Şampiy10
Magazin
Gündem

Kadınlar neden affetmez?

Kadınların affetmediğine geçen gün değinmiştik.

Daha doğrusu affetmeyi bilmediklerine...

Hatta “Ya gerçekten affet ya da bırak” diye konuyu bağlamıştım. Yoksa cehhenem hayatı yaşarsın diyerekten...

Ama ilginçtir ki, kadınlar bırakmayı da bilmiyorlar.

Ayrılmayı diyelim daha iyi. Ayrılmayı bilmiyorlar.

Tabii ayrılmak isteyen taraf kendisi değilse!

Geçenlerde, Ayşe Arman‘ın bir söyleşisi yayımlandı; Ahu Aysal‘la... (Galatasaray Kulubü Başkanı Ünal Aysal’ın boşandığı eşi ve Les Ottomans‘ın sahibesi.)

Boşanmalarını şöyle anlatıyordu:

“Bir gün kahvaltıda, ‘Ünalcığım, beraber olduğun bir kadın var mı hayatında?’ dedim. ‘Var’ dedi. ‘Tamam’ dedim, ‘O zaman seninle bir oturup konuşalım, olur mu?’ ‘Olur’ dedi. Kızlarım başta beni çok suçladı. ‘Neden ayrılıyorsun? Neden gitmesine izin veriyorsun. Verme! Dayan! Diren!’ Ama ben, bana bir sürü güzellik yaşatmış adamın hayatını daha fazla zorlaştırmak istemedim. Kızlarım da bugün anladı ki, ben doğrusu yaptım.”

Röportajın sonuna geldiğimde, “İşte!” dedim, “Demek ki doğru düzgün de ayrılabiliniyormuş.” “Ayrılmayı bilen kadın böyle olur.”

Daha doğrusu, “Ayrılmak budur!“ dedim.

Hatta biraz daha ileri gittim, “Onurlu kadın böyle olur!“ diye de ekledim.

Kavgalı, rezili çıkan boşanmaları ya da boşanamamaları öyle çok görüyoruz ki, sanki başka türlüsü olmazmış gibi!

Şimdi diyeceksiniz ki, “E, maddi açıdan kuvvetli olunca, onur da yerinde kalıyor.”

Gerçekten çaresiz kadınların durumları hariç, onlar apayrı bir konu...

Ama...

Şehirli ve çalışan kadınlar için ne diyeceksiniz?

Benim lafım hazır:

“Hırsları onurlarını yeniyor.”

Evet o röportajı okuduktan ve “Ne güzel ayrılmayı bilenler de var” dedikten sonra hemen aklıma başka bir şey geldi:

Kimi ayrılıyor ama çoğu da ayrılmama savaşını veriyor...

Bahsettiğimiz konu, affetmeyi de bilmiyorlar.

Sürekli bir bedel ödetme, anlamaya çalışma, detay merakı, kontrol etmelerle geçiyor günler...

Bir türlü affedemiyorlar...

Peki kadınlar neden affedemiyor?

Neden?

Sanırım bunun cevabını biliyorum.

Galiba affedemedikleri adamlar değil.

Kendileri...

Hâlâ onunla birlikte olduğu için

Kendilerini affedemiyorlar...

Yazının devamı...

Anneler ve kuzuları...

Arada kaldım...

Aslında o konuya dönmeye hiç niyetim

yoktu.

“Anneler ve oğulları” konusuna...

Anlatacak çok güzel detaylar olmasına rağmen, “Boşver Dilek, tadında kalsın” demiştim.

Ta ki, o mail’i alana dek!

Beni olduğum yere mıhlayan o mail’i...

l “Ben de dana cinsinin bir ferdi olarak ‘Analar ve oğullar’la ilgili tecrübemi diğer danalarla paylaşayım istedim.

