Şampiy10
Magazin
Gündem

KAGİDER şirketlere cinsiyet eşitliği sertifikası verecek

Gülseren Onanç siyasetin yeni yüzü. 4 yıldır KAGİDER Başkanı’ydı. CHP Parti Meclisi’ndeki değişim rüzgarı onu da siyasete taşıdı. Yıllardır siyasette kadın temsil oranının artması gerektiğinden söz ederiz, partiler de kadınlara nasıl yer verdiklerini anlatırlar. Belediye başkanlıklarına, belediye meclisi üyeliklerine ve milletvekili sayılarına baktığımızda karşımıza çıkan tablo hiç iç açıcı değildir. Kişisel olarak bu işin STK kısmında yer almış biri olarak ‘dilimizde tüy bitti ama duyan yok’ diyebilirim en kısa yoldan. KADER’de bir süre aktif olarak çalışıp da siyasi partilerin kadın konusundaki duruşlarını gördükten sonra emekleme dönemimizin hayli uzun süreceğini düşündüm.

Doğrusu AK Parti kendi adına bir çıkış yapıp, kadın vekil sayısını artırdı ama kadın vekillerinin kadın hakları konusunda durdukları nokta ayrı bir tartışma konusu. Kendi adıma uzun süredir CHP’den de umudum yoktu. Ama bu son kurultay, yıllardır kadın çalışmalarının içinde olan herkesi heyecanlandırdı. Binnaz Toprak ve Gülseren Onanç isimleri bu heyecan dalgasını yarattı.



‘Beni seven arkamdan gelsin’

Dün bir grup kadın gazeteci arkadaşımla KAGİDER’deydik. Gülseren Onanç’ı Ankara’ya yolladık, biliyorsunuz CHP yeni MYK’sını seçecek. Bir süre Gülseren Onanç’la sohbet ettikten sonra KAGİDER’in yeni yöneticileriyle 2011 projeleri üzerinde görüş alışverişinde bulunduk. Gülseren Onanç, toplantıdan ayrılırken espriyle “Beni seven arkamdan gelsin” diyerek hepimizi güldürdü.

Onanç, vizyon sahibi, liderlik vasıfları güçlü ve çok çalışkan bir kadın. Bunun ispatı da 4 yıldır KAGİDER’de yaptıklarıyla ortada. Başbakan’ın “Bitaraf olan bertaraf olur” sözünden sonra hatırlarsınız, “Biz tarafsız olmayı seçtik. Bertaraf olmaktan da korkmuyoruz” demiş, ardından da “Başbakan’dan korkmuyoruz” tişörtleri yaptırıp, giymişlerdi.

Onanç’ın CHP’yle flörtü de aslında Kasım ayında Swissotel’de yapılan arama konferanslarında başlamış. Onanç, kendi adına partinin değişime olan talebini görmüş, arama konferansında birçok konu arasından da ‘kadın politikası’ndaki eksiklikler ön plana çıkmış.

Onanç da CHP’yi iktidara kadınların taşıyacağı görüşünde. Yıllardır KAGİDER’de işsizlik, kadın girişimcilerin artırılması, AB ve Kürt Sorunu konusunda yaptıkları da Onanç’ın siyasetine damga vuracak gibi görünüyor.
Son iki haftada gelen PM teklifiyle aktif siyasete giren Onanç’ı yakından izlemeye devam edeceğiz. “Hayatımdaki en büyük keyifleri ve gururu KAGİDER’de yaşadım” diyen Onanç’ın siyasette hayal kırıklığı yaşamamasını dilerim. Gelelim yeni KAGİDER’e...

Yeni Başkan Dilek Bil oldu. Bil, sanırım bir süre sonra yapılacak seçimlerle koltuğunu devredecek. Dilek Bil’in ifadesiyle, yönetimin başkanlık için adayı Gülden Türktan. Gülden Hanım da toplantıdaydı. KAGİDER’in kadın girirşimcilerle ilgili yürüteceği yeni projeleri anlattı. Başkanlığa aday olacağını basına ve KAGİDER üyelerine açıklayan bir diğer isim de Nur Ger. Nur Hanım da KAGİDER’in kurucularından. Meltem Kurtsan’ın başkanlığı döneminde ön planda olan isimlerdendi Nur Ger.

Önemli görev üstlenecek

Sohbetimiz sırasında farklı projeleri dinledik. Buraya ikisini yazacağım. Diğer projeleri daha sonraya sakladım. ABD Dışişleri Bakanlığı bir süre önce, Güneydoğu Avrupa ve Kafkaslar’da ihtilaf ve savaş yaşayan altı ülkeyi kadınlar üzerinden bir araya getirecek bir program geliştirdi. Bu projede Türkiye’ye ve KAGİDER’e de önemli bir görev düştü. ‘Geleceğe Yatırım Yapın’ (Invest for the Future) isimli proje, Gürcistan, Azerbeycan, Ermenistan, Güney Kıbrıs, Kuzey Kıbrıs, Türkiye ve Yunanistan’daki kadınların ekonomik durumunun girişimci kadınların eğitimi üzerinden iyileştirilmesini amaçlıyor. Ocak ayında 6 ülkeden 125 kadın girişimci, vekil, akademisyen İstanbul’a gelecek. Kadınlarla Barışı hedefleyen bu çalışma 3 yıl sürecek. KAGİDER de 3 yıl süresince bu projeyi yüklenecek.

Diğer proje ise hayli farklı. KAGİDER şu anda Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’yla çalışmalarını sürdürüyor. Dünya Bankası destekli projede uzman bir ekip Türkiye’deki işyerlerini denetleyecek. Bu denetim ‘kadın’ odaklı. Kadın çalışan sayısı, kadınların üst kademelerde temsili, hamile kadın çalışanların durumu, kreş olanakları v.s... İyi not alan işletmeler sertifikalandırılacak. Cinsiyet Eşitliği Sertifikası alacaklar. Umarım bu alan şirketler için yeni bir rekabet alanı olur. Bu proje halen Amerika, Mısır ve Avustralya’da uygulanıyor.

Yazının devamı...

İstanbul Limanı Atatürk Havalimanı gibi olabilir, günde 5 bin turistin gemiyle gelmesi hayal değil

Türkiye’nin ilk kruvaziyer gemi acentası olan Tura Turizm’in patronu Erkunt Öner, bu alanda dünyada otorite sayılan isimlerden. Bu yıl Türkiye’ye 1.200 geminin uğradığını, İstanbul Limanı’nın bölgenin merkezi olabileceğini belirten Öner, İstanbul’un gelişimi için havalimanında yakalanan potansiyelin kruvaziyerde de yakalanması gerektiğine dikkat çekti. Öner, “İstanbul Atatürk Havalimanı merkez oldu. Çok önemli bir atak yaptı. İstanbul Limanı da aynı şekilde olabilir. Örneğin, Karadeniz Bölgesi’nde gezecek gemi Roma Limanı’ndan kalkarsa program 12 gün sürer en az. İnsanlar genelde 7-9 günlük tur yapıyor. Buradaki liman da ev limanı olmalı. İstanbul’un turizmi değişir. Her hafta 5 bin kişinin gelip gitmesi İstanbul’da büyük hareketlilik yaratır” dedi.

Erkunt Öner, Türkiye’de turizm sektörünün duayen isimlerinden biri. 1966 yılında kurduğu Tura Turizm alanında ilklere imza atmış, Türkiye’nin ilk kruvaziyer turizm acentası. Yaşını hiç göstermeyen, dünyayı defalarca gezen, gerektiğinde hâlâ bavul taşıyan Erkunt Öner, kruvaziyer turizminde dünyada da otorite sayılan isimlerden biri. Çok sayıda kongrede konuşmacı olan, şirketlere aynı zamanda danışmanlık da yapan Öner, dünyanın en önemli kruvaziyer etkinliklerinden biri olan SeaTrade’in 2011’de İstanbul’da yapılmasına öncülük ediyor. Amerika ve Avrupa’dan kruvaziyer şirketinin yöneticileri Aralık 2011’de İstanbul’da buluşacak. Bu zirvenin Türkiye’deki kruvaziyer turizmine ivme kazandırması bekleniyor. Lüks segmentte görülen kruvaziyer turizminin Türkiye’de ve bölgede hızla gelişeceğine inanan Erkunt Öner’le sohbet ettik. Dünyada 13.6 milyon kişinin seyahat ettiği lüks gemilerle yapılan kruvaziyer turizm yıllık 30 milyar dolarlık bir büyüklüğe ulaşmış durumda. Tura Turizm 2010’da 230 gemiden 300 binin üzerinde yolcuya hizmet verdi. 2010 yılında hem dünyada hem de Türkiye’de kruvaziyer turizmin büyüme kaydettiğini anlatan Öner, Türkiye’nin limanlarını yenilemesiyle birlikte kruvaziyer turizmde atak yapacağını söylüyor.

Tura Turizm Türkiye’nin en eski turizm acentalarından biri. Çok genç yaşınızda kurmuşsunuz... O yıllarda Türkiye’de turizmden söz edilmiyordu...

Sivaslıyım. 6 kardeşin en küçüğüyüm. Liseye gelen İngilizce hocalarına babam evimizde bir yer verirdi. Onlar da karşılığında bize ders verirdi. Babam eski askerdi. Almanca bilirdi. Sivas’a gelen yabancılarla iletişim kurmaya başladım. Üniversite için Ankara’ya hukuk okumaya geldim. Üniversitede Milli Talebe Birliği’nin Turizm Bölümü’nü kurdum. Tercüman rehber kursları, turlar düzenlemeye başladım. Turizm Bakanlığı’nın bursuyla Belçika’da turizm okudum. Her şeyi yaptım bavul da taşıdım. Aldığım bursun karşılığı olarak bakanlıkta çalıştım. Daha sonra bir kararla bize özel sektör yolu açıldı.  Arkadaşımla ortak Tura Turizm’i kurduk.

