Şampiy10
Magazin
Gündem

Öyle ilişkiler vardır ki!

Evet; öyle ilişkiler vardır ki, artık sizi birbirinize bağlayan şeyin ne olduğunu bile bilmezsin.

Bir gün dank ederse kendi kendine sorarsın:

Âşık mısın?

Hayır.

Sadece seks için mi?

Hayır.

İhtiyacın mı var?

Hayır.

Güven mi?

Hayır.

Ona hayran mısın?

Hayır.

Eee?

Neden onunla birliktesin?

Bilmiyorsun!

Ama ben biliyorum...

Bunun tek cevabı vardır:

“Ayrılamadığın için...”

Ne acayip değil mi?

Ayrılamadığı için birlikte olan insanlar...

Hayır, çocuk veya maddi meselelelerden dolayı ayrılamayanlardan bahsetmiyorum.

Sırf ayrılamadığı için birlikte olmaya devam edenlerden söz ediyorum.

Peki niye ayrılamazlar, onu biliyor musunuz?

Çünkü birlikte olduğu adama ya da kadına değil de, ilişkiye bağlanır onlar.

Bağlanır ve kopamaz.

Bir tarafı, “Ayrıl” der, öteki tarafı “Yapamam” der.

Ve o iki taraf bazen aylar bazen yıllar ve bazen de hayat boyu konuşup, kavga edip dururlar...

“Ayrıl” diyen tarafın sana onun çekemediğin, hatta nefret ettiğin taraflarını söyler. Hatta dolduruşa getirmeye de çalışır; anlatır anlatır ve son noktayı koyar:

“Ne var oğlum/kızım, bitir şu işi kurtul!”

Sen tam da ikna olmuşken öteki ortaya çıkar ve der ki,
“Tamam haklısın da... Ben söyleyemem valla!”

Al işte!

Donar kalırsın.

Ona yenilirsin.

Çünkü “Sen de söyleyemezsin.”

Çünkü ilişki bağımlısısındır!

“Ben değilim” demeyin!

“İstersem bırakırım!” da demeyin.

“Zamanı gelince, biter” hiç demeyin.

Geçenlerde bir yerde bununla ilgili bir araştırma okumuştum.

“Ona değil de, ilişkiye bağımlı” olup olmadığınızı anlayacağınız 4 maddelik kısa bir liste...

Bakın, kendiniz karar verin:



“Hayatınızı olumsuz bir şekilde etkilediğini düşündüğünüz halde, ki bunu yakın çevrenize de söylemiş olabilirsiniz, ilişkinizi sonlandırmak için bir türlü adım atamazsınız...”

(O söyledikleriniz de, başkalarıyla birlikte sizin dedikodunuzu yapar!)

“İlişkiyi devam ettirmek için kendinize mantıksız nedenler sunarsınız...”

(Hepsi, herkes böyle yaşamıyor mu?)

“Ayrılığı düşündüğünüz zaman panik hissi yaşar ve korkarsınız. Bu korku yüzünden partnerinize daha da güçlü bir şekilde bağlanırsınız...”

(Çünkü salaksınız! O sırada yani!!)

“İlişkiyi bitirmek için harekete geçtiğiniz zaman fiziksel ve psikolojik olarak yoğun acı çekersiniz...”

(Çoğunlukla uykunuz gelir.)

Ama bırakamazsınız...

Belki de o zamana kadar kınadığınız biriyle, kınadığınız birisine dönüşüp yaşıyorsunuzdur...

Zaten hep böyle değil midir?

Bütün kriterler âşık olmadan önce ve ayrıldıktan sonra geçerli değil midir?

Yazının devamı...

Yükseleniniz ne?

Bu soruyu artık erkekler bile sormaya başladı. Eskiden sadece kadınlar ilgilenir, onlar sorarlardı:

“Yükseleniniz ne?”

Adamlar da yutkunur, yüzlerinde “Valla bilmiyorum ki, nasıl söylesem?” ifadesiyle gülerlerdi.

Ama şimdilerde bu muhabbete onlar da katıldılar.

