2009 yılında MTA, Kamu İhale Kanunu çerçevesinde bir ihale açtı.

Aliağa’da çok değerli bir jeotermal enerji kaynağı vardı. MTA burada 700 metreden derin bir kuyu açmış ve sıcak su keşfetmişti.

Üstelik suyun sıcaklığı 120-150 derece arasında, yani çok kaliteliydi. Belki de Türkiye’nin en verimli jeotermal alanlarından biriydi. Bu suyun enerjiye dönüşmesi için üzerinde en az 250-300 milyon dolarlık bir yatırım gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Lisans için bir yarışma yapıldı ve Buhar Enerji burada 25 MW gücünde bir santral kurarak mağmadan gelen bu sıcak suyu Türk ekonomisine kazandırmaya talip oldu. Keşifler yapıldı ön fizibiliteler çıkarıldı.

Ancak söz konusu bölge Petkim’in tesislerinin yanıydı. MTA, yerin altını ilgilendiren bir ihale yapmıştı. Petkim ise toprağın üstü ile ilgileniyordu. Bir rafineri, bir termik santral ve bir rüzgar santrali yapma planları vardı. EPDK’dan gerekli izinleri alma sürecine, MTA’nın ihalesinden 1 yıl sonra, 2010’da giriştiler.

Bir anda aynı alanda yerin altı ve yerin üstü iki farklı kurumun oldu.

Yani devlet aynı yeri iki firmaya birden vermiş oldu. Aynı koltuğu iki farklı kişiye satan havayolu şirketi misali...

Petkim’in arkasında Socar A.Ş yani Azerbeycan Devleti var.

Buhar Enerji çelimsiz, arkası sağlam değil.

Buhar Enerji MTA’dan lisans aldığı halde araziye sokulmadı.

Konu mahkemelik oldu. Buhar Enerji, EPDK’nın Petkim’e verdiği izinlerin iptalini ve yürütmenin durdurulmasını istedi. İzmir 4. İdare Mahkemesi Buhar Enerji lehine karar verdi. Danıştay 13. Daire reddetti. Bu kez Buhar Enerji itiraz etti, Dava Daireleri Kurulu, 13’üncü Daire’nin kararını gözden geçirmesi için geri yolladı. 8’inci Daire’yi de davaya dahil etti.

Yargı süreci devam ediyor.

Ben burada kim haklı kim haksız derdinde değilim.

Ancak Türkiye’nin yenilenebilir enerji kaynaklarını sonuna kadar kullanması tarafında özellikle hassas olduğum için konu dikkatimi çekiyor.

Zaten sadece tek bir şeyin altını çizmem bile aslında kavgada kimin haklı olduğunu ortaya koymaya yetiyor. Türkiye’de sizin yer üstü ile ilgili kapı gibi tapularınız olsun. Ancak bu tapular yerin altındaki zenginlikleri içermiyor. Arazinizi çitle çevirseniz dahi, toprağın 10 metre altındaki bir kömür, altın ya da petrol kaynağı size ait değil. Yerin altı devletin...

Sizin hiçbir hakkınız yok. Türkiye’deki sistem böyle.

Yani toprak üstü ile ilgili hak, altını da içermiyor.

Buranın üst kullanımı bana ait deseniz bile yerin altı ile ilgili yapılan ihaleyi yok hükmünde saymak mümkün değil...

Bu enteresan kavgada mahkeme süreci bir yana en verimli çözüm ne olabilir buna bakmak lazım.

Kavga çıkaran arazi çok büyük.

2 bin dönümden daha büyük bir alandan sözediyoruz.

Petkim çok istiyorsa bu araziye rafineri de kurabilir, çevrim santrali de yapabilir, rüzgar türbinlerini de dikebilir.

Ancak lütfen 150 dereceyi bulan suyu da heba etmeyelim.

Bu suyun çıkarılması ve enerjiye dönüştürülmesi için 300 dönümlük yer yetiyor. Yani arazide rafineriye de santrale de rüzgara da ve jeotermal tesise de fazla fazla yer var.

Türkiye’nin dışa bağımlılığını azaltması, cari açığını düşürmesi şartsa, bu suyu boşa akıtacak görmezden gelecek lüksü de olamaz olmamalı...

Bu karışıklığı yaratan devlet...

Çözümü sağlayacak ve taraflar arasında orta yolu bulacak hakemin de devlet olması lazım.

Tamam Petkim’in kurmayı düşündüğü tesislerin ekonomik boyutu çok büyük. Ancak bu tesisler her yere kurulabilir.

Jeotermal suyu başka yerde değerlendiremezsiniz tesisi kaynağında kurmanız şart.

Türkiye jeotermal kaynak potansiyeli olarak dünyanın ilk 10 verimli ülkesinden birisi...

Aliağa’daki kaynak çok verimli. Bunun üzeri kapatılamaz.

Bu kaynakta her Türk vatandaşının hakkı var.

Ankara her iki kurumun beraber yaşayabileceği ortamı yaratmak mecburiyetinde.

Yazının devamı...

Balıkçıya 90’ıncı dakika golü attılar çıkar çıkarabilirsen

Oyun devam ederken kuralların değiştiğini Türkiye’de çok gördük. Güç bela bir inşaat ruhsatı verilir, sonra bir bakılır ‘aaa tarihi yarımadanın silüetini bozdu’ denir. Silüeti bozan, yetkilileri uykudan uyandıran proje dimdik durur ama devam eden, projelerde adamın gözünün yaşına bakmazlar ruhsatları iptal ederler.

Hadi biz alıştık da vallahi yabancı yatırımcı bu ortama rağmen cesaretle bu ülkeye geliyor; ben en çok ona şaşırıyorum.

Oyun devam ederken bir kural değişikliği de balıkçılara yapıldı. Milyonlarca liralık yatırım değeri olan gırgır tekneler, avlanma yasağının kalktığı 1 Eylül’ü heyecanla beklerken son dakikada kalelerine giren gol sürprizi yaşadılar.

Kural değişikliği şu: Artık 24 metre derinlikten daha sığ sularda avlanmak yasak.