Kruvaziyer turizmi Türkiye’de nasıl başlattınız?

Gemi olayı 3’üncü ülkelerin İstanbul’u ziyaret etmeleri isteğiyle başladı. Varna, Köstence’den geldiler. Bize turist yollayan acentalar, ‘Neden Türkiye’den bir şey yapmıyorsunuz?’ dediler. 1967’de ilk gemimizi kiraladık. Beklemediğimiz şekilde ilgi gördü.Yeni gemiler kiraladık. Bu gemilerdeki eğlenceyi Türkleştirdik. Müzeyyen Senar, Zeki Müren de geldi. Şu anda sektör kruvaziyer gemilerinin yüzde 90’ı Amerikalıların kontrolünde.

Türkiye’de kruvaziyer turizmi gelişmiş değil. Limanların yetersizliği en önemli nedenlerden biri. Siz durumu nasıl görüyorsunuz?

Biz en arka sırada değil, dışarıdayız. Bir tane bile kruvaziyer gemisi yok Türkiye’nin. Bunca kıyısı olan bir ülke için, inanılacak gibi değil. Hem Karadeniz’e, hem Ege’ye hem de Akdeniz’e hakimiz.

Kruvaziyer turizm hem dünyada hem de Türkiye’de gelişiyor. 2010’da ne değişti de artış oldu?

2010 en parlak dönem. Gemiler dünyada büyüdü. Kruvaziyer turizme ilgi çok arttı. 7 yıldızlı hizmet veren gemiler var artık.

Galataport gerçekleşemedi. İstanbul Limanı yetersiz. Yeni liman Zeytinburnu’nda. Yeni liman neleri değiştirir kruvaziyer turizminde?

Galataport şehrin göbeğinde. Oraya binlerce kişilik gemilerin gelmesi, oradan o insanların otobüslerle taşınması mümkün değil. Orası İstanbulluların denizle buluştukları alan olmalı. Zeytinburnu’ndaki proje önemli. Kruvaziyer bölümünün danışmanıyım aynı zamanda. 2013 yılında ilk gemi alınacak diye planlanıyor. Hızla çalışılıyor.

Nasıl bir artış olur?

İstanbul Atatürk Havalimanı hub oldu. Çok önemli bir atak yaptı. İstanbul Limanı da aynı şekilde olabilir. Örneğin, Karadeniz Bölgesi’nde gezecek gemi Roma Limanı’ndan kalkarsa program 12 gün sürer en az. İnsanlar genelde 7-9 günlük tur yapıyor. Buradaki liman da ev limanı olmalı. İstanbul’un turizmi değişir. Her hafta 5 bin kişinin geliyor gidiyor olması İstanbul’da büyük hareketlilik yaratır. İstanbul’un gelişimi için havalimanında yakalanan potansiyel kruvaziyerde de yakalanmalı. İstanbul’dan kalkan Karadeniz, Akdeniz turu yapabilir. Doğu Akdeniz turu da hızlı gemilerle yapılabilir.

VALİZ BİLE TAŞIYORUM

Siz nasıl tatil yaparsınız?


Bu yıl eşimle Hindistan’a gittim. Uçakla. Yorucu ama enteresan oldu. Bambaşka kültür. 14 gün sürdü. Gemi seyahatleri benim için zor çünkü bizim gruplarla gidince her şeyle uğraşıyorum. Valiz bile taşıyorum. Artık işe dönüşüyor o seyahatler. Eşimle 18 yaşında tanıştım. O da turizmci. Uzun bir beraberliğimiz var. Kızım Leyla diplomattı, Meksika’da konsolosluk yaptı, daha sonra bize katıldı. 6 yıldır birlikteyiz. Oğlum Kemal de bizimle çalışıyor.

Türkler Yunan Adaları’na gidiyor

Türkiye’de en çok hangi turlar tercih ediliyor?


Türkiye’den en çok satılan tur Yunan Adaları. Türkler en çok Yunan Adaları’na gidiyor. İstanbul çıkışlı ya da İzmir Antalya çıkışlı programlara itibar ediyorlar. Gelecek yıl Antalya’dan Mersin, Tartus (Suriye), Beyrut, Port Said, İskenderiye, Güney Kıbrıs ve Antalya’ya tur başlatıyoruz..

Gemi turları sanki daha çok 55 yaş üstünün tercihi...

Eskiden öyleydi. 40 yaş üstü tercih ederdi. Yaş yavaş yavaş düşüyor. Emekli olup hali vakti yerinde olanlar gemiye bayılıyor. Dünyada da trend aşağı doğru iniyor. Gemide çok eğlence var. Gemi seyahati virüs gibi, yeni yerler, yeni gemiler arıyorsunuz... Dostluklar da oluşuyor. Her yıl gemi seyahatlerinde buluşan çiftler oluyor.

Türk Düğünü ödül getirdi

Tura Turizm, SeaTrade Ödülü alan ilk Türk şirketi... Baktım çok sayıda ödülünüz de var...


SeaTrade alanında otorite. Her 2 yılda bir toplantıları oluyor. Miami’de her yıl toplanıyorlar kruvaziyerin önde gelenleri. 2 yılda bir de Kuzey Avrupa ve Güney Avrupa’da toplantı oluyor. Önümüzdeki yıl Türkiye’de yapılacak. Ödüllerden bazıları bizi sevindirdi. Bizim işimizde yenilik çok önemli. 2007’de dünyanın en iyi tur operatörü ödülü aldık. 2008’de ve 2009’da en yenilikçi ödülünü aldık. 2010’de en yaratıcı tur ödülü aldık. ‘Türk Düğünü’ konseptimiz çok beğenildi. Gerçek bir köy düğününü yakalıyoruz. Köylülerin gerçek misafiri olarak gelinin damadın hazırlanmasına, çeyize katılarak eğlencenin içine giriyor yolcular. Bu çok yaratıcı tur olarak görüldü. Organik bir köy ziyareti yapmıştık. Türkiye’ye gelen her turiste de bir ağaç diktiriliyor.

2010’da limanlarımıza 1.200 gemi uğradı

Türkiye’de 2011 yılı beklentileriniz nedir?


Türkiye’de yüzde 30’luk artış bekliyoruz. 2008 çok iyiydi. 2009’da geriledik. 2010 yılında 2008’i yakaladık. 1.200 gemi uğradı, 1 milyon 700 bin kişi yararlandı. Bunların çoğu da Kuşadası’na uğruyor. Amerikalılara “Mutlaka Kuşadası’na uğramalısınız” dedim. Yılda 3 kez geliyorlardı. Sonuçta geldiler Yunan Adaları’na yakınlığını gördüler.

Sami Ofer’in adı geçmişti... Aynı şirketten mi söz ediyoruz?

Royal Carribean Cruise’un sahibi Ofer değil. 24 yönetim kurulu üyesinden biri. Borsada kote olan kurumsal büyük bir şirket. Şu anda yalnızca onlar yılda 130 sefer yapıyor Kuşadası’na.

Yazının devamı...

MSA, dünyanın en iyi aşçılık okulları arasına girdi

Heyecanlı, mükemmeliyetçi, kendiyle dalga geçebilen, işine aşık, disiplinli, vizyon sahibi bir insan Mehmet Aksel.

Türkiye’de bir ilki gerçekleştirdi. 2004’te kurduğu Mutfak Sanatları Akademisi MSA, Milli Eğitim Bakanlığı’nın onayladığı ilk ve tek özel profesyonel aşçılık okulu oldu. ‘Bunda ne var?’ demeyin... Bu genç okul dünyanın en iyi aşçılık okullarından biri olarak gösteriliyor uluslararası otoriteler tarafından ve kurucusu Mehmet Aksel de bu yıl Endovour tarafından yılın girişimcisi seçildi.

Maslak’taki MSA binasında Mehmet Aksel’le sohbet ettik. Eğer bu işlere biraz olsun meraklıysanız mutlaka MSA’yı görmelisiniz. MSA bir yemek üssü. Aksel’le sohbet ise ayrı bir keyif. Mustafa Kemal’in eşi Latife Hanım’ın yeğeni, Süreyya Paşa’nın torunu, babaannesi ise Melahat Aksel...

Girişimcilik öyküsüne geçmeden önce yazmakta yarar var. Çünkü Mehmet Aksel’in bazı özellikleri örneğin disiplini yetiştiriliş tarzından geliyor. Kendini bildiğinden beri ata biniyor Mehmet Aksel. Eski Balkan Şampiyonu. Aynı zamanda milli bir otomobil yarışcısı. Peki nasıl oldu da Mehmet Aksel kendini yeme-içme işinin içinde buldu?
Hayatta hiçbir şey tesadüf olmasa gerek... Bir yumurta kırmayı becemeyen, makarna yapmayı bilmeyen Mehmet Aksel şu anda dünyanın en iyi okullardan birinin başında. Dünyanın en ünlü şefleri onun okulunu ziyaret ediyor, MSA’dan mezun aşçılar dünyanın bu alandaki en prestijli restoranlarında ve otellerinde iş buluyor.

Amerika’da işletme okuyan Mehmet Aksel, ilk girişimcilik deneyimini otomobil galerisi kurarak yaşamış. Otomobil sporlarıyla ilgili olduğu için galeri açmış. Ama devalüasyon olunca işleri beklediği gibi gitmemiş. 1994 yılında babaannesinden kalan Levent’teki yerin kapısından içeri Tuğrul Şavkay girmiş. ‘Burası çok güzel restoran olur’ sözü içinde bir kıvılcım yakmış.