Sorunca hemen yükselenlerini söylüyorlar!!!

“Benim yükselenim....!!!”

Eveeet...

Sıra geldi, “Burçlara göre kim, neden aldatır?”ın ikinci kısmına...

Tekrar hatırlatayım; ben burçlardan hiiiç anlamam. Anlarım diyene de karışmam. Ama tanıdıklarımdan yola çıkarak, ‘ilmî’ tespitlere katkıda bulunurum...

Şimdi kaldığımız yerden devam edelim mi?



Terazi: Modern, popüler, bakımlı, saygın olmamanız yeterli. Nezaketini bozmamak için konuşmadan terk edecektir.

(Yeni nesil adamların hepsi mi Terazi? Yükselenleri herhalde! Konuşmadan terk etmeleri bakımından!!! Aslında terk de etmiyorlar sadece ‘o sıralık‘ ayrılıyorlar ya! Kadınlar mı? Onlar asla konuşmadan terk etmezler. Asla! Kendileri de bıraksa, terk edilse de, en ince ayrıntısına kadar konuşması lazımdır. Hem de hangi burçtan olursa olsun...)

Akrep: Kontrolü ya ona bırakmalısınız ya da elinizden bir saniye bile bırakmamalısınız. Kontrolü kaybetme duygusunu yaşaması ayrılmak ve sizi acılar içinde bırakmak için yeterli.

(A-ha! Akrep deyince biraz durmak lazım. Korkarım, hem de çok korkarım... Kontrol montrol hikâye! Bu ilişkide ve bu ayrılıkta sizin bir katkınız yoktur. Zaten o istemezse ayrılamazsınız da! Sen kimsin ki ondan ayrılacaksın?)

Yay: Gezmekten hoşlanmamanız, başka kültürlere ilgi duymamanız ve akıllı biri olmadığınızı fark ettirmeniz yeterli. Buna ego katliamını da eklerseniz her zamanki hızıyla Yay uzaklaşacaktır.

(Hiç de “Yay” tanımıyorum. Ama iyiyimiş! Gezelim, görelim falan... Fazla uzaklaşmaması şartıyla ki anladığım kadarıyla o potansiyel var!!!)

Oğlak: En zor ayrılan burçtur eğer sizi yeterince benimsemişse! Ailesi hakkında olumsuz konuşmalarınız, maddi güvenliğini zora sokmanız, işinde desteklememeniz, finansal konularda savruk ve düşüncesiz davranmanız yeterli. Elbette hepsi bir arada olmak koşuluyla!

(Biraz sıkıcı yani! Yani eğlenmek istiyorsan ona takılma! Ama onunla evlenebilirsin. Birlikte sıkılırsınız! Heh hee...)

Kova: İstemediğinizi belli etmeniz, söylemeniz veya hissettirmeniz yeterli. Bunlar yoksa kısıtlamanız, hesap sormanız, müdahale etmeniz, arkadaşlıklarına karışmanız ağır sözlerle terk edilmenize rahatlıkla sebep olur.

(Aklını kullanırsan kovaların tadına doyum olmaz! Zaten neyin hesabını soracaksın ki ona? İnan senden daha akıllıdır!)

Balık: Aldatmak için sebebe gereksinimi yoktur çünkü sebepleri her an değişebilir. Ayrılmak için de! Duygusal dünyasını azıcık sarsacak herhangi bir somut olay yeterlidir. Gerçek sebep, kendi çıkarına daha uygun bir durum yakalamış olmasıdır!

(Kaç! Arkana bakmadan kaç hem de! Ya da kaçamıyorsan zevk almaya bak!)

Şimdi diyeceksiniz ki, “Hiç mi düzgün burç yok?”

Düzgün burç var da...

Düzgün ilişki..

Düzgün ayrılık yok!

Yazının devamı...

Kim, niye aldatır?

Kimin, niye aldattığını artık ezberlik de, bu başka!

Burçlara göre...

Gelin, bayram günü biraz eğlenelim...