Bakmayın Tarım Bakanı Mehdi Eker’in ‘Abartılmasın sınır 18 metreydi 24 metreye çıkardık’ izahına...

Kelime oyunudur.

Aslında sirküler Ocak ayına kadar 12 metreye kadar sularda avlanılmasına izin veriyordu.

Yani gerçekte derinlik sınırı 12 metreden 24 metreye çıkarılmış oldu.

Balıkçı da isyan etti haliyle.

1 Eylül’de denize açılmayarak kararı protesto etti.

Zaten derinlik sınırının 24 metreye çıkarılması aslında bir anlamda balıkçılara “Denize çıkmayın” demekti.

Derinlik neden önemli onu anlatayım...

Bu mevsimde lüfer olsun, çinekop olsun, istavrit palamut olsun kıyı bandından gider. Henüz derin sulara inmezler.

Taa ki sular soğuyuna yani aralık ocak aylarına kadar durum böyledir. Göç etmeyen, iç denizde kalan balıklar balıkçıların kanal suyu dediği derinliğin altına ancak aralık ayından itibaren inerler. Bu kanal suyu denen çizgi, kışın farklı bu aylarda ise farklı derinliği ifade eder.

Yani anlayacağınız 24 metre derinlik sınırını daha balık derin sulara inmemişken bu aylarda henüz sığ suda seyrediyorken zorunlu tutarsanız bu aslında balıkçıya “Boşuna denize açılıp ağ atma nasıl olsa boş çekeceksin. Balık bulamayacaksın” demektir.

Balık çiftliklerine yarar

1 Eylül’de bitmiş görünen avlanma yasağı süresini fiilen, bir gece baskınıyla aralık-ocak ayına kadar uzatmak demektir.

Sular soğuyacak, balık 20-25 metre derinlikteki sulara inecek ki gırgır balıkçıları avlayacak balık bulabilsin.

Balıkçı işte bu yüzden kızgın.

Avlanma yasağının olduğu süre boyunca hazırlıklar yapıldı. Borca harca girilerek takımlar yenilendi, eksikler tamamlandı.

Balıkçı tam denize açılmaya hazırlanıyordu ki derinlik sınırı 24 metreye çıkarıldı.

Yahu insaf hiç olmazsa bir geçiş süresi verseydiniz.

‘Ey balıkçı 1 yıl sonra ya da 2 yıl sonra derinlik sınırı Eylül’den itibaren 24 metre olacak’ deseydiniz. Balıkçı da hesabını ona göre yapsa sürprizle karşılaşmasaydı.

Büyük gırgır tekneleri (Sayıları 1.800 civarında) yine bir şekilde derin sulara inerek avlanabilir. Peki takımlarının boyu derin sulara yetmeyen, 14 binin üzerindeki uzatma dediğimiz teknelerin hali ne olacak?

Balıkçı sorguluyor.

‘Sürdürülebilir balıkçılık’ maskesinin ardına sığınılarak, balık çiftliği yatırımı yapanlara kıyak mı çekiliyor diye düşünüyor.

Haksız da değil galiba.

Geçen yıl çinekop’a 20 santim yasağı gelmişti. O zaman da buna karşı çıkmış, yasağın pratikte bir faydasının olmayacağını izah etmeye çalışmıştım.

Zor bir söylemdi. Zira entellektüeller için küçük balığa avlanma yasağı getirilmesi kulağa hoş geliyordu.

‘Çinekopu avlama, avlama ki seneye o balık lüfere toriğe dönüşsün’ diyorlardı.

Tıpkı HES’lere karşı çıkmak gibi bir şey. Çevreciysen avlanma yasağı da iyi bir şey olsa gerek.

Nedenine niçinine bakmaya gerek yok. Kafadan karşı çık, herkes senin ne kadar çevreci olduğunu görsün.

Tarım Bakanı Mehdi Eker önceki gün balıkçıları Ankara’ya topladı, dertlerini dinledi.

Ama sadece dinledi.

Balıkçılar evlerine umutsuz, çözümsüz döndü.

Her bir gırgır tekne en az 15 tayfaya iş verir. 1.800 tekne var, 27 bin balıkçı yapar.

Uzatmalar’dan da 2-3 kişi ekmeğini denizden çıkarır, ailesine ekmek götürür. En çok etkilenecek kesim bunlardır ki onların sayısı da 50 bini geçer.

Balıkçı eylem yapıyor diye Hükümet kızıyor.

İstanbul Su Ürünleri Kooperatifi Başkanı Ümit Çetinkaya belli ki mesajı almış ‘Eylem yok provokasyon var’ diyebiliyor. Balıkçılar protestolarını devam ettirirse Ergenekoncu, Baascı ya da bölücü örgüt sempatizanı diye yaftalanırsa şaşırmam.

Ancak bu bile balıkçılara insafsızlık yapıldığı gerçeğini değiştirmez.

Yazının devamı...

VTG, doğrusunu yaptı Hopdediks Bayram’ı en başından ikna etti

Dünkü yazıda ortaya koyduğum rakamlar çok etkileyici bulunmuş olmalı ki çok fazla okurdan geri dönüş aldım.

Kısaca özetlemek gerekirse cep telefonu ithalatına 6 ayda ödediğimiz rakamın 3.3 milyar TL olduğundan söz edip, Türkiye’nin 6 aylık sebze meyve, fındık ve mamulleri ile zeytin ve zeytinyağı ihracatının bu faturayı ancak karşılayabildiğine dikkat çekmiştim.

Türkiye 2011’de 90 milyon ton ürün ihraç edip 135 milyar dolar kazanmıştı. Oysa aynı dönemde 70 milyon tonluk ürün ithalatına 241 milyar dolar ödemiştik. Yani 1 kilogram ihraç ürününü 1.46 dolara satabilmiş 1 kilogram ithal ürünü 3.46 dolardan satın almıştık. Bu hamallık göstergesiydi.

Yazının sonunda bir de nikel örneği vermiş ve “Yatırım olmadığı için nikel varlığımızı taşıyla toprağı ile işlemeden ihraç ediyoruz. 15 yerine sadece 1 kazanıyoruz” demiştim.