Ailem ve çocuklarım hayatımın merkezini oluştursalar da, anneme hep bir sevgili gibi davrandım. Farklı bir şehirde yaşamasına rağmen her ay onu görmek için bir iş, bir fırsat yarattım. Onunla baş başa yemekler yedim, ona sürprizler yaptım, hediyeler aldım. Her gün aradım. Kalp hastasıydı, yaşıtlarımdan daha önce annemden ayrılacağımı biliyordum. Öyle de oldu. Sevgilimi erken kaybettim. Anneye sevgili gibi davranmak çok zor. Hemen damgalarlar, ‘ana kuzusu‘ diye. Bu konuda da çevre ve arkadaşlar, alışılmışın dışına çıkınca dalga geçerler. Karın kıskanır. Zordur yani anneyle sevgili olmak. On yıl oldu, eksikliği hâlâ içimi yakar. Ancak dana esprisi bir yana, hemcinslerime tavsiyem, annelerine bir sevgili gibi özen göstermeleri. Allah sırayı bozmazsa, analar misafir. Onları kaybettiğimizde tek tesellimiz, onlara sevgili gibi davranmış olmamızın verdiği iç huzuru.

Emin olun bu çok doğru bir tecrübe.

Allah tüm kuzuları analarına bağışlasın. Analarını da evlatlarına...”



Kaldım.

Tıpkı sizin gibi öyle, olduğum yerde kaldım.

Kollarım düştü.

Gözlerim doldu.

Ağladım mı, hatırlamıyorum...

Ama hayat çok tuhaf...

Algılar çok kararsız...

Kimi zaman çok

acımasız...

Niye mi?

Şimdi size hemen arkasından gelen mail’i aktaracağım; niyesini anlayacaksınız...

l“Bir de anneleriye her gün konuşan oğullar vardır ki, hiç çekilmezler. Yanlış anlaşılma olmasın, ‘ana kuzusu‘ tiplerden bahsetmiyorum, onlar apayrı bir yazı konusu bence... Anneleriyle her gün konuşan hatta uzun uzun sohbetler edebilen erkeklerden söz ediyorum. Hayır yani ne bulursunuz bu kadar konuşacak bilemiyorum. Biz kızlar bile her gün arasak da 5 dk’lık bir konuşma sonrası telefonu kapatırız. Onlar bu kadar konuyu ve de her gün, nerden buluyolar hiç anlamıyorum. Tabii bu arada konuyu bulan annelerdir genelde:) Belki anne olunca anlicam bu konuları ama hiç de çekilesi bir durum değil. Yani yanındaki adamın böyle bir durumda olması insanın ruhu sıkılıyor. Biz kızlar ailesine düşkün erkekler isteriz, ‘Ailesine bağlı olan, ilerde kendi kurduğu aileye de bağlı olur’ deriz ama bu da biraz sıkıntılı bir durum:(”



E, o da haklı.

Olmaz ki öyle her gün, her gün...

Dedim ya...

Arada kaldım.

Kalakaldım...

Kollarım düştü.

Evet, galiba biraz

ağladım...

Yazının devamı...

Affetmeyi öğreneceksin...

Yani bilmiyorsan, öğreneceksin.

“Bunu bilmeyecek ne var?” demesin kimse!

Kalıbımı basarım, “Biliyorum” diyen, “O-hooo... Kaç kere, kimleri affettim” diyen 100 kişiden 1’i çıkar. Gerçekten affeden

1 kişi...

Hele hele ilişkilerde...

Hele hele evliliklerde...

Şöyle bir etrafıma bakıyorum da; “İlişkilerde, evliliklerde neler olup bitiyor?”, “Bir yenilik ya da bir eskilik var mı?” diye; evet, var.

Bir durgunluk var.

Ama bu durgunluk, hiç hoş değil.

Fırtına öncesi sessizliği gibi!

Fazla sessiz...

Böyle sessizliklerden rahatsız olurum ben.

Bozarım.

O halde önce evliliklerdeki sessizliklerden başlayayım...

Normal, sıkıcı evlilikler bizim alanımızda değil.

Şimdilik!

5-6 senedir çalkantılar yaşayanlardan söz ediyorum. Çoğunlukla kocaların aldattığı, kadınların o yılları çok fena geçirdiği evliliklerden...

Görüyorum ki, taşlar yerine oturdu.

Giden gitti, kalan sağlar bizimdir!