Hem kendinizi hem eşinizi hem de potansiyel sevgilinizi burada bulun.

Burçlardan anlamam. Tarihlerini bile bilmem. Ama tanıdıklarımdan gözlemlediğim kadarıyla ben de biraz laf yetiştireyim...

Koç: Her dediğini yapmanız; size sahip olduğunu, avcunda olduğunuzu düşündürmeniz, başkalarıyla ilgilendiğinizi fark ettirmeniz, kıskançlığınız, sahipleniciliğiniz, bıkması için yeterli.

(Çünkü onu hem tutacaksın hem bırakacaksın. Üstelik hangisini ne zaman yapacağını da bileceksin. Yerse!)

Boğa: Zor ayrılır. Seksüel isteksizliğiniz, finansal güvensizlikleriniz, maddi kararlarınızın sık sık yanlış çıkması, birikim sağlamamanız, çok harcamanız, güvenliğe dönük düşünememeniz ve davranamamanız. Doğru ve dürüst olmayan tutumlarınız, ayrılmak istemesi için yeterli, gerekli ve önkoşul..

(Biraz maddiyatçıyız galiba! Bu son moda cimri adamlar Boğa demek ki? Bence onun önkoşulunu mönkoşulunu beklemeden siz onu bırakın. Hatta biraz gerzekçe olsa da, önce burcunu sorun Boğa’ysa, ‘Oldu! Yalnız benim bir yere yetişmem gerekiyor‘ deyip kaçın! Nasıl olsa bitecek!)

İkizler: Korumacı, sahiplenici ve kıskanç olmanız yeterli. Bir dakikada unutur.

(E, şimdi çok da taraflı olmayalım; o da haklı. Ne o öyle? Sevgilin mi, eşin mi yoksa annen ya da baban mı? Onu kurcalamamayı becerebilirsen, onunla çok eğlenirsin. Yoksa... Ama bir dakikada unutma meselesi biraz kırıcı tabii!!!)

Yengeç: Kaçarsanız kovalar, kovalarsanız kaçar. Kovalamanız, düş kırıklığına uğratmanız, incitmeniz, düşündüğü gibi biri olmadığınızı belli etmeniz, eleştirel, şefkatsiz, hırçın tavırlarınız onun kızgınlıklarını körükler ve anında soğumuş hisseder.

(‘Yağmur yağıyor’ deyince, ‘Bana ördek mi dedin?’ der bunlar! Sonra da, sihirli bir cümleyle onu ikna etmen gerekir. Tabii ne zaman, niçin kırıldığını anlayabilirsen! Ha, güvenilir ve iyi yürekli biri için yorulurum diyorsan, o başka!))

Aslan: Gururunu zedelemeniz, hatalarından bahsetmeniz, eleştirmeniz, desteklememeniz, alkışlamamanız, takdir etmemeniz çekip gitmesine sebep olur ve bir daha da kolay kolay geri dönmez.

(Böyle pasif-agresif olmayacaksın yani! Yoksa Aslan’ı değil herkesi kaçırırsın! Zaten Aslan dediğin nedir ki! Biraz pohpohla biraz da sev yeter!)

Başak: Dikkatli, özenli, akıllı ve sevecen olmamanız yeterli. Entelektüel birikiminiz ve kültürel yeterliliğiniz de yoksa çok çabuk kaybedersiniz. Geri dönmez. Ancak kalbinizi de kırmaz.

(Nasıl kırmaz! Utanmasa at seçer gibi dişlerini bile kontrol etmek ister bunlar! Yalansa yalan deyin!)

Kalan burçlar yarına...

Yazının devamı...

Erkekler neden konuşmaz?

Böyle biliriz değil mi?

Ama hayır; erkekler aslında konuşurlar.

Da, ne zaman?

Onu anlatmadan önce ABD’deki Missouri Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmayı size ileteyim.

Araştırma, erkeklerin duyguları hakkında neden kadınlara göre daha zor konuştuklarını ortaya çıkarmış.

Yani onlar da, az konuştuklarına inanmışlar ya da herhalde önce bunu tespit etmişler sonra nedenine bakmışlar.