Gece bekçisi de gelebilir

MSA’da kursları bitirenlere sertifikaları İngiliz Kraliyet Akademisi’nden veriliyor. Aksel’e, “Kimler burada eğitim alabiliyor, üniversite mezunu olmak şart mı?” diye soruyorum. “Hayır. Buraya gelenlerle mülakat yapıyoruz. En önemsediğim mülakattır. Çünkü bu işe olan inancı ve isteği bizim için çok önemli. Biraz İngilizce bilse, biraz da internete giren biri olsa harika olur. Her yaşta ve her eğitim seviyesinde öğrenciye açığız. Gece bekçisiyim, iki çocuğum ekmek bekliyor, bu işi öğrenirim, İngilizce kursuna da gider kendimi yetiştiririm diyerek de gelebilir buraya” diye anlatıyor.

Pişirme tekniklerinden depolamaya satın almadan maliyet hesaplamaya kadar farklı eğititmler veriliyor MSA’da. Kurslara katılanlar dünyanın en ünlü şeflerinden de ders alıyor. Ayrıca İstanbul’un en iyi restoranlarında da staj yapıyorlar.



Mehmet Aksel’le Türk mutfağı üzerine de sohbet ettik. İstanbul Mutfağı üzerine özel çalışmaları da var MSA’nın. “Her millet kendi mutfağını en iyisi, en zengini görüyor. Dünyanın ünlü şefleri farklı mutfaklardan esinleniyor. Paris’te Thai mutfağının esintisini görebiliyorsunuz... Testi kebabımız muhteşem değil mi? Ama bu kebabı bugünkü koşullarda yapabilir miyiz? Londra’da adam testi kebabı yapmak istese nasıl yapacak? Bizlerin mutfağımızı iyi tanıması, geliştirmesi, yeni pişirme tekniklerini kullanması lazım. Bu da ancak uluslararası boyutta iş yapan şeflerle olur. Bunu yapmaya çalışıyoruz” diye anlatıyor.

2010’un yılın girişimcisi seçilen Mehmet Aksel’e, “Size bu ödül nasıl geldi?” diye soruyorum, Aksel anlatıyor: “Öyle bir okul yapacağım ki insanlar yurtdışında okul aramayacak, insanlar daha mezun olmadan iş bulacak, insanlar kendini uzay üssünde sanacak...dedim, yaptım. Harika bir ekip kurduk. Şımarmadık, çok çalıştık. Mezun sayımız 6 yılda 100’e katlandı. Bu insanların yüzde 97.8’i staj döneminde iş teklifi aldı, bunların onda biri de yurtdışından iş teklif aldı. NY Ritz’de, Hong Kong Four Season’da mezunlarımız çalışıyor. Avusturya’dan bir telefon geldi, yüzde 60-40 ortaklıkla MSA açmak istediler, kabul etmedim ama gurur duydum. Endovaur bu yıl beni yılın girişimcisi seçti. Bence bir işe girişmek için o yolun yolcusu olman lazım. Homoseksüel değilsen gay bar açmayacaksın.”

Yazının devamı...

İtalya’da tasarlayıp Tunus’ta üretim yapan Karaca, diziler sayesinde krizde büyüdü

YEMEK takımlarıyla televizyonda reyting rekorları kıran Yaprak Dökümü, Öyle Bir Geçer Zaman Ki gibi dizilerin sponsoru olan Karaca, kriz döneminde bile yüzde 45 büyüme gerçekleştiren bir şirket. Şirketin ikinci kuşak yöneticisi Fatih Karaca, agresif bir büyüme politikası izlediklerini, krize uygun setler çıkardıklarını ve en sevilen dizilere sponsor olarak kriz dönemini geçirdiklerini anlattı. Tasarıma ve markalaşmaya büyük önem verdiklerini de kaydeden Fatih Karaca, “Porselenlerin kalıpları ve desenleri de İtalya’daki bir tasarım firması tarafından yapılıyor. Tunus; İtalya, Fransa ve Türkiye üçgeninde üretim noktası” diye konuştu.

Fatih Karaca babası ve amcaları tarafından Eminönü’de temelleri atılan Karaca’nın ikinci kuşak genç temsilcisi. Bilkent Üniversitesi mezunu. İspanya’da işletme masterı yapmış. 2006 yılında Karaca’nın yönetimine girmiş. Onunla birlikte Karaca tanıtım atağına girdi ve kriz dönemini rekor büyüme oranlarıyla geçirdi, büyümeye de devam ediyor. Karaca denildiği anda akla ‘Her yılın modası Karaca’ sloganı gelir. Fatih Karaca, bu sloganın hayata nasıl geçtiğini uyguladıkları stratejilerle anlatıyor. Karaca bu yıl mağazalarının da konseptini değiştiriyor. KRC markasıyla açtıkları mağazalar eski Karaca mağazalarına hiç benzemiyor.

Krizde hızla büyümüşsünüz... İnsanlar evde daha çok zaman geçirip yemek takımlarını mı değiştirdiler? İnşaat sektöründeki hareketlilik, ev değiştiren aileler sizin işlerinizi de tetikledi mi?

Krizde büyüdük. Biz krizin tam ortasında 2008 yılında hızla büyümeyi başardık. Agresif bir pazarlama yöntemi izledik. Sizin söyledikleriniz de etkiledi. En çok izlenen dizilerin de sponsoruyuz...

Oraya geleceğim. Ne kadarlık bir büyümeden söz ediyorsunuz?

2008’de yüzde 45 büyüdük. Krizin olduğu dönemde uygun setler çıkardık. Yemek takımlarına setler ekledik. Tanıtım faaliyetlerini hiç kesmedik. Krizde herkes evde daha çok zaman geçirdi. Dediğim gibi dizileri izlediler. Bizi de gördüler. Reklam harcamalarımızı kısmayıp artırdık. Bizim mali yapımız iyiydi krizde. Altyapımız da iyiydi.

Babanız Karaca’nın kurucusu. Nasıl kurulmuş?

Eminönü’de babam ve kardeşleri tarafından züccaciyelikle başlamışlar. Yıl 1973.

Aslen nerelisiniz?

Malatyalıyız. 1973’ten 1998’e kadar Karaca markalaşmıyor, daha doğrusu üretime 1998 yılında başlanıyor.

O zamana kadar hiç mi üretim yok?

Var ama çelik üretimi. İstanbul’da çelik ağırlıklı üretim yapılıyor. O yıl yani 1998’de porselen üretimine geçilmek isteniyor. Denemeler yapılıyor. Porselenin hammaddesi Fransız Limoges...

O madde olmazsa olmuyor değil mi?

Aynen. Sonuçta büyüklerimiz arayışa giriyor. Hammaddeyi Fransa’dan alıyorlar ama üretim konusunda yer arayışı sürüyor. Tunus’ta bir fabrika bulunuyor ve fabrika satın alınıyor.

Maliyeti çok fazla olmuyor mu? Halen de böyle mi devam ediyor?

Evet. Ama Karaca asla kaliteden ödün vermiyor. İyi kalitede porselen üretiminde iddialı. Ve aslında bir nokta daha var. Porselenlerin kalıpları ve desenleri de İtalya’daki bir tasarım firması tarafından yapılıyor. Tunus İtalya, Fransa ve Türkiye üçgeninde üretim noktası. Karaca’nın tüm ürünlerinin tasarımı halen İtalya’da yapılır.

Türkiye’de kaç noktada satılıyor Karaca ürünleri?

42 mağazamız var. Sayısı hızla artacak. Ayrıca 1.500 noktada satışlarımız yapılıyor.

Mağazaların çoğu AVM’lerde sanırım?

Evet. Açmaya devam ediyoruz.

İhracatınız var mı? Yurtdışı mağazalarınız var mı?

15 noktada var Karaca yurtdışında. 15 mağazamız oldu. Bu sayıyı da artıracağız. Bakü, Ukrayna, Türk Cumhuriyetleri, İngiltere, Almanya ve Rusya’da mağazalarımız oldu.

Siz 2006 yılında babanızın şirketine geldiğinizde ilk olarak ne yaptınız?

Geldiğimde yönetici olmadım. Şirketin farklı departmanlarında çalıştım. 2 aylık süreler içinde farklı departmanlarda hem personeli tanıdım hem de işin işleyişi üzerine deneyimlerim oldu.

Ne gibi işler yaptınız?

Her bölümde çalıştım. Örneğin kapıya teslimat yapan ekibimiz var. Müşteriye ürünleri götürüyor. O bölümde çalıştım. Çok yararını gördüm. Şimdi o günlere geri dönemem ama edindiğim deneyimler sayesinde çok farklı bakabiliyorum karşılaştığımız sorunlara.

2006 yılında tanıtıma ağırlık verdik dediniz röportajın başında...

Evet. Benim getirdiğim farklılıklardan biri bu oldu. Ailemin büyükleri de tam destek verdi. Reklama ağırlık verdik. Dizi ve programlara sponsor olmaya başladık. Ben perakendecilik ve pazarlamadan sorumlu yönetim kurulu üyesiyim. Biraz geçmişe gidersek, bundan 20 yıl önce porselen lükstü birçok aile için. Karaca, Türkiye’de porseleni evlere sokmuş markadır. Uzun yıllar tanıtım yapmadan büyümüştür. Son dönemde yaptığımız tanıtımla da katlanarak büyüdük. Burada babamların altyapıyı çok sağlam kurmasının etkisi tartışmasız çok büyük.

Siz en çok yemek takımı mı satıyorsunuz?

Evet, yemek takımı satıyoruz.

Yılda kaç adet satıyorsunuz?

100 bin yemek takımı üretiyoruz. 84 parça en az. 8.4 milyon porselen satıyoruz diyebiliriz. Ancak yemek takımı dışında da üretimlerimiz var.

Eskiden birbirine benzerdi yemek takımları, bizlerin çocukluğunda evlerde benzer ürünler olurdu. Şimdi çok farklı, tasarımlar ön plana çıktı...