Evet büyük bir kısmı da evine geri

döndü.

“Özür diledi” eşi de onu affetti.

En azından onu eve, yaşamına kabul etti. E bu da bir nevi af değil mi?

Şartlı şurtlu olsa da...

Affettiler ya da kabul ettiler ama...

Buna affetme denirse...

Dedim ya, kalan sağlar bizimdir diye; şimdi sıra geldi onları yaralamaya...

O yılların öcünü almaya...

Kimi onu da kendisi kadar acıtmak istiyor, kimi de kendisini rahatlatmak.

Amaç ne olursa olsun, artık hiçbir şey eskisi gibi değil.

Bırak eskisini, yenisi de hiç iyi değil.

Niye biliyor musunuz?

Çünkü affetmeyi bilmiyoruz.

Öyle “Affettim” demekle, “Eve kabul etmekle” olmuyor bu iş.

Affettiğin zaman gerçekten affedeceksin.

Unutacaksın olan biteni...

Gömeceksin ve hiçbir zaman ziyaretine gitmeyeceksin.

O yıllardan detay arayarak...

Ceza vererek...

Burnundan getirerek olmaz.

Bu affetmek olmaz!

Olsa olsa hayatınızın içine etmek olur. Hem onun ama asıl önemlisi hem de

senin...

Ya affetmeyeceksin, bırakacaksın gitsin...

Ya da gerçekten affedeceksin.

Ama bir bedel ödetmeye kalkarsan...

Bil ki o bedelin yarısını belki de daha fazlasını sen ödersin. Hayatın eskisinden de daha fazla cehenneme döner.

Arada belki başka bir kadın olmaz ama hiç küçülmeyen koskoca bir kin bulutu kaybolmaz.

Daha mutlu olmazsın.

Daha rahat da olmazsın.

Demek ki neymiş?

Bilmiyorsan...

Affetmeyi öğreneceksin!

Yazının devamı...

Anneler ve oğulları...

Erkek çocuklar annelerini çok sever.

Hem de çok...

Anneler de oğullarını çok sever.

Hem de çok...

Ama aralarında şöyle bir fark vardır:

Oğullar, annelerini ne kadar çok sevdiklerini onu kaybettikleri zaman anlarlar.

Ağlarlar...

İçleri yanar.

Hayattayken göstermedikleri özeni ve önemi de o zaman gösterirler.

Hayattayken haftada bir gün, o da telefon alarmıyla ya da başka bir uyarıcıyla ararlar onu fakat kaybettikten sonra çook ama çok yâdederler.

Sağken aramadıkları kadar...

Evine gidip karşılıklı bir kahve bile içmedikleri annelerinin mezarı başından ayrılamazlar...

Ama anneler...

Oğullarına verdikleri önemi ve sevgiyi her zaman açık açık gösterirler.

Haftada bir gün ve sadece telefonla aransalar bile...

Hele hele evlendikten sonra...

El kızını bin kere tercih etse bile...

Hiçbir sıkıntısını.

Hiçbir derdini paylaşmasa bile...

Oğullarını çok severler.

Hem de çok...

Kızlarını da severler tabii...

Kızları da annelerini...

Hastanelere bakın, annelerin babaların yanında oğulları yoktur.

Hep kızları vardır.

“Anne gel, bu taraftan...” diyen kızlar...

Her sabah telefonla arayan da kızlarıdır.

Ses tonundan o gün nasıl olduğunu hatta tansiyonunun kaç olduğunu bile anlayan, kızlarıdır.

Her gününün saat saat nasıl geçtiğini de onlar bilir.

Oğulları için üzüldüğünü ki mutlaka üzülürler, neşelendikleri her konuyu da...

Günbegün, yılların geçtiğini kızları bilir.

Ama olsun...

Anneler yine de oğullarını daha çok severler.

“Kız çocuk babaya, erkek çocuk anneye düşkündür” falan değil, ben sadece anne-oğul düşkünlüğünden söz ediyorum.

Hem de modern şehirli ailelerden bahsediyorum.

Yook, “Anneler çocuk ayırt etmez” demeyin.