Araştırmada, erkeklerin ‘gereksiz buldukları’ için duygularını ifade etmedikleri ortaya çıkmış.

Gereksiz!..

Bakın bu çok önemli...

Adam seninle konuşmayı gereksiz buluyor!

Sakın seni de ‘gereksiz’ bulduğundan olmasın!

Olsan da biiir, olmasan da!

Yok, o kadar da değil.

O kadar olmadığını biliyorum. Seni gereksiz görmez ama gerekli olman için de hiçbir girişimde bulunmaz.

Bir tavlarken, bir de tepen atıp gitmeye kalkarsan konuşurlar. O ikisinin arasını atlarlar. Oysa hayatta önemli olan yer, aslında o aradır.

Bakın, araştırmada erkeklerin duygularından bahsetmeyi zaman kaybı olarak nitelendirdikleri belirlenmiş.

Tipik, “Seni sevmesem, şu anda yanında olur muydum?” klasiği...

Sanki önemli olan yanında olması...

Bilmezler ki, asıl mesele, yanında nasıl olduğu...

Nasıl yol aldığı.

Birlikte büyüyerek veya küçülerek mi yoksa aynı evde ayrı dünyalarda mı?

Sorun da hep buradan çıkmaz mı zaten!

Kadınlar ilki için uğraşır, erkeklerse...

Susar.

Tıssss....

İlişkiler de hep böyle bitmez mi?

Bitse iyi!

Böyle tükenmez mi?

Böyle sürünmez mi?

İçinden çıkılmaz hale böyle gelmez mi?

Niye susarlarsa?

Bu son araştırmada, psikologların yıllarca bu durumun erkeklerin utangaçlığından veya zayıf görünme korkusundan kaynaklandığını düşündükleri, oysa hiç de öyle olmadığı da ortaya çıkmış.

Yani arkadaşlar, bu durumda neyi iyice anlıyoruz?

Bunların sevgilerini göstermemeleri ne utangaçlıktan ne beceriksizlikten ne de huylarından...

Konuşmamalarının tek nedeni varmış:

“Genç erkeklerin duygularını ifade etmeyi zaman kaybı olarak görmesi...“

Hele ki ilk aylarda, “Ben duygularımı ifade edemem“, “Bağlanma özürlüyüm“ falan diye başlıyorsa...

Benden duymuş olmayın ama...

Zaman kaybı.

Yazının devamı...

O adamı kim sever?

Tişörtünün yakasını kaldıran adamlardan bahsettik ya...

Hemen itiraz edip çemkirenlerin yanında, olayın vahametinin farkına varan sağduyulular da var.

Hem de gayet içten soruyor:

“Şimdi bundan sonra ne yapmak gerek? Yakalarımı indirsem çamaşırsız sokakta gezmek gibi olur. Kararsızlık içinde başıma açtığınız bu beladan kurtulma yolunu soruyorum size?”

Hemen yardımcı olayım...

Seni bu kararsızlıktan kurtarayım.

Yakanı indirince kendini çırılçıplak, savunmasız hissediyorsun değil mi?

İşte o büyük bir yalan!

Savunmasız hissetmen değil, savunmasız olman yalan.

Hatta tam tersi, aslında yakalarını kaldırınca savunmasızsın. Çırılçıplak ortadasın.

Niye biliyor musun?

Çünkü o zaman kendini ele veriyorsun.

Bütün zayıflıkların o kalkık yakanda satır satır yazıyor sanki!

Ne yazıyor orada biliyor musun?

“Siz bana önem vermeseniz de, ben varım.”

“Tatminsizim.”

“Kimse benim değerimi bilmiyor ama ben biliyorum.”

“İstediğim yerde, istediğim insanla değilim ve bunun için bir şey yapamıyorum.”

“Narsistim.”

“Ben de farklıyım ama nerem, niye farklı ve bu farkı hak ediyor muyum, bilmiyorum.”

Yazıyor yani...