O örneği açmak istiyorum.

Türkiye’nin nikeli var ancak ne yazık ki o nikeli işleyecek yatırım bugüne kadar yapılmadı. Güney Afrika’da yılda 2 milyon ton kömür üretimi gerçekleştiren, yüzde 100 Türk sermayeli bir şirket olan VTG Holding bu işe soyundu.

Manisa Turgutlu’da Çaldağ sahası 33 milyon tonla, Türkiye’nin en büyük nikel rezervine sahip bölgesi olarak biliniyor. VTG Holding burayı İngiliz European Nickel şirketinden satın aldı ve yatırıma hazırlanıyor.

İşin ekonomik boyutunu şirketin 3 ortağından biri olan Gökhan Kantarcıgil ile konuştuk. Ona ayrı bir kutu açacağım. Ancak burada bir başka noktaya dikkat çekmek istiyorum. Tıpkı altın madenlerinde olduğu gibi belli ki nikel yatırımına da çevresel kaygı odaklı tepki oluşuyor. Üretim aşamasında altın için siyanür gerekliydi, nikelde ise sülfürik asit gibi yine korkutucu bir kimyasal var.

Ancak Türkiye olarak hamallıktan kurtulmak istiyorsak bu yatırımlara da ihtiyacımız var. VTG Madencilik çok doğru bir hamleyle, çevre halkına henüz yatırıma başlamadan önce büyük bir iletişim çalışması yaparak doğru bilinen yanlışları anlatmış.

Gökhan Kantarcıgil, bu konuda ABD Arizona’da faaliyet gösteren iki bakır madeni yatırımını örnek aldıklarını söylüyor. 30 kilometre arayla işletilen iki bakır madeninden birine çevreci kaygılarla tepki oluşurken diğerinin tıkır tıkır çalıştığını anlatıyor. “Bunun tek nedeni vardı, biri bölge insanının endişelerine saygıyla yaklaşıp şüpheleri çürütecek her türlü iletişimi yapmış, diğeri yapmamıştı. Oysa ikisinin de teknolojisi aynıydı” diyor.

VTG Holding Sürdürülebilirlik Yöneticisi Esra Yalçın, benzer çalışmayı Çaldağ’da yaptıklarına dikkat çekiyor.

“Sülfürik asit buharlaşacak önce havaya sonra toprağa karışacak, asit yağmuruna maruz kalacağız. Tarım arazilerimiz kuruyacak diye endişeler vardı” diyor.

VTG olarak muhtarlara köylülere tek tek ulaşarak sülfürik asitin ancak 330 derecede buharlaştığını anlatmışlar. Esra Yalçın, iletişimini yaptıkları bilgileri paylaştı:

*Kükürtten sülfirik asit üretirken sülfürdioksit emisyonu ortaya çıkar. AB Çevre normlarına göre kabul edilen limit yüzde 99.7’dir. Bizim tesisimizde sadece on binde 3 oranında bir emisyon ortaya çıkacak.

*Nikel tesislerinde sülfürik asit solüsyonu püskürtme yöntemi ile verilirken biz damlatma yöntemi tatbik edeceğiz. Yani rüzgarla taşınma riski de olmayacak.

Anlaşılan o ki Bergama’da altın madenine karşı eylemi ile dikkat çeken ve sembol olan Bayram Kuzu’ları VTG daha yatırıma başlamadan ikna etmiş. Pijamasıyla çizgi roman kahramanı Hopdediks’e benzetilen Bayram Kuzu yaşasaydı acaba bu işe ne derdi?



Gediz’e akan pis suyu da arıtacak

İŞ biraz teknik ancak kısaca izah etmeye çalışayım. İçinde nikel olan toprak bir havuza konuyor ve üzerine yüzde 95’i su yüzde 5’i sülfürik asit olan bir solüsyon verilerek nikelin ortaya çıkması sağlanıyor. Yani bu iş için ciddi oranda suya da ihtiyaç var. VTG Madencilik, Turgutlu’nun yıllık yaklaşık 5 milyon metreküp pis suyu Gediz Nehri’ne akıttığını görerek bölgeye bir arıtma tesisi kurmaya karar vermiş. Bu suyun 3 milyon metreküpü madende kullanılırken, kalanı Gediz’e arıtılmış olarak bırakılacak. Bu durumu da anlatmışlar ve bölge halkından büyük destek görmüşler...



300 milyon dolarlık ithalatı önleriz

Nikel özellikle paslanmaz ve alaşım çeliğin üretiminde kullanılıyor. Türkiye, Rusya ve Avustralya’dan satın aldığı nikele yılda 500 milyon dolar ödüyor. Gökhan Kantarcıgil, Çaldağ nikel madeni sayesinde 250-300 milyon dolarlık bir ithalatı önleyeceklerini Türkiye ekonomisine 20 yılda 6 milyar dolar kazandıracaklarını söyledi. 1000 kişiye doğrudan 4 bin kişiye dolaylı iş imkanı sağlanacak. Toplamda 550 milyon dolar yatırım yapılacağını şu ana kadar 100 milyon dolar harcadıklarını belirten Kantarcıgil, 450 milyon dolarlık yatırım için finansman çalışmalarının devam ettiğini söyledi.

Kantarcıgil, “Yılda 15 bin ton nikel üretebiliriz. Şu an nikelin tonu 17 bin dolarlar seviyesinde. Bankalar 14 bin dolar fiyatla değerlendirme yaptıklarında bile yatırım karlı görünüyor. Finansmanda bir sıkıntı görmüyoruz. Türkiye’nin ilk nikelini 2014 yılı Haziran ayında elimize almak istiyoruz” dedi.

Yazının devamı...