Son dönemde değişti zevkler. Bu arada biz eskiden bir desen çıkarırdık 5-6 yıl giderdi. Şimdi 1 en fazla 1.5 yıl. Biz aynı desenleri de yapıyoruz ama sürekli de yeniliyoruz. Her ay 2-3 yeni model ekliyoruz. Tekstildeki trendler bize yansıyor. Rüzgar Amerika’dan hızla geliyor.

Made in Turkey porselen markası olarak biliniyor mu?

Bazı ülkelerde Türk ürünü demek kalite demek. Tekstilcilerin iyi tanıtımı etkili oldu birçok ülkede. Arap devletleri, Rusya ve Türk Cumhuriyetleri’nde Türk ürünü kalite demek. Bunun avantajlarını biz de yaşıyoruz. Kültürünüzü ihraç edince de önünüz açılıyor.

BABAMDAN SABRI ÖĞRENDİM

Siz tek çocuk musunuz?


İki kardeşim var. Biri liseye gidiyor. Biri Tokyo’da üniversitede okuyor. Farklı bir şey yapmak isterlerse de saygı duyacağız.

İkinci kuşak olmak size nasıl bir sorumluluk yüklüyor?

Yurtdışındaki şirketleri kıyasladığımızda bizde şirketlerin ömrü kısa oluyor. Avrupa’da bu işi doğru yapıyorlar. Japonya’da 600 yıllık şirketler var. Ben ikinci neslin temsilcisiyim. Aile bana güven duydu, sorumluluk verdi. Ben şirketi daha çok profesyonelleştirmeye çalıştım. Kurumsallaşmaya yatırım yapmak lazım. Biz kurumsallaştırırsak şirket yaşar...

Babanızdan öğrendiğiniz en önemli şey nedir?

Sabır. Gençler genelde sabırsız. Hemen sonuç almak istiyor. Babam yapılan yatırımların sonucunu sabırla beklememi söyler hep.

Çocukken babanız size işe götürür müydü?

Ben kendimi bildiğimden beri işe giderim. İlk ne zaman olduğunu hatırlamıyorum. Üniversite dönemimde tüm yurtdışı fuarlarına katıldım.

İş dışında ne yaparsınız? Hobileriniz var mı?

İşim icabı çok geziyorum. Trendleri takip ediyorum. Fuarlara katılıyorum. Paris’te bir yere gideceksem, mutlaka en iyi restoranlarına giderim, neyi ünlüyse oraları gezmeye bayılırım. 3 aylık bir oğlum var, şu andaki en büyük heyecanım da oğlum.

‘Yemekteyiz’ insanlara sofra kurmayı öğretti

Siz Yemekteyiz programının da sponsorusunuz. Çok eleştirilen bir program değil mi aynı zamanda?


Yemekteyiz programı kavgalarıyla eleştirilse de insanlara sofra kurmayı öğretti. Çatal bıçak nereye konur, hangi yemekte nasıl tabak kullanılır bunları öğrendiler. Biz göndermiyoruz ama çoğu Karaca. Bakıyoruz katılımcılar da Karaca’yı tercih ediyor.

Dizilerden bahsediyorsunuz....

2007’de dizi sponsorluklarına başladık. Başlarken marka araştırmaları yaptırdık. Bizim araştırmalarımızda dinamik, genç ve kaliteli çıktık.

Sizin müşterileriniz kadınlardır herhalde?

Evet, biz genelde kadınlara satış yapıyoruz. Kadın programlara yöneldik. Yaprak Dökümü, Öyle Bir Geçer Zaman ki gibi en çok reyting alan dizilerin sponsoruyuz. Başında biz de bilmiyorduk bu dizilerin tutacağını. Yaprak Dökümü reyting rekorları kıran bir dizi. Popüler hale gelmeden önce biz sponsor olduk. Aile dizisi sponsor olduğumuz diziler. Devamlılık sağlayan diziler bunlar. Sponsorluk da devamlılık istiyor. Ayrıca Türkiye’deki kanalları çok fazla ülke izliyor. Yurtdışında da takip ediliyor. Mesela biz İran’a yeni ihracat yaptık ama özel bir çalışma yapmamıza gerek kalmadı. Zaten biliniyordu Karaca.

En çok satan ürün ‘Türk lalesi’

Tamamen İtalyan tasarımcılarla mı çalışıyorsunuz?


İtalya’da bir tasarım ofisiyle çalışıyoruz. Çok memnunuz onlardan. Am Türk tasarımcılarımız da var. Mesela en çok satan desenimiz 1606-1607 Türk Lalesi modeli. 2 yıl çalışıldı bu tasarım üzerine. Sonuçta en çok satışı da bu ürünlerle yaptık.

En çok hangi dönemlerde satış yapıyorsunuz?

Biz Haziran ve Eylül döneminde çok satış yapıyoruz. Evlilik, düğün dönemlerinde satışlarımız artıyor. Artık kimse çeyizine birşeyler almıyor, düğün tarihi belli olunca alışveriş yapıyorlar. Yeni evliler en iyi müşterilerimiz.

Rakipleriniz arasındaki durumunuz nedir?

3 ana ürün grubumuz var. Çatal bıçak grubu, tencere grubu ve yemek takımları. Üçünde de Türkiye’de ilk 3’teyiz. Tencere grubunda 3’üncü olan firma da Emsan o da bizim şirketimiz. Emsan markası da bizim. Profesyonel ekipler tarafından yürütülüyor.

Yazının devamı...

Kadın erkek ilişkilerinde kavga edilerek bir yere varılmıyor

Neden korktun ki hayatta?
Böyle bir hak verildi mi sana?
Korkma yalnızsın ama bağırsan duyarlar.
O kalabalıklar içindeki yalnızlığından korkma!
Korkular, yaşanmışlar, işte seni bunlar büyütecek dememiş miydi alimin biri?
Acılar da dahil değil miydi bu pakete?
Korkma, herkes aşağı yukarı bu sınavdan geçiyor hayatta. Mühim olan düşüp düşüp aldığın yaraları görmezden gelip devam etmek koşuya.
Hayat bir koşuysa...
Korkma derin nefesler al, önünde ardında yaşadıklarını düşün. Hiçbir şeyi olmayanları düşün ve şükret.
Korkma, yaşıyorsun, nefes alıyorsun ya, korkma!
İnsanlar bir kez anasının edep yerinden çıkıyor, doğmuş oluyor; eğer başarıp da yukarıdaki ışığı görebilirse, hele bir de hamle yapıp kuyunun başına zıplayabilirse. yeniden doğuş bu işte...
Ohh be, dünya varmış!

Ayşegül Dinçkök yukarıdaki satırların yazarı. Korkma adlı kitabını elime alıp hızla göz gezdirdim. Çantama attım, her fırsatta açıp bir öyküsünü okudum ve düşündüm. Defalarca da bu ilk öyküsününde yazdığı, sizinle paylaştığım bölümü okudum. 2005 yılında tanımıştım Ayşegül Dinçkök’ü. O ilk tanışıklığımızda beni çok şaşırtmıştı. Özel yetenekli çocukların eğitim aldığı TEVİTÖL’de buluşmuştuk. O buluşmamızda hali vakti yerinde bir kadının özel yetenekli çocuklara el uzatmasının dışında çok daha farklı bir duyarlılık görmüştüm. Daha sonraları farklı vesilelerle izledim Ayşegül Dinçkök’ü. Hiç “mış” gibi yapmayan, yüreği dolu bir kadın. Korkma adlı kitabı da onun bu yönünü gösteren bir kitap olmuş. Kadın erkek ilişkileri, hayal kırıklıkları ve yaşama sevinci, umut var kitabında. Ayşegül Dinçkök kendi deyimiyle “korkmamış yazmış”. Bebek doğumlu Ayşegül Dinçkök’le Bebek’te buluşup sohbet ettik.

* Korkma’da 5-6 sayfalık öyküler var. Sanki öyküler de birbirini tamamlıyor. Roman yazmayı düşünmediniz mi?

Kitabı teslim ettiğimde, “Bunu roman yapalım” dediler ama ben teslim ettikten sonra kafamda bitirmiştim. Bu fikre sıcak bakmadım ama bundan sonra olabilir.

* Korkular hepimizin hayatında var. Siz öykülerinize farklı öyküleri serpiştirmişsiniz. Hayal kırıklıkları, terk edilme, ayrılık... Öykülerde daha çok kadın-erkek ilşkileri ağırlıkta. Öncelikle sizin korkularınız mı bunlar aynı zamanda? Ayrıca korkular zaman içinde değişir? Çocukluğunuzda, genç kızlığınızda ve şimdilerde nedir sizin korkularınız?

Çok küçük yaşlardan itibaren film izlerim. Çocukluğumdaki korkulardan biri şuydu; büyüklerim “öğlen uykusu uyumazsak akşam sinemaya gidemeyeceğimizi” söylerlerdi. Ben öyküleri kurgularken insanların film izler gibi olmasını da istedim. Okurken olaylar insanların gözünde canlasın istedim. Barda adam kapıdan içeri girdiğinde saçlarındaki buzlar eriyor, bir öykümde. O öyküyü yazdığımda hava 35 dereceydi. Okuttuğum arkadaşlarım “Bu havada bunu nasıl düşündün?” diye sordular. Kendi gözlemlerim, yaşadıklarım ve çevremde yaşananlar var kurgularımda...

* Bebek doğumlusunuz...

Evet, Bebek doğumluyum. Babam da Bebek doğumlu. Babam yaşayan en eski Bebekli. Evimiz de sultanın 3 gözdesine verilmiş evlerden biriymiş. Ahşap binaydı. Çocukluğumda en çok koktuğum şey yangındı. Çünkü ahşap evlerde çok yangın olurdu. Bu korku uzaklaştı zaman içinde. Yangından çok korkardım. Karanlıkta duyduğum seslerden korkardım. Annem beni çok korku filmlerine götürürdü. O filmler sayesinde sanırım çok da korkum olmadı daha sonra.