Ederler...

Tamam, ikisini de severler hatta ikisi için de canlarını verirler ama ayırt da ederler...

Üstelik bu durum ailede herkesçe çoktan kabul edilmiştir bile.

Bazıları kıskanır.

Ama kıskançlık çare değildir.

Bununla baş etmenin tek yolu vardır:

“Ben annemi koşulsuz seviyorum” demek...

Erkek çocuklar annelerini çok sever.

Hem de çok...

Anneler de oğullarını çok sever.

Hem de çok...

Ama aralarında şöyle bir fark vardır:

Oğullar, annelerini ne kadar çok sevdiklerini onu kaybettikleri zaman anlarlar.

Ha, bir de...

Başka birinin annesi öldüğünde...

Akıllarına kendi anneleri gelir.

Hemen telefon ederler!

Telefon...

“Annem, nasılsın? Bir ihtiyacın var mı?”

“Yok oğlum. Ne olsun?”

Oysa vardır.

Onu görmek istiyordur.

Daha çok görmek...

Yazının devamı...

Kalbe giden yol, nereden geçer?

Hamlelerden söz ediyorduk, araya bir ofis danası girdi.

Onun hesabını keseceğiz, biraz bekleyelim.

Bu arada “ilk hamle” meselesine dönelim. O konuyu tamamlayalım...

Özellikle de ilk öpüşmeyi...

Çünkü hepimizin bildiği ama üzerinde durulması gereken bir gerçek ortaya çıktı.

Önce bir iki örnek vereyim...

Mesela biri diyor ki:

* “Valla benim daha güzel bir yöntemim var. Oldu bittiye getirmek :)

İlk buluşmada öpüşmüyorum. İkinci buluşmada, daha ilk karşılaşmada çok doğal bir şekilde sarılıp öpüyorum. O zaman hiçbir şey diyemiyorsunuz! :) Daha sonra zaten ‘Eee bir kere öptü artık” deyip diğer öpüşmelerin önündeki engelleri kaldırıyorlar.”

Öteki açık açık yazmış:

* “İlk hareket veya öpücük zordur. Zor ve erkek için çok önemlidir... Niçin? Çünkü ilk hareketin şekli ne olursa olsun erkek eğer tokat yemediyse zafere ulaşmıştır. Erkek bugün ilk defa öptüğü kadının yarın kalbine gireceğini bilir!”



Nereye takıldığımı anladınız herhalde...

Öpen kadın yarın öbür gün kalbini de verir mi? Yani bir kadının kalbine giden yol oradan mı geçer?

Öpüşmesinden...

İlk öpücükten...

E, baksanıza öyle diyorlar!

Zaten kime sorsan öyle der, değil mi?

Ne olacak yani? Öpüş öpüş nereye kadar? Elbet olay ilerleyecek!

Yani bir kadın bir erkekle bir kere öpüşmüşse, olay bitmiş gibidir!

Mi?

Hiç orada kaldığı olmaz mı?

Olur tabii...

Olur ama kimsenin beklentisi bu değildir.

Erkeğinki malum ama kadınınki...

Kadının durumu burada farklıdır.

Nasıl anlatsam? Erkeğin beklentisinin farkındadır ama kendi beklentisinin ne olduğuna henüz karar vermemiştir.

Yani adam “Tamam oldu bu iş” derken kadın, “Ne yapsam acaba?” diye hâlâ düşünmektedir... Üstelik iki taraf da bu durumun farkındadır. Birbirlerinin aklından geçenlerin...

Orada, o sırada bir muharebe yaşanmaktadır aslında...

Kadının aklından geçenler...

Erkeğin aklından geçenler...

Erkeğin psikolojik üstünlüğü, fiziksel beceriksizliği...

Kadının psikolojik ezikliği, fiziksel yetersizliği... Hepsi birbirine girmiştir.

İşte bu yüzden de kadın “tam o sırada” garip davranışlar, tutarsız tavırlar içine girebilir. Çünkü o beklentinin ağırlığı altında ezilir.