Zeytinle findukla bu hedef tutmaz

GfK, Türkiye teknoloji ürünleri pazarında çeyrekler itibarıyla satışlardaki gelişimi dün GfK Temax endeksi ile ortaya koydu. Teknoloji sektörü ilk 6 ayda 12.1 milyar TL büyüklüğe ulaşırken bunun 3 milyar 310 milyon TL’lik kısmı cep telefonu satışlarından meydana geldi. Televizyon, beyaz eşya ya da bilgisayar satışları, cep telefonuna harcanılan tutara yaklaşamıyor. Cep telefonuna ödediğimiz para, dolar kurunu ortalama 1.7 TL alırsak yaklaşık 2 milyar dolar ediyor. Ürünlerin tamamı ithal olduğu için yurtdışına giden para bu.

Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin sitesine girip sektörel bazda 6 aylık ihracat verilerine baktım. Dönümlerce alanda ekip biçtiğimiz yaş meyve ve sebzenin ihracatından elde ettiğimiz geliri, yetmedi yanına fındık mamulleri ihracatının gelirini, yine yetmedi zeytin ve zeytinyağı ihracatının gelirini ekledim 6 aylık dönemde 2 milyar doları ancak gördüm. Yani sadece cep telefonuna para yetiştirmek için dönümlerce alanda köylümüz çiftçimiz ekiyor biçiyor, gübreliyor güneşin altında kan ter içinde çalışıyor.

Eloğlu avuç içi kadar bir telefonla bu dönümlerce topraktan elde ettiğimiz ürüne eşit katma değer yaratıyor.

Neden böyle?

Bunu istatistikler çok güzel anlatıyor aslında...

Geçen yıl 135 milyar dolarlık ihracat yapabilmek için 90 milyon ton mal satmak zorunda kalmışız. 1 kilogram ihracatımızın değeri sadece 1.46 dolara denk geliyor.

Oysa bu rakam Almanya’da 4.1 dolar, Japonya’da 3.5 dolar, Kore’de ise 3 dolar civarında.

İthalat yaparken durum ne olmuş?

70 milyon tonluk mala 241 milyar dolar ödemişiz.

Yani ithalatın kilogramı 3.46 dolara gelmiş.

Bu aslında cep telefonu satın alıp karşılığında zeytin fındık, domates, patates soğan satmanın rakamsal ifadesidir.

Bir başka deyişle 2023 yılında 500 milyar dolarlık ihracat hedefine ulaşmanın da çok güç olduğunun bir göstergesidir.

Dış ticarette artık ciro yerine niteliğe kilitlendiğimiz bir politikaya yönelmenin zamanı geldi de geçiyor. Düşünün nikelimiz var. Ancak katoda çevirecek yatırım yapılmadığı için 15’te 1’i fiyatına toprağıyla birlikte ihraç etmek zorunda kalıyoruz. Bilgi toplumu olmadığımız için tabiri caizse hamallık yapıyoruz.

Yazının devamı...

Ekonomi donuyorsa merak etmeyin, ben ısıtırım

2009 Şubat’ında kriz kusursuz fırtınaya dönüştüğünde Bahçelievler My City Projesi’nin lansmanını yapan Ali Ağaoğlu, kampanyanın gördüğü ilgi ile tüm ekonomi kesimlerine moral olmuştu. Şimdi yine ekonomide donma uyarıları yapılırken, Ağaoğlu bu kez Maslak’taki dev projesinin lansmanına çıkmaya hazırlanıyor. Hazırlanırken de iddialı konuşuyor: Eğer ekonomide donma emareleri varsa merak etmeyin, ben yine ortalığı ısıtırım...

Yıl 2009, aylardan Şubat. 2008’in Eylül ayında Lehman Brothers’ın batışı ile küresel kriz zirve yapmış, piyasalarda işler bıçak gibi kesilmiş, esnaf ağlıyor, bankalar kredi dönüşlerinde sorunlar yaşıyor. İşsizliğin yüzde 14’e dayanıp tarihi rekor kırdığı günler...

Morallerin bozulduğu bir ortamda Ali Ağaoğlu çıkmış ve İstanbul’un Avrupa yakasındaki ilk projesi olan My City Bahçelievler’de yüzde 1 peşin’le bir kampanya başlatmıştı.

1.220 daire tabir yerindeyse kapanın elinde kalıp 2 hafta içinde de satılmıştı. Başta inşaat sektörü olmak üzere tüm ekonomiye büyük moral veren bir satış süreciydi.

Bugünlerde yine ekonominin soğuduğuna işaret eden istatistikler geliyor. Sokakta durgunluk söylemi ağır basıyor. Ekonomi kurmayları da duruma dikkat çekiyor, “Ekonomiyi soğutalım derken dondurmayalım. Sonra çözülmesi zaman alır, bize pahalıya malolur” demeçleri peşpeşe geliyor.

İşte bu ortamda müteahhit Ali Ağaoğlu, “Eğer ekonomide donma yönünde emareler varsa kimse merak etmesin, ben yine ısıtırım” diye iddialı bir çıkış yaptı.

2009 Bahçelievler My City kampanyasını hatırlatıp “Eylül ayında Maslak lansmanına çıkıyoruz. Yine çok iddialıyım. Göreceksiniz, piyasalarda yolunda gitmeyen işaretler varsa da bu lansmanla birlikte silinecek. Herkese moral gelecek” dedi.

Ali Ağaoğlu ile bir öğlen yemeğinde buluşmak üzere Ataşehir’deki ofisine gittiğimde açıkçası “Bana bir jest yapar, Maslak’ta 1 ay sonra satışa çıkaracağı projeyi ilk VATAN’a resimletir” diye umutluydum.

Projenin methini çok kişiden duymuştum. Ağaoğlu pek çok kişiye projenin maketini, detaylarını gösterdi ancak günyüzüne çıkmasına fotoğraflarının paylaşılmasına izin vermedi. Aslında kendince haklı nedenleri de var. Merak edilsin, daha çok konuşulsun, kulaktan kulağa yayılsın istiyor.

Projeyi gördüm, inceledim ancak ne yazık ki fotoğraflarını paylaşamıyorum. Ancak proje ile ilgili ilginç detayları yazı olarak aktarabilirim en azından...