Hayatta spor dışında hiçbir şeyde iddiam olmadı 10 yıl Milli Takım’daydım

* Genç kızlığınızda diye sormuştum...

Genç kızlığımda bir ara içinde olacağım araba patlayacak gibi gelirdi. Hayatın geleceğine dair beklentiler nedeniyle korkular oldu. Hayal kırıklığı mesela. Ben yüzücüydüm. Antrenörüm “Havuzdan birinci olmadan çıkma” derdi. Birinci olmadan çıkmamaktan korkardım. Hayatta spor dışında hiçbir şeyde iddiam olmadı. Sanırım bu baskılar sonucunda, ayrıca ben Avusturya Liseliyim, sanırım Alman ekolünden de ötürü, çok disiplinliydim. Yüzme hayatında çok başarılı oldum. Yüzmeyi bıraktığımda rekorlar benimdi.

10 yıl Milli Takım’daydım. Genç kızlıkta hayaller vardı.

* Ama sanki siz hayalperest biri de değilsiniz, ayaklarınız hep yere basmış gibi...
İnsanın normal hayatındaki pembeliğin hep devam etmeyeceğini bilecek kadar da gerçekçiydim gençliğimde de. O dönemlerde, evlilikte insan çok düşünüyor. İki kişinin birlikteliği. Zor bir müessese.

* Kaç yaşında evlendiniz?

23 yaşında evlendim. Evlenmek, çocuk sahibi olmak bunlar da beklentilerle birlikte korku getiriyor. İnsanın çocuğunun canı acıyınca kendi canı acımış gibi oluyor. Siz de annesiniz biliyorsunuz, çocuk yetiştirirken de insan korkularla mücadele ediyor. Hiç kimse ateşe parmağını sokmadan elinin yandığını bilmiyor... Düşe kalka büyülüyor. Annelik endişeleri ve korkuları hayat sürdüğü sürece devam edecek.

Zaman ve mekanı okuyucunun hayalgücüne bıraktım

* İlk öykü Korkma. Korkma’yı doğum gününüzde yazmışsınız... Sonra kitabınızın adı da Korkma oldu. Neden Korkma?

İlk Korkma’yı yazdım. Doğum günümde içimden Korkma geldi. En yakın dostlarıma mektup gibi yazdım ve gönderdim. Adı da böyle doğdu. Benim kafamda kurgular vardı onları da daha sonra yazdım. Sonradan öykülerin sırası değişti. Ama ilk öykü
Korkma oldu.

* Kimler okudu editörünüz Sanem Hanım’ın dışında kitabınızı?

Yakın arkadaşlarıma gönderdim e-maille. Sanem dosyaladı. Yakın arkadaşlarımın tepkilerini merak ettim. Arkadaşlarım bir zaman sonra her gün bekler oldu. “Bu sabah öykü gelmedi” denmeye başlandı. Eşim ve kızlarımız okudu. Onlar beni yüreklendirdi.

* Paylaşmaktan korkmadınız yazdıklarınızı?

Korkmadım. Bu kişiliğimin parçası. Beğenilebilir de eleştirilebilir de. Her şeyi açık yüreklilikle ortaya koydum.

* Öykülerde isim yok, mekan ve zaman yok. Son zamanlar öykülerde ve romanlarda hep tanıdık bildik adresler veriliyor, hatta neredeyse bazı yerlerin reklamı yapılıyor.
Siz yurt dışı ve yurt içinde tekneler, oteller, restoranlar, Anadolu kasabaları, terapi merkezleri, şık mağazalarda gezdirmişsiniz kahramanlarınızı ama buralar neresi yazmamışsınız... Neden?

Zaman yok, mekan yok. İsim yok. Bu benim tercihim. Geçenlerde bir arkadaşım “Bir öyküyü okurken Asmalımescit’i düşündüm” dedi, ben orayı düşünmemiştim. Yeri ve zamanı okuyucuya bıraktım. Teknolojiden de bahsetmedim. Yeni yazılanlarda bunlar çok var. Başka bir dilde bile öyküler okunsa onlar da mekanı ve zamanı bulabilir. Okuyucunun hayal gücünü zorlamak istedim. Kasabayı tanımlarken oradaki yaşamı düşünüyor okuyucu. Ben de beni oraya getirenleri de düşündüm.

* Teknede de var, Anadolu Kasabası da, Almanya’da...

Hepsinde sanırım ben de varım.

Şişman ve mutlu, güzel ama mutsuz olan insanlar az değil

* Her şeye rağmen gülen kadınlar da var....

Gülümse... Zor değil mi? Mümkün mü her gün gülümseyerek güne başlamak. Ben o öyküdeki kadın olmak istediğim için yazdım. Her şeye rağmen gülümseyerek bakıyor o kadın kahramanım hayata. Ben öykülerimde kadınları güzel hale de getirdim. Biraz önce dediğiniz doğru. En güzel, en genç olmak, bunların arkasından koşmak da boş. Şişman ve mutlu, güzel ama mutsuz olanlar çok değil mi? Ben öyküler de bunları satır aralarında yazdım.

* Devamı gelecek gibi görünüyor yazarlık maceranızın?

Hevesim var yazmakla ilgili. Kafamda kurgu da var. Bir karakteri de oluşturdum. Roman yazmak istiyorum. Korkma diye ürkütücü başlayıp, sonuçta pembe bir öyküyle bitirdim. Allah hastalık vermesin, ölüme çare yok...

Ne antidepresanlar ne terapistler çözüm değil

* Yurt dışında özel zayıflama kamplarına gidip kilo verip hızla geri alanlar, terapistlere başvuran kahramanlarınız var. Siz şükretmekten söz ediyorsunuz ilk öykünüzde ama ne yazık ki insanlar genelde bir şeylerin değerini kaybedince anlıyor...

Bence insanlar teknolojinin ilerlemesiyle yalnızlığa doğru itiliyorlar, belki de kendi seçimleri. Eskiden buluşup konuşurduk, mektup telefona, telefon mesaja dönüştü. Hatırlar mısınız, bir ünlü, bir ünlüye babası ölünce “Başın sağolsun” dileğini telefonda mesajla geçiştirdiği için haber oldu. Bu haber olur mu? Evet oldu. İlişkilere de yansıyor bunlar bence. Ama bence insanlar birbirine dönmeli. Terapistler, antidepresanlar çözüm değil. İnsanlara insanlar iyi geliyor. Fayda insanlarda. Ben öyküler de biraz bunu da verdim. İnsanlar ümitlerini kaybetmemeli. Depresyon hayatın içinde olmamalı, hayatın içinde daha değerli şeyler var...

Anlamak affetmek için değil, acıyı hafifletmek için gerekiyor

* Kadın erkek ilişkilerinde en baskın korku terk edilmek, aşkın bitmesi ve ayrılık... Siz de bunlar üzerinden kurgulamışsınız ilişkileri... Sizce en baskın duygular mı bunlar?

Evet. Hayal kırıklığı... Hayatın hoş da olmasa bir parçası. Hayal kırıklıklarını, terk edilmeleri hem kadınlar hem de erkekler yaşıyor. İki tarafın da yaşadığını hepimiz gözlemleriyoruz. Hayatın içinden, kadın erkek ilişkileri. Bunlar benimle başlamadı benle de bitmeyecek. İnsanları ben öyle gözlemledim. İkili, üçlü ilişkiler de hayatın bir parçası.

* Çok dikkatimi çekti. Terk edilen, aldatılan kadınlar ve erkekler var ama hiç öfke yok sizin öykülerinizde. Acı da baskın değil. Hayalkırıklığı var ama anlamak da var. Hep anlamaya çalışmak var... Aldatmalar karşısında duyulan öfke neden yok? Sizce öfkeyle yaklaşmamak mı gerekiyor?

Galiba ben kavga ve isyanla insanların bir yere gelemediklerini kendi yaşanmışlıklarım ve gözlemlerimle gördüm. Kadın erkek ilişkilerinde isyan edilecek çok şey var ama kavga edilerek de bir yere varılmıyor. Akılcı olarak da nereye varılıyor o da ayrı bir şey. Siz satır aralarını doğru okumuşsunuz.

* Acı da yaşamdan zevk almayacak hale getirmemiş kahramanlarınızı...

Acıları düşündüğünde acı yaşandığı yerde tek kişide kalıyor. İkili ilişkilerden dolayı acı çekilmişse zorunlu ayrılık yoksa bir taraf daha çok acı yaşıyor. O acı öyle bir yerde kalıyor ki buna herhangi bir karşı koymayla içinizden çıkarmak güç. Yaşayacaksınız.

* Anlamaya çalışmak biraz daha zor değil mi?

Kesinlikle. Öfke duymaktan daha zor anlamak. Acı çekmek, çok acı çekmek de belki zor ama karşı tarafın bunu neden yaptığını anlamak daha zor olan bir şey. Neden yaptığını, buraya neden gelindiğini aramak zor. Suçlu aramaya gerek yok çünkü olan olmuş, yaşanmış.

* Anlayınca affetmek daha mı kolay?

Anlamaya çalışmak karşındaki affetmek için değil illaki. Anlamak belki de o çekilen acının hafiflemesi ve sönmesi için. Ayrılık olmuşsa acımak, kavga etmek gereksiz, o kadar bitmiş bir şey. Ama niye oldu? Bazı şeylerden ders almak, bazı hataları tekrarlamamak için, bazı hayal kırıklıklarını yeniden yaşamamak için anlamanın işe yarayacağını düşünüyorum. Anlamayı becerebiliyor muyuz? Tam bilemiyorum. Ama en azından anlamaya yönelik çabanın işe yarayacağını düşünüyorum. Yemek yapar gibi, bazen yaptığınız yemeğe bir şey eklersiniz olur ya da olmaz. Ben anlamanın insanın kendisine faydalı olacağını düşünürüm.