Ama gördüğün gibi pek iyi şeyler yazmıyor.

Ha, “Ben bunların hiçbirine uymuyorum” diyenlerdensen...

Şimdi ben sana, neden yakanı indirmen gerektiğini yazayım o zaman...

Tek neden yeter sana...

“Çünkü kadınlar tişörtünün yakasını kaldıran adamlardan hiç hoşlanmazlar.“

Daha doğrusu, doğru düzgün kadınlar...

Niye biliyor musun?

Açık açık yazacağım, kırılmak darılmak yok, ona göre...

Çünkü yakası kalkan adamın kıçı da kalkmıştır ve üstelik bunun için bir nedeni yoktur!

Çünkü yakası kalkık adam aslında kendisinden memnun değildir.

Mutlu değildir.

Hayal dünyasında yaşar. Onun için de tatminsizdir.

E, seninle mi uğraşsınlar?

Ha, kim uğraşır?

Yani yakası kalkık adamı kim beğenir?

Yine bir kıyafetle tarif edecek olursam, mesela Ugg bot giyen kızlar var ya, onlar...

Hani uzun düz saçlarıyla yüzünün yarısını kapatmaya özen gösteren kızlar... Onlar da hoşlanır.

İşte onlar da yüzünün yarısını açınca kendilerini çıplak gibi hissederler.

Anlatabildim mi?

Pekiii...

Şimdi ne yapacaksın?

Geç aynanın karşısına.

İndir yakanı.

Çık dışarı.

Haydi...

Yapabilirsin!!!

Yazının devamı...

Yakasını kaldıran adam

Hani geçen gün laf arasında geçmişti, “Tişörtünün yakasını kaldıran adamdan bi b.k olmaz” diye...

O gün öyle laf arasında geçti ama aslında benim için bu, başlı başına işlenmesi gereken bir konuydu.

Üzerinde durmak gerekiyordu...

Niye?

Çünkü çoğalmaya başladılar...

Çünkü etkilenenler var.

Görüp etkilenenler, giyip etkilenenler...

Etkilenmekten kastım “beğenme” anlamında değil tabii!!!

Etki var, etki var! Bir de etki-tepki var.

Bizimkisi tepki mahiyetinde...

Bir de tabii, ben taktım bunlara...

Gelin inceleyelim...

Bir adam neden tişörtünün yakalarını kaldırır?

Bana gelen bir mail’den yola çıkalım isterseniz.

Diyor ki:

- “Ben iş yerinde serbest günlerde, dışarıda, akşam gezmelerimde kısaca her yerde yakalarımı kaldırırım ama hiçbir amacı yok (kızların makyaj yapması gibi) gayri ihtiyari bir durum olmuş.”

Tıh!

Olmamış...

Hiç alakası yok!

Bir kere kızlar öyle amaçsız makyaj yapmazlar. Gayri ihtiyari de makyaj yapmazlar. Hatta hiçbir şeyi amaçsız ve gayri ihtiyari yapmazlar! O halde ben işin gerçeğini yazayım.

“Bir adam neden tişörtünün yakalarını kaldırır?”

Bunun iyi bir cevabı var ama onu da ben yazmam. Ben daha derin tahliller yapmayı tercih ederim! Mesela, bu adamın ruh haline bakarım.

Onunki biraz güneş gözlüğü takan adamın ruh haline benzer.

Kendisini farklı görür. Farklı görmek ister.

Yakalarını kaldırınca, kendisini de kaldırmış gibi hisseder.

Olay şöyle gelişir:

Şimdi bu giyinip aynanın karşısına geçer, bakar. İyidir hoştur da, herkes gibidir.

Ne yapsa?

Yakasını kaldırır.

Herkesinki düzdür ya!

Bir de başka ne yapacak? Pantolonun paçasını kaldırsa olmaz, ayakkabısı hiç olmaz. Havada duracak bir şey olması lazım. Ki, o da havalı olsun!

Evet bir cesaret, yakalarını kaldırır.

Bir daha bakar aynaya...

Bir daha...

Bir daha...

Sonra indirir.