Bu 250 dönümlük arazi için ihalede müthiş yarış olmuştu. İhaleyi önce Yeşil İnşaat ve Metal Yapı’nın başını çektiği konsorsiyum kazanmış ancak sonra bu konsorsiyum açılan dava yüzünden peşinatı ödemeyince TOKİ ile sorun yaşamış ve ihale ikinci Ağaoğlu’na gitmişti.

Atatürk Oto Sanayi Sitesi ile Fatih Ormanları’na komşu arazide yapılacak projenin biraz teknik özelliklerinden ve fiyat seviyesinden bahsedeyim.

8Lansman Eylül’de ancak bölgede inşaata başlandı. Günde 15 bin metreküplük hafriyat yapılıyor. Tamamı 3 senede bitecek projede ilk etap konutların 20-24 ay içinde teslim edilmesi planlanıyor.

84 etaptan oluşacak projede 5 bin 341 bağımsız bölüm olacak. Adı henüz belli değil.

8Proje geniş meydanları ile dikkat çekiyor. Alışveriş caddesi 30 dönümlük bir meydana çıkıyor. Projede 10’un üzerinde tiyatro, moda merkezi alanı ve Barlar sokağı var.

8Maslak zaten yüksek binaları ile farklı bir görünüme kavuşmuştu, Ağaoğlu projesi ile tam anlamı ile Manhattan olacak gibi görünüyor.

8Fiyat henüz belli olmadı. Ali Ağaoğlu, “Kalite yukarıda olacak ancak fiyatlar ulaşılabilir olacak. Bölgedeki ortalamaların altında bir fiyat belirleyeceğiz. Çünkü biz demiri de çimentoyu da en uygun fiyatla alırız. Satın almada kimse bizimle yarışamaz. Bu avantajımızı da bizden ev alanlarla paylaşırız” diyor. ‘Mashatten’de metrekare fiyatları 4-5 bin dolar seviyesinde’ diye hatırlatıyorum. Bu seviyenin altını işaret ediyor...

Bodrum’u iptal ettirenleri gördüğüm yerde öpeceğim

Ali Ağaoğlu, Bodrum Güllük’te dev bir proje başlatmış ancak şikayet üzerine yargı engeline takılmıştı. ‘Her şerde bir hayır vardır’ diyen ve şikayette bulunan iki kadına şimdi teşekkür edip “Gördüğüm yerde onları öpeceğim” diyen Ağaoğlu, bunun nedenini de şöyle aktardı: “Avrupalılara yönelik bir proje yapmıştık. Şimdi projeyi Ortadoğulular’a göre değiştireceğiz. O projenin dava öncesi değeri ile şimdiki değeri çok farklı noktaya geldi. Çünkü Türkiye’nin algısı çok değişti. Ortadoğu’da saygınlığı arttı. Bu arada Ortadoğulular Avrupa’da sıkıntı çekiyor, aşağılanıyor. Orada üçüncü sınıf muamelesi göreceklerine, Türkiye’de daha mutlu olurlar. Dolayısıyla bu proje farklı bir şekle bürünecek ve değeri de katlanacak...”

Bana kalsa bütün tanıtım bütçesini dizilere aktarırım

Ali Ağaoğlu, Türk dizilerinin başta yakın coğrafya olmak üzere Türkiye tanıtımına tahmin edilemeyecek katkısı olduğunu belirtti ve şu ilginç öneriyi yaptı: “Turizm Bakanlığı’nın tüm tanıtım bütçesini daha kaliteli dizilerin çekilebilmesi için aktaralım. İnanın katkısı çok daha fazla olur.”

Londra’nın Hyde Park’ı ve Nişantaşı Maslak’ta

Ali Ağaoğlu, geçtiğimiz günlerde sessiz sedasız Fatih Ormanları’nın işletme hakkını almıştı. Hemen yanındaki Park Orman’ın üst kullanım hakkını da daha önce Serdar Bilgili almıştı. Fatih Ormanları, Ali Ağaoğlu’nun projesinin hemen yanıbaşında. Ali Ağaoğlu, “Bu ormanı yeniden dizayn edeceğiz ve hem bu projeden ev alanlara hem de tüm İstanbullular’a nefes alabilecekleri hoş bir ortam yaratacağız” diyor. Bu arada proje ile ilgili bir başka ipucu. Projede sağlı sollu gökdelenler dikkat çekerken ortasından 1.650 metre uzunluğunda bir cadde geçiyor. İstiklal Caddesi’nin Taksim Meydan’dan Tünel’e kadar 1.350 metre olduğuna işaret eden Ağaoğlu, “Burada çok daha büyük bir cadde oluşturuyoruz. Nişantaşı konseptini buraya taşıyacağız. Keyifli bir alışveriş caddesi yaratacağız” dedi.

Sevda Tepesi’ne takıldık gecekondulara göz yumduk

Mütekabiliyet Yasası’nın çıkmasının çok önemli olduğunu ancak eksik çıktığını belirten Ağaoğlu, Türkiye’de ev alan yabancıların oturma izni ve vize sıkıntısının da çözülmesi gerektiğini söyledi. Yabancıya mülk satışından kimsenin tedirgin olmamasını isteyen Ağaoğlu, Sevda Tepesi’nde kamuoyu algısının da çok yanlış olduğunu kaydetti. Ağaoğlu, şöyle konuştu: “Sevda Tepesi’ni kaptırmayacağız diye seferber olduk ama diğer yerlerdeki doğa katliamına göz yumduk. Sevda Tepesi’nin satıldığı tarihlerdeki Boğaz görüntüsünü hatırlayın. Armutlu yoktu, Beykoz’daki 2B arazileri yoktu o zaman. Sevda Tepesi’ne odaklandık ama diğer noktalarda binlerce gecekondu yapılmasına göz yumduk. Hangisi doğruydu acaba? Bizim büyümeye ihtiyacımız var. Herkes orta gelir tuzağından sözediyor. Bu tuzaktan kurtulmamız için büyümemiz lazım. Nasıl büyüyeceğiz, ya dışardan borç alıp büyüyeceğiz ki sağlıklı olmadığı görüldü. Ya da zengin yabancılara ev satacağız. Suudi Kral Marbella’ya gidiyor bir gidişinde 150 milyon dolar bırakıyor. Ne olurdu bu parayı bizim ülkemize bıraksaydı. Hilton’un yıllık o kadar ekonomik katkısı var mı acaba?”