Kimi zaman hatta çoğu zaman, sırf o ezikliğinden, “ayıp olmasın!” diye kalbini de verir. Çünkü çoğu zaman da şu düşünceler içine girer:

“İlk olmadığını biliyor, çekinmemem mi gerekiyor? Ama çekiniyorum.”

“Ne yani sanki ilk defa benimle mi birlikte oluyorsun? Yok bir de verme!” (Kalbini...)

Yani adamlar kadınlara utanma, çekinme hakkı tanımaz.

Öyle bir hakları olamaz!

Niye olmuyorsa?

Öyle bir olur ki!

Olur da... Bu haklarını kullanmayı...

“Hayır” demeyi, hatta “hayır” bile demeden olayı orada kesmeyi...

O eziklikten kurtulmayı da zamanla öğrenir. Tecrübeyle değil...

Zamanla.

Yazının devamı...

Biz bu danaya ne yapalım?

Keselim mi?

Kısırlaştıralım mı?

Ne yapalım?

Dünkü “Ofis danası”ndan bahsediyorum... (Bknz: Dünkü yazı)
Güzel teklifler var, bakalım isterseniz...



* “Bu tip karakterlerin yatak aktiviteleri düşük ve penisleri küçüktür... Son derece gizli çalışıp kızımızın, ERKEK görünümlü bu İ...NİN küçük halini mutlaka görüntüleyip (gizli adresle) yayınlamalı ve bu şerefsiz sabah çayını içemeden ofisi terk etmeli... Yapın bunu vallaha beni de bilgilendirin, ben de göreyim...”

* “Bu ofis danalarının yediği haltı yutmadıklarını anlatmak ve de ders vermek için kadınlar birleşip bir kuduz aşısı hediye etmeli, dananın kudurukluğu geçip özür dileyinceye kadar selam dahi vermemeliler.”

* “Valla bu öküz hemcinsimizin yarattığı sığ terör ancak tek şekilde çözülür. Hanımefendiler 2-3 kişi bir araya gelerek bu öküz kardeşimizi dışarı çıkarıp 1-2 saat içirsinler ki mantık süzgeci genişlesin. Sonra ‘Seninle birlikte olmak için çıldırıyoruz, hadi bize gidelim’ oyunu... (Bu öküzler bu fikre delirir -3 kızla birden-) Sonra salonda elinde viski bardağı müzikler... ‘Biz geliyoruz’ numarası çekip içeriye geçsinler. Daha önceden bekleyen 3 yarma onların yerine salona geçip taciz etsin. Hanımefendiler de bi zahmet fotoğraf çeksin. Panikle kaçan domuzumuza yollanacak 1-2 fotoğraf kaçış anında cebine düşsün. O travma ona ülkeyi değiştirtir. Hele sabah iş yerinde yapılacak muzip gülüşler. Arkadaşlarının yanındaki küçük imalar ne lâtif verir ama. Bir erkekten size bu tavsiye. Libidosunu yerin 40 metre dibine gömün.”

* “Asla eleştirmiyorum çünkü kısa bir süre önce, ne kadar büyük bir yalan yaşatılmış olduğumu öğrenmenin acısını ben de yaşadım. Bunlar sadece ‘ofis danaları’ değil aslında bu türlerden her ortamda var ve korkunç yalan söyleme potansiyeline sahipler. Ne yapmamız gerektiğine gelince, Tanrı’ya havale etmeliyiz bence. Kendi tuzaklarına düşüyorlar sonunda çünkü...”

* “Bir ‘dana’ istediği gibi ona buna yazabilir. Bunu anlayan sevgili ya da diğer kadınlar rahatça terk seçimlerini kullanabilirler. Ancak en fenası mahremiyeti yani sevgilinin fotosunu yayınlamak. Ceza: Bir kadın ona mavi boncuk verir, sonra da takmaz, iplemez. Herkese de iktidarsız olduğunu söyler:)”

* “Kızlar hepsi konuyu biliyorlarsa kendi aralarında örgütlenip aynı gün buluşmayı ayarlasınlar. İçlerinden biri (SMS veya e-mail’la ya da telefon ederek) bu görevi (görev diyorum çünkü bir baskın yapıp adamı aşağılamak görevleri olacak) üstlenecek. Yer ve zamanı ayarlayıp planı devreye sokacaklar.