* Hayat, kadın-erkek ilişkilerinin çevresinde dönüyor der misiniz?

Hayattaki ilişkiler hayatı yönlendiriyor. En çok yönlendiren de kadın erkek ilişkisi. Kitapta da okuduğunuz öykülerde kendinizi buluyorsunuz. Annem daha kitap basılmadan okuduğu bir öyküden sonra “Ben sana bunu anlatmış mıydım?” diye sordu. “Hayır” dedim. Ben herkesin başına gelecek şeyleri kurguladım.

* Yaşlanma, kadınlarda güzelliğini kaybetme korkusu var. Bu da var kitabınızda. Kırmızı Giysi adlı öykü var bunu anlatan. Güzellik, daha güzel olma çabası, yarışı çok yorucu değil mi?

“Kadınlar kadınlar için giyinir” derler. Evet bu var ama biz kadınlar karşımızdaki erkeği de etkilemek isteriz. O zaman çift yük var kadınların üzerinde. Ben hiçbir erkeğin bir erkek için giyindiğini sanmıyorum. Hem kadınlara hem erkeklere hem de kendimize beğendirmek istiyoruz. Öykülerimde bu da var.

Yazının devamı...

Kadın tüketici sayısındaki rekor artış Bosch’a Swarovskili matkap ürettirdi

Yapı malzemeleri satan marketleri her ziyaretimde matkap çeşitleri ilgimi çeker. Elime matkap alıp çok iş yaptığımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz, yalnızca o matkapları elime alınca evdeki aksayan her şeye bir çözüm bulacağıma dair güvene sahip oluyorum! Bekar yaşadığım yıllarda en büyük kabusum evde bir şeyin bozulması, eve sıhhi tesisisatçı ya da bir usta çağırmak zorunda kalmaktı. Her seferinde ‘kazıklandığımı’ düşünürdüm. Övünmek gibi olmasın, deneyimler sonucunda da bazı şeyleri onarmayı öğrenmiştim. Geçen hafta Bosch’un Elektrikli El Aletleri Türkiye sorumlusu Tuna Çağla ile tanıştım. Sohbetimiz sırasında laf döndü dolaştı kadınların elektrikli el aletlerine olan ilgisine geldi. Rakamlar hayli şaşırtıcı.



Avrupa’da rekor satış yapan IXO adlı vidalama ürünü en çok kadınlar tercih etmiş. Dünyada en çok satan vidalama aleti IXO toplam 10 milyon adet satmış.

Beyaz eşyalarıyla ve otomotiv sektöründeki üretimiyle bildiğimiz dünya devi Bosch’un cirosunun yüzde 10’u elektrikli el aletlerinden geliyormuş. 2002 yılında piyasaya çıktı IXO neden bu kadar ilgi gördü? soruma yanıtı Tuna Çağla veriyor: ‘Eskiden 3.6 Volt akülü cihazlar pek tercih edilmezdi. Şu anda 2009 yılı rakamlarına göre bu aletin 30 milyon euro’luk bir pazarı var. Vidalama yapan bir alet. Çok rahat kullanılıyor. Kadın kullanıcılar bu aleti çok tercih ediyor. Tüm vidaları bu aletle sıkabiliyorsunuz. Her şeyi monte etme konusunda size yardımcı olan bir alet. Farklı uçları var ve kullanımı kolay. Elektrikli el aletleri ağır, gürültülüydü eskiden.

Şimdi hem küçüldüler hem de şıklaştılar. Tek bu ürün 10 milyon adet sattı. Bu bir dünya rekoru’ Tuna Çağla’nın bu söylediklerine bakınca ‘tornavida tarih oldu’ diyebiliriz.
Bu yıl IXO’nun 10 milyon adet satış rekorunu kutlamak için Bosch özel bir ürün çıkarmış. Kadın kullanıcılarının rekor artışı Bosch’un yönetimini etkilemiş ve sınırlı sayıda Swarovskili IXO üretilmiş.

Bu özel ürün yeniyıl dolayısıyla özel bir telefon numarasından satışa sunulacakmış.

Ben Swarovskili ürünü görünce şaşırdım. İnsanların özellikle de kadınların lüks merakının geldiği nokta: Swarovskili matkap...

Tuna Çağla, ‘Bu kutlama amacıyla yapıldı. Ürünün fanatikleri var. Yok satacağına eminiz. Türkiye’de vidalama yapamayacak kadın olduğunu sanmıyoruz. Ayrıca gözlemlerimiz bize şunu gösteriyor, kadınlar bu aletleri kullanmaya başlayınca kendilerine güvenleri geliyor. Bu ürünleri birbirlerine hediye alan kadınlar da çok’ diyor.

Kadınların ilgi gösterdikleri tek elektrikli el aleti bu ürün mü? diye soruyorum... Tuna Çağla, ‘Hayır. Küçük zımparalama aletlerini de alıyorlar. Örneğin masanız var, renginden sıkıldınız, zımparalıyorsunuz evinizin bahçesinde ya da balkonunuzda, sonra da istediğiniz renge boyuyorsunuz. Biliyorsunuz boyama tabancaları da en çok sattığımız ürünler arasında’ Tuna Çağla’yla sohbet ederken, ‘erkekler ne yapar?’ diye merak ediyorum! Erkekler klasik tüketici. Elektrikli el aletleri pazarında kadınlar itici güç. Eviyle, bahçesiyle uğraşan kadın sayısı hızla artıyor, kadınlar erkeklere bu işlerde ihtiyaç duymuyor.

Tuna Çağla kimdir?



Tuna Çağla Almanya doğumlu. Orada okumuş. İşletme Fakültesi mezunu. 23 yaşında Türkiye’ye gelmiş. İstanbul’da ilk çalıştığı firma bir Amerikan şirketi olmuş. Orada yaşadığı deneyim sonucunda da Bosch’la yolları kesişmiş. 1995 yılından bu yana Bosch’ta çalışıyor. Yavaş yavaş basamakları çıkmış Bosch’ta. 2004 yılında yeniden Almanya’ya dönmüş. Orada 2.5 yıl kaldıktan sonra 2007’da Bosch Elektrikli El Aletleri Türkiye Satış Direktörlüğü’ne gelmiş. Eşi Japon. Ve iki kız çocuk babası.

Yazının devamı...

'İlaçtaki 600 milyon $ açığın nasıl oluştuğunu bilirsek devlete yardımcı olabiliriz'

Son 10 yılda 250 milyon dolarlık yatırım yapan Abdi İbrahim’in Yönetim Kurulu Başkanı Nezih Barut, bütçede ilaçtan kaynaklanan açığı her seferinde ilaç sektörünün üstlenemeyeceğini söyledi. Barut, “Devlet 2009’da ‘İlaca 14.6 milyar lira bütçe ayırdım’ dedi. SGK bu rakamın 600 milyon lira civarında aşıldığını söyledi. Sektörden bunun kadar fiyat düşürmesi istendi. İlaç sanayi her seferinde bu açığı karşılayamaz” dedi.

Sektörde rekabetin çok fazla olduğunu, her firmada atıl kapasite bulunduğunu kaydeden Barut, “14.6 milyar lira aşılıyorsa bu nasıl aşılıyor? Bunun ortaya konması, şeffaf olunması lazım. Etkili tedbirlerin alınması için bunların netleşmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu noktada bizim fikrimiz, ilaç firmaları olarak bütçeyi devletle birlikte yapmamızın olumlu sonuçlar vereceği yönünde” diye konuştu.

Nezih Barut, Türkiye’de sektörde artan rekabetin ilaç şirketlerini tavizkar olmaya zorladığını söyledi. Barut, “Örneğin vadeler uzuyor, sektördeki yük artıyor” değerlendirmesini yaptı.



Dünyanın ilk 100 ilaç şirketinden biri Abdi İbrahim. Şirketin başındaki isim ailenin 3’üncü kuşak temsilcisi Nezih Barut. İşine aşık biri. 29 yıldır şirketin başında. Kendisiyle her buluşmamızda başka bir gezegene gittiğimi düşünüyorum. Sanata olan ilgisi, zevkleri ve işine gösterdiği özenle hayranlık uyandırıyor.

Daha önceleri Maslak’taki binalarında buluşmuştuk. Çağdaş Sanat Müzesi’ni andıran İtalyan mimar Dante Benini imzalı binanın İstanbul’daki en farklı şirket binalarından biri olduğunu düşünüyorum. Nezih Barut, bana daha önceki görüşmelerimizde hep, ‘Ar-Ge merkezimizi, üretim merkezimizi mutlaka görmelisin’ demişti. Abdi İbrahim Türkiye’deki ilk Ar-Ge merkezini kuran ilaç şirketi aynı zamanda. Bahçeşehir Üretim Merkezi dediği alanda Ar-Ge merkezi, üretim tesisi ve lojistik merkezleri var. Maslak’taki ödüllü binayı yapan mimar Dante Benini’nin imzası var bu merkezde de.

Birbiriyle yeraltından bağlı bu 3 merkezin her bölümünü gezemedik. Özel koşullar altında yapılan çalışmalar olduğu için bazı bölümler hakkında bilgi almakla yetindik. Üretim merkezindeki bazı bölümlere girerken özel önlemler alındı. Çalışanların yemek salonlarından tutun da binanın 3 kat altına kadar inen gün ışığına kadar farklı özellikleriyle gezdiğim ilaç fabrikalarından çok farklıydı. Kriz dönemlerinde 1994, 2002 ve 2010’da büyüyen Abdi İbrahim’in son hedeflerini Nezih Barut’la konuştuk. Ve yine farklı bir gezegene gittik. Asansörlerindeki ışık sistemi Avatar filmini andırıyor. Hepimiz mavi boyanın içine düşmüş gibiydik. Fotoğrafları çeken arkadaşım Gamze Kutluk, ‘Bilimkurgu filmi çekilecekse set kurmaya gerek yok’ dedi gezerken. Gerçekten de haklı. Cem Yılmaz uzayla ilgili bir film daha düşünüyorsa bu merkezi mutlaka görmeli.