Yazının devamı...

İstanbul’da üçüncü havalimanının yeri ne kadar doğru?

Üçüncü havalimanı Kemerburgaz’ın kuzeyine, 100-150 metre derinliğindeki eski kömür ocakları, toprakla tekrar doldurularak kazanılan alana yapılacak. Ancak doldurulan zemin çökme riski taşıyacak.

Söz uçar yazı kalır. Övünmeyi pek sevmem ama üçüncü havalimanı’nın Silivri’ye değil, Kemerburgaz’ın kuzeyine, Karadeniz kıyısına doğru, eski kömür ocaklarının bulunduğu alana yapılacağını ilk ben yazmıştım.

25 Ocak 2012 tarihli yazımda şu ifadeyi kullanmışım: Havaalanı için düşünülen yeri nokta atış olarak belirlemem şu an mümkün değil. Ancak ulaştığım bilgilere göre Tayakadın, İhsaniye, Ağaçlı ve Akpınar noktalarının arasında bir yere, eski kömür ocaklarının bulunduğu bölgeye yapılacak üçüncü havaalanı.

Nitekim Ulaştırma Bakanı geçtiğimiz günlerde bu koordinatları doğruladı.

Önceki gün de TAV Havalimanları Holding CEO’su Sani Şener’in bu havalimanı ile ilgili yapılacak ihaleye ilişkin görüşlerini aktarmıştım. Sani Şener özellikle 100-150 metreyi bulan kömür ocaklarından kalma çukurlara dikkat çekiyor ve inşaat sırasında ciddi bir toprak hareketi olacağını vurguluyordu. Bu yüzden inşaatın bir hayli zor olacağına da işaret ediyordu.

Şener’in bu sözlerini aktardıktan sonra okuyucularımdan birinden çok ilginç bir mail aldım. 7269 sayılı kanunun 1051 sayılı kanunla değiştirilen 14’üncü maddesini hatırlatıyor ve “Yapımının üzerinden 30 yıl geçmemiş yapay dolgu zeminler üzerinde, özel olarak zemin iyileştirmesi yapılmadıkça, ya da gerekli temel tipi uygulanmadıkça bina yapılamaz.” ifadesine dikkat çekiyor.

Eski kömür ocaklarından kaynaklanan dolgu alanlara inşaatın yasaklı olması bir yana hadi ola ki bir şekilde inşaat izni verildi yapım maliyetinin yüksekliğine vurgu yapıyor.

Özel zemin iyileştirmesi yapılmadan ve uzun bir süre beklenmeden o bölgelerde yapılacak inşaatlarda bir süre sonra ondülasyon oluşacağına işaret ediyor.

Haklı gibi de görünüyor. Gözünüzün önüne getirin. Belediyeler bir kanalizasyon kazısı yapıp o bölgeyi kapattıktan sonra kısa zamanda, kapatılan bölgede bir çökme oluşur. Benzer bir tehlike eski kömür ocakları için de sözkonusu olacaktır.

Anlaşılan o ki üçüncü havalimanının yeri bu özelliği ile de bir hayli tartışılacak.

İnşaat da epey masraflı olacak ve teknik beceri gerektirecek.

Nitekim dün DHMİ Genel Müdürü Orhan Birdal da şöyle bir açıklama yapma ihtiyacı duydu:

“Üçüncü havalimanı ihalesinde arayacağımız en önemli şey bu boyutta bir projeyi başarabilecek teknik ve mali yeterlilikte firmaların seçilmesidir. Aslolan budur. Gerekli liyakate sahip olamayan firmalar tarafından bu işin yapılmasını istemeyiz. Kendini ispatlamış, dünyada bu nitelikte olan yerli ve yabancı firmalar girsin ve bu işi alsın. Gerek ülkemiz gerek dünya havacılığı için çok önemli olan bu projeyi zamanında layıkıyla bitirip, hizmete sunsun.”

Şuursuz hizmet hizmet değildir

Malum hem Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nde hem Haliç Köprüsü’nde bakım onarım çalışmaları var. İstanbullular bezmiş halde bu kabus günlerin bitmesini bekliyor. Ulaşım yetkilileri sürekli alternatif yolların kullanılması çağrısı yapıyor. Ben de bu çağrıya uydum ve Haliç Köprüsü’nde çalışma başladıktan ve trafik sıkıştıktan sonra Unkapanı Köprüsü’nden Kasımpaşa’ya oradan da Çağlayan’a çıkmaya başladım. İyi de oldu ilk 3-5 gün sorun yaşamadım. Sonra ne olduysa Kasımpaşa Bahriye Caddesi’nde trafik sıkışmaya başladı. Çünkü Beyoğlu Belediyesi de yaya yolu çalışmasına başladı aynı günlerde. Haliç Köprüsü zaten sıkıntılı. Şu yaya kaldırım çalışması Haliç’teki onarım bitene kadar bekletilemez miydi? Şart mıydı aynı anda başlanması...

McDonald’s da kahveci oluyor

Kahve zincirleri Türkiye’de enteresan bir şekilde çok tuttu. Fast food’la Türkiye’yi 1986 yılında Taksim’e açtığı restoran ile tanıştıran Mc Donalds da gecikmeli olarak kahve zinciri markası Mc Cafe’yi Türkiye’ye getiriyor. Ancak Mc Cafe ismi bir üretici tarafından tescil ettirildiğinden dünyada Mc Cafe ismi kullanılırken Türkiye’de McD Cafe adı kullanılacak. Mc Cafe’ler 20 yıl önce Avustralya’da doğmuştu ve bugün dünya genelinde 1.300 restorantta hizmet veriyor.

Mc Donald’s Genel Müdürü Dilek Başarır, fast food restoranlarını, kahve ile daha uzun ve keyifli vakit geçirilecek şekilde yeniden dizayn ettiklerini 2012 sonuna kadar kahve de ikram edilen restoran sayısını 3 milyon dolarlık yatırımla 10’a çıkartmak istediklerini söyledi. 2013’de ise hedef sayıyı 30’a çıkarmak.