Plan: Kaç kız varsa buluşulacakları (kendi seçtikleri yer) mekâna erken gidip konuşlanacaklar. Sözde sevgili ile adam dışarıda buluşup bu mekâna gidecekler. Diğer kadınlar da mekâna gelmeden kamera vs. her şeyi hazır tutacaklar. Eve veya belirlenen mekâna gelindiğinde sevgili adama hazırlanması için zaman tanıyacak (soyunmaydı vs.) sonra prosedürlere geçilecek. İşte bu esnada sevgili adama fantazi kurma isteğini belirtecek. Yanında getirdiği (film gibi oldu) kelepçelerle ya da iplerle adamı çıplak halde yatağa bağlayacak sonra da bütün kızlar çıkıp adamın resimlerini çekip suratına tükürüp bye bye diyecekler.”

* “Verin internete o dananın adını, soyadını ve telefon numarasını ‘indirimli’ diye, ‘sezon sonu itibariyle fiyatımı kırdım’ diye de ekleyin notu. Bitti gitti. Uğraşsın dursun dana.”

Yazının devamı...

Ofis danaları...

Evet.

Bir de bunlardan var...

Ofis danaları...

Bazı ofislerde yaşıyor, oralarda hayat buluyorlar.

Ama genelde bunların ömürleri çok uzun olmuyor.

Tıpkı şimdi yazacağım dananınki gibi...

Dün sabah aldım bu mail’i...

İlk tepkim şuydu:

“Demek ki hâlâ bunlardan kalmış!”

Mail sahibinden izin alarak sizinle de paylaşmak istedim.

Niye biliyor musunuz?

Şu dananın biletini birlikte keselim diye...

Buyrun:

- “Halihazırda beynimi kurcalayan ve beni inanılmaz derecede rahatsız eden bir konu bu ofis danaları...

Konu da şu: Ofisteki her kıza, ‘Senden çok etkileniyorum canım cicim’ mesajlarıyla yaklaşan, kendini bişey sanan dana, sonunda yakayı ele verdi.

Tüm kızlar bir akşam bir aradayken çorap söküğü gibi geldi. Birisiyle zaten berabermiş, kız kafayı yemiş, 2 haftadır depresyon izninde. Bir diğeri sürekli inkâr modunda ama elinde telefon, sürekli yazışmakta... Birimizle pazar görüşecek diye haberleşmiş ama cumartesi zaten hatun avına clubbing’e gidiliyormuş vs. vs... En iğrenci de, adam beraber olduğu bir arkadaşımızın uyurken yatakta fotoğraflarını çekip ofisteki diğer erkeklere göstermiş. İnanabiliyor musunuz?

Kıza bunu söyleseler, hani ‘güvenme bu adama’ deseler, intihar etmesinden korkuyorlar ve bunca yaptıkları yanına kâr kalıyor bu dananın...

Bazen avukat olup bunların donuna kadar alsam diyorum...

Bunca şeyi yapmasının ardında eminim ki kendi iktidarsızlığını örtme, geçmişi ile ilgili bir şeylerin acısını çıkarma çabası vb. bir sebebi var.

Acıyorum...

Ama bize de acıyorum...

Şimdi ne yapalım biz bu adama?

Bir oyuna getirip yaptığından pişman olmasını sağlamayı o kadar çok ama çok istiyorum ki...”



Olay bu.

Bu danaya ne yapmak lazım?

Size de soruyorum ama sakın eleştirmeye kalkışmayın. “Kadınlar da anlamadılar mı?”, “Onların da suçu var!” gibi tepkilere hiç gerek yok. Ayrıca bunların önemi de yok!

Zaman, tepki zamanı değil.

Kafa kafaya vermemiz lazım. Yani özellikle erkeklerden de öneri bekliyorum. Hani, belki samimi olabilirler diye...

Olabilir misiniz?

Şimdi soruyu tekrar ediyorum:

Bu danaya ne yapmak lazım?