Sektör çok kazanıyor algısı

2010 nasıl geçti?


2010 bizim açımızdan iyi geçti. Krizlerde daima Abdi İbrahim büyüdü. Krizde istihdamımızı 500 kişi artırdık.

Kaç çalışanınız vardı?

Çalışan sayımızı 3 bin kişiden 3 bin 500 kişiye çıkardık. Biz krizde büyüme kararı aldık. 2009’da pazar payımız yüzde 6.8’di. 2010’un ilk 10 ayında payımız yüzde 7.5’e çıktı. TL olarak ilaç pazarı yüzde 4.2 büyürken, Abdi İbrahim 17.3 büyüdü. Kutu olarak pazar yüzde 4.4, Abdi İbrahim yüzde 10.5 büyüdü.



İlaç açısından Türkiye şanslı mı?

Türkiye gelişen pazarların içinde. İlaç sanayi için de böyle. Dünyada, ilk 15’in içindeyiz. Türkiye’de SGK şemsiyesi altında ilaca erişim arttı. Sağlıkla ilgili erişim artınca ilaca erişim de arttı.

Ne kadarlık bir büyümeden söz ediyorsunuz?

Baktığımızda 2-3 yıl öncesinde 11-12 milyar liradan, 2009’da 16 milyar liraya çıktı pazarın büyüklüğü. Ama bu bir bütçe açığı da yarattı devlette...

Çünkü müşteriniz devlet!

Evet. En büyük alıcı devlet. Neredeyse ilacın tamamını devlet karşılıyor. Türkiye’de ilacın yüzde 90’ını devlet ödüyor. Devlet 2009 yılında ‘Ben ilaca 14.6 milyar lira bütçe ayırdım’ dedi. 8 toplantı yapıldı sektördeki kuruluşlarla. SGK bu rakamın 600 milyon lira civarında aşıldığını söyledi. Sektörden 600 milyon lira kadarlık fiyat düşürmesi istendi.

İlaç sektörü buna karşı çıkıyor. Siz de karşısınız... Türkiye’de ilaçlar pahalı değil mi?

İlaç sanayi diğer sektörlerden farklı. Fiyatlarımız serbest gibi görünüyor ama değil. Devlet 5 ülke seçti, o 5 ülkeden ‘daha ucuz olacağız’ dendi.

Hangi ülkeler bunlar?

Yunanistan, İspanya, İtalya, Almanya, Portekiz gibi ülkeler. Ama bu da yetmedi. Başka örnekler alındı. SGK değil Sağlık Bakanlığı ilacın fiyatını belirliyor. SGK ilaca parayı ödüyor. Çalışma Bakanlığı ‘Bana indirim yapın’ diyor, biz de iskonto yapıyoruz. Sigortalı sayısı arttıkça bütçe büyüyor. Yeşil kartlıların ayakta tedavileri de kapsam içine alındı. Verilere göre, 70 milyon sigortalı var. 2002’de bu sayı 49 milyondu. 2007’de 63 milyondu. Devamlı artıyor. Devlet de böyle olsun istiyor.

Tamam da bütçeyi nereden karşılayacaksınız?

Sizden!

İlaçlar pahalı ve ilaç sanayi de çok para kazanıyor algısı var.

Pahalı değil mi Türkiye koşullarında?

İlaç pahalı değil. Dünyada en ucuz ülkelerden biriyiz. İlaç tüketimi de düşük.

Ne kadar?

Türkiye’de kişi başına düşen ilaç tüketimi yılda 136 dolar. Diğer Avrupa ülkeleriyle kıyaslandığında bu çok düşük bir rakam. Avrupa’daki pekçok ülkede ilaç Türkiye’dekinden daha pahalı. Örneğin, Yunanistan krizde olmasına rağmen orada bu oran 560 dolar. Bu noktada devletin algısı da şöyle oluyor; ‘Türkiye’de kişi başına düşen ilaç tüketimi düşük ama kişi başına düşen gelir de düşük’. Türkiye’de 2002 senesinde hastanın yılda doktora ulaşması yüzde 2.2 oranında, 2009’da yılda 6 kez gidiyor hastalar doktora.

Bu gelişmişliğin artmasıyla ilgili olumlu bir gelişme...

Evet. Hem sağlık reformunun etkisi var. Bu iyi bir şey. Hem de herkes sağlıklı yaşamak istiyor, bir de ömür uzadı ve doktora ulaşmak da kolaylaştı. Dolayısıyla yurtdışında bakıldığında ilaç fiyatları düşük.

Hangi ülkelerde daha ucuz ilaçlar?

Hindistan, Çin ve Mısır’da gerçekten de düşük. Orada enerji düşük, hammadde ucuz. Bizim en büyük giderimiz elektrikle bağlantılı hava ve su. Biz yüzde 100 filtrelenmiş, partikülsüz taze hava kullanıyoruz. Enerjiye çok para ödüyoruz. Musluktan akan suyu kullanmıyoruz. Mevcut suları farmasotik su haline getirirken çok enerji harcıyoruz. Hindistan’da ilaç sanayine yatırım yaptığınızda 10 yıl vergi ödemiyorsunuz, bizde yalnızca Ar-Ge’de yatırım indirimi var. İlaç firmaları her sene yatırım yapmak zorunda.Yoksa yaşayamazlar.

Siz her yıl yatırım yapıyor musunuz?

Biz her yıl 25-30 milyon dolarlık yatırım yapıyoruz. Son 10 yılda 250 milyon dolar. Bu ciddi bir rakam.

Son açtığınız, gezdiğimiz lojistik merkezi ne kadarlık bir yatırım?

Lojistik merkezine 35 milyon dolar harcadık. Başka sektörlerde bu fiyata fabrika yapılıyor. İlaç sanayi pahalı bir yatırım. Ayrıca biz teknoloji olarak çok iyiyiz. Çin ve Mısır’la kendimizi bu alanda kıyaslayamayız.

Devletin sektörden beklediği indirime dönersek, şu aklıma takıldı. Genel bir indirim değil de en çok satılan ilaçlara yönelik indirim olamaz mı? Hem sizin gibi ulusal şirketlerin ayakta durmasını sağlayacak hem bu açığı aşağı çekecek bir yöntem yok mu?

Bunun için devletin ilaç politikası olmalı, hastayı takip etmeli.

Aile hekimliği başladı...

Aile hekimliği bir adım. Doktor hastaya ne kadar ilaç yazıyor, ‘akılcı ilaç kullanımı’ yapılabiliyor mu?, artık bunlara bakılacak. Devlet ‘Global bütçeyi yaparım’ diyor, 14.6 milyar lira aşılıyorsa bu nasıl aşılıyor? Bunun ortaya konması lazım. Şeffaf olunması lazım, neden aşılıyor? Etkili tedbirlerin alınması için bunların netleşmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu noktada bizim fikrimiz, ilaç firmaları olarak bütçeyi devletle birlikte yapmamızın olumlu sonuçlar vereceği yönünde.

Yeterince şeffaf değil mi?

Bu rakamı biz görmüyor, bilmiyoruz. Biz de görsek ona göre yardımcı olabiliriz.

Devlet ‘Yüzde 60’ diyor

Sektörden beklenen indirim ne kadarlık bir indirim?


Türkiye’deki ilaçlar halen 5 referans ülkedeki en düşük fiyatın yüzde 66’sı olarak fiyatlandırılıyor ve buna ilave olarak devlete yüzde 11 iskonto yapılıyor. Ciddi fiyat farkı var. Devlet şu anda ‘Yüzde 60’ diyor. Hatta Sayın Ali Babacan’ın da olduğu bir toplantıda 600 milyonluk açığın 800 milyon olduğu söylendi. İlaç sanayi her seferinde bu açığı karşılayamaz. Devlet bizlerin çok kazandığını düşünüyor. Rekabet de çok fazla. Her firmada atıl kapasite var. Kapasitemizi de tam kullanmıyoruz.

Örneğin siz ne kadarını kullanıyorsunuz kapasitenizin?

Bizim yüzde 35 kapasite açığımız var. Daha fazla üretim yapmamız lazım. Ya başka firmalara üretim yapmalıyız ya da yurtdışına ihracat yapmalıyız. Biz Abdi İbrahim’de başka firmalara da üretim yapıyoruz, yurtdışına ihracata ne yazık ki geç başladık. İlaç sanayi olarak Türkiye’de hep büyüyen bir pazar olduğu için buna gerek görülmemiş. Ar-Ge’ye de yatırım yapılmamış. Yetişmiş eleman da az.

Sektördeki rekabet sizi nasıl etkiliyor?

Rekabet hızla büyüyor. Artan rekabet firmaları daha tavizkar olmaya zorluyor. Örneğin vadeler uzuyor, sektördeki yük artıyor. Zaman zaman eczacıya bedava ürün veriyoruz. Devlet de ‘Bunlarda o kadar çok mal var ki fazla veriyor’ diyor.

Her şeye rağmen sektör hızla büyüyor...

Nüfusun artmasının yanı sıra, bir yandan nüfusun yaşlanması, yaşlılığa bağlı hastalıkların artması , insanların sağlık bilincinin yükselmesi sektörün büyümesini destekliyor.

Ancak tüm bunlara rağmen sektör yeni girişimcilere asla açık değil...

Yok zaten. Hep satın almalar var. İlaç sanayi tecrübe istiyor. Hep köklü ailelerin elinde. Çok uluslu şirketler ise başka şirketleri alarak büyüyor.

İlaçların marketlerde satılmasını hükümet gündeme getirdi, siz karşı çıktınız...