McD Cafe’lerin ilki Sabiha Gökçen Havalimanı Dış Hatlar Terminali’nde açılmış. Bunu Levent’teki restoran izleyecekmiş. Dilek Başarır “espresso’dan cappuccino’ya, americano’dan çilekli smoothie’ye kadar, birçok sıcak ve soğuk içeceklerin yanında birbirinden lezzetli kek ve kurabiye seçeneklerinde iddialıyız. Dünyada toplam satışlar içinde Mc Cafe’lerin payı yüzde 15’lerde. Biz de fiziki şartları uygun olan restoranlarımızda cafe’lerin sayısını çoğaltarak ciroya katkı bekliyoruz” diye konuştu.

Dilek Başarır, önceki akşam yemekte buluştuğumuzda bu yeniliğin yanısıra Mc Donald’s Türkiye’nin son rakamlarını da paylaştı bizimle:

- Son 6 ayda 17 yeni restoran açtık ve 193 sayısına ulaştık. Satışlarda son 6 ayda yüzde 30 büyüme sağladık. Cirodaki artışın yüzde 8’i yeni restoranlar’dan geldi. Yeniler açılmasa da yüzde 22’lik bir büyüme rakamını yakalayacaktık.

- 2011 ciromuz 200 milyon dolardı. Bu yılı 250-255 milyon dolar gibi bir seviyede kapatmayı hedefliyoruz.

- Yılsonuna kadar restoran sayımız 210’u bulacak.

- Şu ana kadar 71 milyon dolar yatırım yaptık. Ürünlerin yüzde 98’ini yerel tedarikçilerden alıyoruz. Yılda 2 bin 500 ton et, bin 600 ton tavuk, 43 milyon adet ekmek, 3.5 milyon litre süt ve süt ürünü alıyoruz. Yılda 93 milyon kişiye hizmet veriyoruz.

- İstihdamımız 4 bin 500 kişiye ulaştı. 103 zihinsel engelli elemanımız var. Açılan her restoran 30 kişiye iş imkanı yaratıyor. McD Cafe’ler ilave 4 kişilik istihdam yaratacak.

- Yeni lezzetler ortaya çıktı. Satır köfte çok tuttu hatta Ortadoğu’ya Türkiye’den çıkan bu lezzet ihraç edilecek.

- En çok ciro yapılan restoranlarımız Taksim, Merter, İstinye Park, Cevahir ve Ankara Kızılay.

- Kendi yatırımımızın dışında 29 işletmeciyle franchise anlaşmamız var. Bir Mc Donald’s restoran açmak için asgari 300-500 bin dolar sermaye gerekiyor.

- Filenin Sultanları’na destek verdik, voleybola olan desteğimiz devam edecek.

Yazının devamı...

Atatürk Havalimanı’nın lodos kabusu bitti gibi

Atatürk Havalimanı’nı sık kullananlar pist başında kuyruk olan kalkış için sıra bekleyen uçakların sayısının azaldığını rötarların kabus olmaktan çıktığını farkediyordur. Aslında pik sezondayız yani uçuş sayısında bir azalma yok tersine yoğunluk var... Peki o halde ne oldu da Atatürk Havalimanı’nda iniş kalkışlarda yaşanan sıkıntı en aza indi?

Devlet Hava Meydanları İşletmesi (DHMİ) son 1 yıldır üzerinde çalıştığı planı sessiz sedasız devreye sokmuş haberimiz olmadı.

Önceki gün TAV Havalimanları Holding CEO’su Sani Şener ile bir iftar yemeğinde buluşmasak, DHMİ’nin bu radikal değişikliğinden bir süre daha haberimiz olmayacaktı herhalde...

Atatürk Havalimanı’nda malum iniş ve kalkış yapılan iki tane pist var. Bunlardan 05-23 pistine ya Ataköy üzerinden ya da Marmara denizi üzerinden yaklaşarak iner uçaklar. Kalkış yapan uçaklar ise rüzgarın yönüne doğru ya Marmara denizine doğru ya da Sefaköy, Basın Ekspres yönüne doğru kalkarlar.

Bu iniş kalkışlara da kule değil rüzgar karar verir aslında. Şayet İstanbul’a lodos hakimse yani rüzgar güneyden esiyorsa aynı anda hem iniş hem de kalkış yapılamazdı. Kalkacak uçağın, havadaki uçağın inmesini beklemesi gerekirdi. Çünkü aynı yöne doğru kalkış yapacağından, Allah korusun inemeyen ve pisti pas geçmek zorunda kalan uçakla kafa kafaya çarpışma ihtimali ortaya çıkıyordu. (Yukarıdaki grafiklerde olay daha net anlaşılıyor aslında.)

Rüzgarın yönü neden önemli?

Çünkü uçaklar inerken de kalkarken de rüzgarı karşıdan almak zorundalar. Rüzgar lodos ise yani Marmara denizinden geliyorsa, bir uçağın Sefaköy-Basın Ekspres yönüne doğru kalkış yapması mümkün olamazdı.

Ancak DHMİ havayolu şirketleri ile konuştu. Rüzgar ıslak havada 5 knot, kuru havada 8 knot hızında ise bu yönler geçerliyken, şimdi rüzgar şiddet sınırı 15 knot’a çıktı.

Yani Güneyli rüzgarlar 15 knot hızında da esse uçaklar rüzgarı arkadan alarak Sefaköy-Basın Ekspres yönüne doğru kalkış gerçekleştirebiliyor.

Böylece yaklaşık 4-5 dakikada 1 uçak kalkabilirken şimdi bu süre 2 dakikanın altına indi.

Nitekim bu sayede geçtiğimiz haftalarda Atatürk Havalimanı’na 1 günde bin 123 uçak iniş kalkış yaparak rekor gerçekleşti.

Peki bu tehlike arzediyor mu?