Yazının devamı...

İlk hamle!

Konuyu ilk hamlelere getirecektim ya, nihayet sıra ona geldi.

Hatırlarsanız, “Bizim danaları İtalya’ya kursa gönderelim”den yola çıktık...

Giyinmeyi, yeme-içmeyi, bakmayı, dokunmayı öğrensinler diye...

Ama öğrenmeleri gereken daha önemli bir şey daha var. Zaman zaman aklıma takılan bir şey...

Ne biliyor musunuz?

İlk hamle!

İlk yanına geliş...

İlk dokunuş...

İlk öpüşme...

Genellikle hatta yüzde 90 erkekten beklenir ya... Ki bence doğrusu da bu, işte o ilk hamleyi hep merak etmişimdir.

Nasıl yaparlar?

Ne cesaret!

Bu ne özgüven!

Açıkça yazayım, o ilk hamlenin onlar üzerinde büyük bir yük oluşturduğunu düşünürüm.

Hem de hayatlarının bütün alanlarını etkileyecek kadar büyük bir yük!

Taşıdı, taşıdı; taşıyamadı, çöker!

O derece...

Düşünsene, senin nereye kadar, ne istediğini anlayacak ve bütün hareketlerini ona göre ayarlayacak.

Kadın istediğini açıkça belli ediyorsa tamam da, etmiyorsa...

Ki çoğunlukla etmez.

Biraz belli eder...

Biraz!

Onu da bunlar, anlamaz.

Direkt baksan bile arkasını kontrol eder, “Bana mı bakıyor?” diye...

Gözlerinin içini baka baka manalı bir laf etsen, bönleşir, “Bana mı söylüyor?” diye...

Böyle bir özgüven eksikliğinden ilk hamle gibi bir cesur bir hareket çıkması gerekiyor...

Nasıl olacaksa!

Zaten pek oluyor da sayılmaz!!!

Oluyor da, Allah ne verdiyse artık!

Onun için bunlar kadınların hep içkili olmasını yeğlerler ya...

Hatta kendisinin de...

Olmazsa, “Pardon içkiliydim...” ayağına yatacak ya!

Bu kadarını çıkarıyorum da, merak ettiğim bir an var:

O an...

O cesareti buldukları an.

Yanına geldikleri...

Eline uzandıkları...

Öpmeye kalkıştıkları...

Kendilerini doldurmaları mı gerekiyor, nedir?

Yok yok! Bence bunlar daha yemekteyken planlarını yapıyorlar.

Yani yemekten sonra olan hiçbir şey spontan gelişmiyor!

Hele hele dana restorandan çıkmadan önce tuvalete gidiyorsa, tamam... Planını tamamlamış demektir. Çünkü yolda çişi gelirse planladıklarını yapamaz.

Sonra...

Arabaya binince uygulamaya geçerler...

Ortamı ağırlaştırır, arabayı da iyice yavaş kullanır, tenha yolları tercih eder falan...

Bundan sonrası danasına göre değişiyor sanırım.
Kolayca sınıflandırabiliriz:

* Cahil cesaretliler: Bunlar ben istiyorsam o da istiyordur mantığıyla yola çıkar. Tokat yemeyi göze alırlar.

* Narsistler: “O da kesin ‘beni öpse’ diye can atıyordur” diyenler... Niye tokat yediklerini bir türlü anlamazlar. Ya da hep, “kadın manyak!”tır.

* İş bitiriciler: Hemen müziği açar ve şiir okurlar, “Yoksuluz, gecelerimiz çok kısa/ Dört nala sevişmek lazım“ Adamın pardon dananın niyeti belli, karar senin yani...

* Tedirginler: Öpsem mi öpmesem mi derken her şeyi yüzüne gözüne bulaştırır. Öpecek gibi hamle yapıp öpmeyebilir. Ama bu onun tecrübesiz olduğunu göstermez.

Yani...

Üzerinde düşündüklerinden midir, nedir; “ilk hamle”de başarılı değiller.

Ama bunu İtalyanlardan öğrenebilrler mi, bilmiyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.