Biz istemiyoruz. İlaçlar eczanede satılmalı. Sanayiciler, üreticiler olarak karşı olduğumuzu söyledik. Avrupa’nın çoğu yerinde yok, Amerika’da var. Yanlış kullanımlar olabilir ve üzücü olaylar yaşanabilir. İlacı doktor ya da eczacı satmalı.

Kirpik uzatan ilaçlar çıktı

Siz en çok ciroyu hangi ilaçlarla yapıyorsunuz?

Abdi İbrahim olarak Türkiye’nin en büyük ilaç portföyüne sahibiz. Bu nedenle ciromuzdaki yüksek paylar farklı ilaç gruplarından, örneğin; solunum ilaçları, sinir sistemi ilaçları ve ağrı kesicilerden oluşuyor.

Antibiyotik satışları düştü mü?

Antibiyotik satışları düşüyor. Ancak hâlâ Türk halkı alışkanlıkları gereği tavsiye üzerine antibiyotik almaya devam ediyor. Antibiyotik kullanımı 2004 senesinde yüzde 24.1 iken oranı, bu yıl yüzde yüzde 14.9’a düşmüş. Onkoloji ilaçları yüzde 3.8’den, yüzde 8.5’e çıkmış. Kas iskelet sistemi ilaçları satışı artmış, solunum yolu rahatsızlıkları artmış. Antidepresan ilaç satışları artıyor. Antibiyotik düşüyor.

Antiaging ilaçlarının satışları da hızla artıyor olmalı...

Evet hızla artıyor. Kadın erkek ayrımı da kalmadı. Herkes genç kalmak istiyor. Belirli markalara fokus olundu. Her ürüne eğilim var. Kırışıklıklarla ilgili her türlü ilaca ilgi var.

Duygusal davranıyorum

Abdi İbrahim’in talipleri var, oldu...

Elbette taliplerimiz var. Bizim gibi aileden gelen ve aile geleneklerini yaşatmak isteyen firmalar direniyor.

Siz duygusal mı bakıyorsunuz?

Ben yanlış bakıyorum. Evet, duygusal bakıyorum. Bu sanayide kârlılık düşecekse yanlış yapıyorum. Pik olduğu zamanda satmamız lazım. İdealist bakıyorum, yanlış olduğunun da farkındayım. Bu ideallerim olmasaydı bu kadar yatırım yapmazdım. 30 yıl şirketimiz aileye hiç kâr dağıtmamış, profesyonel olarak hep ücret vermişiz. Son 2 yıldır kâr dağıtıyoruz. Ablam da şirket ortağı o da çalışıyor o da ücret alıyor. Biz bazı lisanslı ürünlerin haklarını geri sattık, oradan gelen parayı dağıttık. Hep yatırım yapıp, kendimizi yeniledik. En önemli olan şey halkın ilaca ucuz erişmesi devlerin de bütçesini yapabilmesi. Bunu gerçekleştirebilmemiz lazım.

Yabancı personel almakta zorlanıyoruz

Ar-Ge merkezinde kaç kişi çalışıyor? Kaçı yabancı?

Şu an için ARGE merkezimizde 120 kişi çalışmakta. Yüzde 10-15’i yabancı. Buraya Hindistan’dan yetişmiş eleman getirdik. Gelişmiş ülkelerden de transferler yapmamız lazım. Ama biliyorsunuz bu konuda da bürokratik engeller var. Hindistan’dan gelen çalışanlarımızın çalışma müsaadelerini almakta da çok zorlandık. Sanırım 3-4 yıl sonra Ar-Ge’yi geliştirirsek Türkiye ilaç üssü olabilir. Potansiyel var. Teknik olarak ilerideyiz. Yabancı firmalarla çok temas ettik. Biz iftihar ediyoruz çalışanlarımızla. 40 civarında yabancı firmanın Türkiye temsilcisiyiz. Ar-Ge 45 milyon dolarlık bir yatırım. Biz devletten tüm yatırımlarımız için 100 milyon teşvik aldık. Yeni bir sefalosporin tesisi kuracağız. En büyük hayalim; onkoloji ve bioteknoloji tesisi kurmak.

Ar-Ge tesisinizde neler yapıyorsunuz?

Türkiye’de bugüne dek yeni bir molekül bulunamadı. Zaten bu tür araştırmaları yapabilen ülke sayısı da 15’i geçmez. Yeni molekül bulunması için çok ciddi bütçe ayrılması lazım. Bu tür araştırmalar 11-12 yıl sürüyor ve bütçesi de 800 milyon doları buluyor. Abdi İbrahim olarak bu rakamı karşılamamız çok zor, zaten sektörde de yeni molekül sayısı da giderek azalıyor. Biz Abdi İbrahim olarak iki farklı molekülü aynı ilaçta kombine ettik. Ağrı kesici ile enflamasyon gidericiyi tek bir ilaç haline getirdik, Sağlık Bakanlığı’ndan da ruhsatını aldık. Bu değer katılmış yeni ürün hastaya kullanım kolaylığı sağlıyor. Bir tabletle iki endikasyona yarayan ilacı almış oluyorsunuz. Buna benzer projelerimizi geliştirmeye devam ediyoruz.

Yazının devamı...

Vodafone Vakfı Türkiye’de eğitim, İspanya’da kadına yönelik şiddet için çalışıyor

Geçen yıl Mart ayında Vodafone Türkiye CEO’su Serpil Timuray’la bir okuldaki anasınıfını ziyaret etmiş, sabahtan öğlene kadar çocuklarla, öğretmenlerle zaman geçirmiştik. İstanbul’un göbeğinde bir ilköğretim okulu Kemal Berktan İlköğretim Okulu’nda AÇEV ve Vodafone’un işbirliği içinde yürüttüğü ‘İlk Adım Programı‘nı dinlemiştim. 18 ilde 180 anasınıfına ulaşmıştı Vodafone ve AÇEV. Okul çağına hazırlanan çocukların, okul öncesi eğitimleri için seferberlik ilan etmişlerdi. Öncelikli olarak hedefleri de kalkınmada öncelikli illere ulaşmaktı.

Bu hafta içi Türkiye Vodafone Vakfı’nın başkanlığına gelen aynı zamanda genel müdür yardımcılarından olan Hasan Süel’le bir sohbet toplantısına katıldım. Süel, vakfın hem Türkiye’deki çalışmalarından hem de farklı ülkelerde yapılan projelerden örnekler verdi. Öncelikle söylemek isterim, projenin hızla büyümesi sevindirici. İlk Adım Programı kapsamında 2010 yılı sona erdiğinde yani çok kısa bir süre sonra toplam 30 ilde 414 anasınıfında 53 bin anne ve çocuğuna ulaşılmış olacak. MEB ile işbirliği içinde yürütülen bu proje sayesinde ‘eğitimde fırsat eşitliğini’ sağlamaya yönelik çok önemli bir adım atılıyor.

Biliyoruz, Türkiye’de ne yazık ki eğitimde fırsat eşitliğinden söz etmek çok güç. Bu her şeyiyle yenilenen, malzemeleri yenilenen ve içerik olarak zenginleştirilen İlk Adım sınıflarında binlerce çocuk hayatlarında ilk kez kalem tutuyor, boyalarla, kitaplarla tanışıyor. Bu sınıflardan yararlanan çocukların anneleri de eğitim alma fırsatı buluyor. Bu proje için Vodafone’un ve AÇEV’in yetkilileri muhtarları gezdi, sınıf olmayan yerlerde sınıf yaptı, sınıflar yenilendi, anasınıfı öğretmenlerine eğitim verildi. Ve hala Türkiye’de okul öncesi eğitim alan çocuk oranı yüzde 30... Yani yapılacak çok şey var...

2007’de Türkiye’de kurulan Vodafone Vakfı’nın yürüttüğü tek sosyal sorumluluk projesi de ‘İlk Adım Programı’ değil. Dünyanın farklı ülkelerinde faaliyet gösteren dünya devi Vodafone her gittiği ülkede öncelikli alanları tespit edip vakfı aracılığıyla sosyal sorumluluk projeleri yürütüyor. Türkiye Vodafone Vakfı’nın Türkiye’deki önceliği de eğitim dışında engelli vatandaşlarımız oldu. Vakfın öncülüğünde kurulan Düşler Akademisi’nde de engelli öğrenciler farklı alanlarda eğitim alıyor. 500 öğrenci bu akademiden mezun oldu. Tasarım, tiyatro ve müzik alanında yeteneklerini keşfeden engelli öğrencilerin olanaklar sağlandığında neler yapabileceği çeşitli etkinliklerle sergilendi.

Vodafone Vakfı’nın yürüttüğü projeleri dinlerken en güzel olan da Hasan Süel’in farklı önerilere açık olan bakış acısıydı. ‘Yeter ki yerel ortak, konuyla ilgili kendini ispatlamış bir sivil toplum örgütü bizle olsun’ dedi sık sık.

Ayağı yere basan projelere açık bir vakıf Türkiye Vodafone Vakfı. Bu arada örneğin İspanya’daki Vodafone Vakfı İspanya’da kadınlara yönelik şiddetle ilgili bir proje yürütüyormuş. Cep telefonlarına takılan bir aparat sayesinde şiddete uğrayan kadın bu aparata basarak yerini belli ediyor, gereken yardımı alıyormuş. Yani birinin şiddeti görüp güvenlik güçlerine haber vermesine, komşu ihbarına gerek kalmadan, şiddet mağduru kadının yeri belirlenerek yardım ulaşıyormuş. Türkiye’de de kadına yönelik şiddet rakamları ortada.

Aynı şekilde Vodafone’un Portekiz’deki vakfı da taksi şoförlerine yönelik buna benzer bir uygulama yapıyormuş. Taksi şoförleri kendilerine yönelik bir saldırı olduğunda ceplerindeki tuşa basarak ihbarda bulanabiliyorlarmış.

STK’lara duyurulur, buna benzer projeler neden Türkiye’de uygulanmasın?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.