Kesinlikle etmiyor. Çünkü öğrendiğime göre zaten Türkiye’nin uyguladığı rüzgar şiddet limitleri çok düşükmüş. Yani arkadan 15 knot rüzgar alsa da bir pilotun uçağı kaldırması için çok ama çok maharetli olmasına gerek yok. Gelişen teknolojide uçaklar bunu kendileri rahatlıkla yapabiliyor.

Yazıyı okuyanlar, “Bu iş bu kadar basitti de neden bugüne kadar çile çekti yolcular?” diye bir soru sorabilir.

Bu iş sadece pistin yönünü değiştirdim demekle olmuyormuş da ondan.

DHMİ’nin yaklaşık son 1 yılı aslında değişecek hava trafiğine göre yolları yeniden planlamak, hesaplayıp bunların simülasyonunu yapmakla geçmiş. Çünkü uçak indirmek de kaldırmak da çok ciddi bir matematik gerektiriyor. Bu arada tüm bu yeni oluşum esnasında DHMİ Genel Müdürü Orhan Birdal da günlerce kulede sabahlamış. Sık uçanlar adına Birdal’a teşekkür etmemiz gerekir. Ancak bir de sitem. Madem böyle bir iş başarıyorsunuz bunu kamuoyuna anlatıp PR yapsanıza...

Rüzgar Marmara’dan estiğinde 05-23 pistine iniş, 35-17 pistinden kalkış aynı anda yapılamıyordu. Şimdi rüzgarın hızı 15 knot’ın altındaysa bir uçak inerken diğeri kalkabiliyor ve kapasite azalışının önüne geçiliyor. (Knot: Havacılıkta ve denizcilikte kullanılır, nat diye okunur ve saatte 1 deniz mili ya da 0.51 metre/saniyeye eşit hız birimini ifade eder.)

Sani Şener: Üçüncü havalimanı ihalesini alamazsak kötü olur

TAV CEO’su Sani Şener, Kemerburgaz’ın kuzeyinde Karadeniz’e doğru eski kömür ocaklarının bulunduğu bölgeye yapılması planlanan üçüncü havalimanı ihalesine çok sıkı hazırlanacaklarını, mutlaka ihaleyi kazanmak niyetinde olacaklarını söyledi.

Şener, 150 milyon yolcu kapasiteli olacağı tahmin edilen üçüncü havalimanı projesinin mutlaka ehil ellere tesliminin de çok önemli olduğunu aksi takdirde projenin mundar edilme riski bulunacağını belirtti.

Şener henüz ihale şartnamesini görmedikleri için temkinli konuşuyor ancak ihaleye Fransız ortakları ile çok sıkı hazırlandıkları her halinden belli oluyor. “İhaleyi alamazsak kötü olur” diyerek de düşüncesini dürüstçe paylaşıyor.

Dünyanın sayılı havalimanı işletmecileri arasına giren, özellikle eski Osmanlı hakimiyet bölgesinde işlettiği havalimanları ile dikkat çeken TAV Havalimanları Holding, mart ayında Fransız havalimanı işletmecisi Aeroports de Paris’e yüzde 38 hissesini 874 milyon dolara satmıştı.

Şener, bu ortaklıktaki asıl amacın üçüncü ülkelerdeki yeni fırsatlara bakmak olduğunu belirtirken “Biz açıkçası İstanbul’a üçüncü havalimanı ihalesinin 2017’den önce yapılmayacağını tahmin ediyorduk. Şimdi bir anda İstanbul’da önümüze büyüme fırsatı çıktı” diye konuştu.

Şener İstanbul’un yeni bir havalimanı ihtiyacının bugün olmasa bile 4-5 yıl içinde ortaya çıkacağını, Atatürk Havalimanı’nın yetersiz kalacağını kabul ediyor. Ancak Şener’e göre havalimanı inşasının 3 yılda bitirilmesinin “olmazsa olmaz” koşulları var; “Öncelikle işi bilen birisi almalı. Bir de bunuyapacak grubun gerekli finansmanı bulabilme gücü olmalı” diyor.

“Kendinizi tarif ediyorsunuz” esprisine ise şöyle yanıt veriyor: “Bu iş (inşaat+havalimanı işletmeciliği) ciddi bilgi birikimi gerektiriyor. Kriterlere dikkat edilmesi gerekiyor ve bu işin şakası yok. Ayrıca havalimanının maliyetinin 10 milyar dolar düzeyinde olacağı tahmin ediliyor.

Bu da ciddi bir finansman. Kaldı ki sadece borç piyasalarından bu parayı bulamazsınız. Proje kredisi olacağı için burada kreditörler deneyim arar. Bizim Fransız ortağımıza çok güveniyoruz. Çünkü A plus kredi ratingi var. Para bulmamızda bize çok büyük katkısı olacağını düşünüyorum bu ortaklığın.”

Butik havaalanı endişesi

Şener, planlanan bölgede 100-150 metre derinliğinde çukurlar bulunduğuna da işaret ederek “İnşaatta önemli bir toprak hareketi sözkonusu olacak.

O çukurların doldurulması çok büyük bir hafriyat çalışması gerektiriyor. Yapan için enteresan bir deneyim olacak” dedi.

Şener, Üçüncü havalimanı ile birlikte Atatürk Havalimanı’nın butikleşeceğine yönelik spekülasyonlara da şöyle yanıt verdi:

“Nihayetinde bizim 2012 yılına kadar sözleşmemiz var. Ancak üçüncü havalimanı ihalesinde şartnameye bakmak lazım. Ne kadar yolcu garantisi verecekler. Mutlaka Atatürk Havalimanı butikleşecektir. Belki özel jetler ve sadece kargo için hizmet veren bir hale de dönüşebilir. Ancak özelleştirmeler konusunda en az ÖİB kadar hatta ondan daha deneyimli Ulaştırma Bakanlığı özelleştirdiği bir alana yatırım yapanların hakkını koruyacaktır diye düşünüyorum. Diğer taraftan da iki havalimanı birbirine yakın olacağından zaten ikisinin aynı etkinlikte kullanılması fiziken imkansız. Mutlaka birinin butikleşmesi gerekecek.”

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.