Bir anda eski kendini görür. Sıradan adamı...

İşte o anda kesin kararını vermiştir. Yakalar kalkacaktır.

O sırada adeta kişilik değiştirir. Dönüşür.

Olmak istediği adama dönüşür.

Yani yakaları indir, kendisini çıplak yakalanmış gibi hisseder.

O çıplak hali, kendisidir aslında! Kendisini de pek sevmez herhalde...

Yakalardan güvensiz ama kendinden emin dışarı çıkar.

Dışarıda da mücadeleli bir hayat onu beklemektedir.

Sevgilisi ya da eşi durmadan yakalarını indirmeye çalışır. O indirir, bu kaldırır... Uzlaşmalarına imkân yoktur.

Ya da bir arkadaşına rastlar değil mi? Hemen “Yakan kalkmış” der ve düzeltir.

Bizimkinin tepesi atar. İçinden ne söylediği bellidir:

“Sanki bilmiyorum. Bırak ya! Sana ne ya!”

Onlar kendilerini böyle severler ama kadınlar yakaları kalkık erkekleri sevmezler.

Onu da sonra yazarım...

Yazının devamı...

Çıplak kitap okuma modası

Evet, yanlış okumadınız, aynen öyle! Çıplak kitap okuma moda olmuş!

Hayır, “Herkes çıplak kitap okusun” gibi bir şey değil bu.

Zaten olur mu öyle şey!

Hele bizde!

Zaten kitap okunmuyor, çıplak hiç okunmaz!

Bizim insanımız çıplak sadece iki iş yapar. Bir, yıkanır; ikincisi de...

Yani soyunacak, eline kitap alacak ve onu okuyacak!

Tıh! Olacak iş değil! En fazla eline dergi alır, onu da okumaz zaten!

Bakar. Arayışın dozu kaçtı...

Bu, “Evren’e mesaj göndermeyi” bile aştı!

Ayrıca hadi diyelim ki, moda oldu, uyacaksın... Ama neden çıplak kitap okuyacaksın ki?

Yani her modanın bir nedeni var değil mi? Mesela platform ayakkabılar çaktırmadan boy uzatmak için... Mesela roze şarap, diğerlerinden sıkıldığımız için...

Peki çıplak okumak niye?

“Zaten okuduğumuzu anlamıyoruz, bari bir nedeni olsun“ diye...

“Zaten okuduğumuzu unutuyoruz, bir çağrışımı olsun” diye...

“Eveeet... Bu kitabı çıplak okumuştuuuum!“ falan...

Yok canım, saçma! Haberi okuyalım bakalım, ne diyor?

Bu moda, New York, Kopenhag ve Londra’da başlamış.

Buraya gelir mi bilmem.

Aslında bizde ikoncanlar zaten çıplağa yakın ama kitap okurlar mı onu da bilemem!

Aslında hiç de fena fikir değil.

Bodrum’da iskele localarında okuma seansları düzenleseler...

Hadi Shakespeare‘i de geçtim, Elif Şafak falan okusalar!

Hiç olmazsa toplumsal gelişime faydaları olmaz mı?

Ya da Elif Şafak okusun.

Biz anlayamıyoruz ya onun promosyon çalışmalarını! Ama bunu anlarız. Moda ya!

O çıplak falan okumaz tabii... Ama erkek kılığında okursa da kimse gelmez! En iyisi dinleyiciler bornozla gelsin! Şaka şaka!

Şimdi olay şöyle gelişiyormuş:

Bornozlarıyla kulübe gelen dört model, çoğunluğunu genç çiftlerin oluşturduğu kalabalığın önünde soyunduktan sonra şaraplarını yudumlayarak kitap okumaya başlıyorlarmış.

Bu da sanat için soyunmak gibi bir şey herhalde!

Edebiyat için soyunmak! Ama bizim sanatçılar genellikle sosyal içerikli projeler için soyunur.

Ben de bunu anlamam! Zira onlar soyununca bizim o konudaki sosyal bilincimiz kuvvetlenmez. Sadece memelere bakarız.

Zaten bizimkiler sanat için soyunmaz.

Ver bir sosyal proje, soyunsun; ama çevirdiği filmde soyunmaz.

Kitap okumak için soyunurlar mı bilemem? Sosyal bir tarafı var ama... Dağıttım yine konuyu...

Şimdi bunlar bornozla, şarapla kitap okumaya başlıyorlarmış ya...

İşin içine şarap girdi şimdi de...

Olaylar gelişiyor farkında mısınız? Sonu nereye varacak, çok merak ediyorum, bir de korkuyorum:)))

Ama okudukları kitaplar da öyle eften püften kitaplar değil ha! Shakespeare, Oscar Wilde, Henrik Ibsen gibi yazarlardan...

Düşünsene... Beyaz bornozlu bir kadın... Bir elinde şarap bir elinde Sheakespeare...

Okuyor:

“Aslında hiçbir şey iyi veya kötü değildir. Her şey bizim onlar hakkında düşündüğümüze bağlıdır.“

Onun için...

Öyle kötü şeyler düşünmeyin!

Kadın sadece kitap okuyor!

Yazının devamı...

Kendinizi nasıl bilirsiniz?

Hadi bugün bizden bahsedelim...

Kendimizden...

Kendinizi nasıl bilirsiniz?

Ama önce şu “iyi insan” meselesini çözelim.

Herkes kendisini iyi insan zanneder ya, ondan bahsedelim.

Herkes “iyiyse” kim kötü o zaman?

Büyük günah işleyenler mi?

Küçük günah işleyenler de mi?

Hayır.

Çünkü onlar hepimiz içinde gizli bir yerlerde ortaya çıkmak, çıkabilmek için sırasını bekliyor. Ve insan hayatında öyle olaylarla, öyle kişilerle karşılaşıyor ki, o sırasını bekleyen günahlardan biri, bir anda, hem de ağzı sulanarak hortlayıveriyor.

Biz de şeytana uyuveriyoruz.


Hem de dibine kadar!

Bir bakıyorsun, “Hayatta yapmam” dediğin olayın başrolündesin...

Bir bakıyorsun, “En fazla eleştirdiğini” sen yapıyorsun...

O halde kendini tarif ettiğinde, ne dersin?

Kendi kendine veya başkasına kendini anlattığında...

Kolay.

İstediğin kadar anlat!

“Ben yalanı, yalancıyı hiç sevmem” de.

Sanki başkaları severmiş gibi!

Sanki hiç yalan söylemezmişsin gibi!

“Ben hiç inatçı değilim” de.

İki diretenden inatçı olanın sen olmadığını nereden biliyorsan?

“Ben kibirli değilimdir” de.

“Öfkeli ve açgözlü hiç değilim” de.

De yani...

Sen kendini öyle zannet.

Sonra bir de seni sana anlatanlara bak.

Seni nasıl tarif ediyorlar...

Orada hiç bilmediğin huylarına rastlarsın.

“A-a! Ben mi?” diye şaşıracağın taraflarınla tanışırsın.
Şaşırırsın.

İstediğin kadar itiraz et, “Ben öyle değilim” de, fark etmez. Seni öyle görmüş, öyle bir halini yakalamış. Sana mı inanacak, kendisine mi?

İşte tam da burada, aklıma şu soru takılır:

“Aslında başkalarının tarif ettiği gibi biri miyiz?”

Onlar bize karşı daha mı objektif yoksa daha mı yüzeyseller?

Hissettiğimiz gibi değil de, göründüğümüz gibi miyiz
yani?

Onlar nasıl görüyorsa öyle!

Yoksa biraz öyle, biraz böyle miyiz?

Fifty-fifty...

Biraz onlardan, biraz bizden, ortaya karışık...

Bu kadarla kalsa yine iyi!

Bir de her yeni durumda, her krizde, her bir farklı kişiyle farklı biri oluyoruz...

O halde söyler misiniz?

Kendinizi nasıl bilirsiniz?

Kimsiniz siz?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.