Şampiy10
Magazin
Gündem

Her gece David Beckham’la yatmak!

Film ismi gibi değil mi?

Ama içinde yatmak kelimesi geçse de, dramatik bir çağrışımı var.

Yoksa bana mı öyle geliyor?

“Yatmak” deyince sadece yatıp uyumak mı aklıma geliyor?

Vah! Vah!

Cümlenin içinde, “yatmak”la birlikte David Beckham ismi geçse bile mi?

Yok artık!

O kadar da değil! Sadece uyumayı düşünmem yani!!!

Ama her gece yatsan?

1,2,3 değil, her gece...

Ne var?

Her gece David Beckham’la yatan bir kadın var.

İşte o kadına, Victoria Beckham‘a, “Uyumayı mı seksi mi tercih edersiniz?” diye sormuşlar!

Ünlü bir dergi sormuş bu soruyu.

Ben olsam o röportajcıyı işten atardım! Soruyu yönelttiği kadına ve kocasına bak!

Sanki bana soruyor!

“Ruhen ve bedenen gelişmemiş adamlardan biriyle yatmayı mı, TV’de dizi film seyretmeyi mi yoksa uyumayı mı tercih edersiniz?”

“Tabii ki...”

A! Ben de cevap vermeye kalkıyorum!!!

Kadın da tabii ki, “Seksi tercih ederim!” diye cevap vermiş. Bu kadarla da yetinmemiş:

“Her gece yatağa David Beckham’la giriyorum. Eğer size ‘uyumayı’ deseydim bu, bir yerde bir şeylerin yanlış gittiğini gösterirdi.”

Hızlarını alamamışlar başka ünlülere de seks hayatlarını sormuşlar.

Mesela Demi Moore’a...

Kendisinden yaşça küçük kocası Ashton Kutcher’la olan birlikteliğinden söz ederken, genç biriyle cinsel hayatın onu olduğundan daha genç hissettirdiğini ve genç kalmasına yardım ettiğini söylemiş.

“Seks daha çok endorfin salgılamanıza yardımcı oluyor. Fakat bundan daha fazlası var: Sadece cinselliği değil, kaliteli bir hayatı paylaşıyorsunuz birlikte. Şunu da biliyorum ki olduğum kişi olarak beni seven biri var hayatımda. Beni kusurlarımla seviyor ve bu da beni çok mutlu ediyor.”

Bu sözleri, kocası onu çıtır bir kızla aldatmadan önce söylemiş tabii!!! Şimdi endorfin düzeyi ne olmuştur, bilemiyorum.

Katy Perry‘e de sormuşlar...

Popun prensesi, eski nişanlısı Lothario Russell Brand’i evcilleştirdiğini söylüyormuş. Nasıl mı? İlk dışarıda buluşmalarından sonra hemen yatağa atlamamış. Russell’a dışarıda buluşma için ısrar etmiş ve romansları orada başlamış.

Yahu, bu yöntemle evcilleşse bizimkiler evcilleşirdi! Üç-beş, arsızlaşıyor bunlar, Katy’nin haberi yok!

Raquel Welch ne demiş sizce?

69 yaşındaki yıldız, “Seks her şey demek değildir” demiş. (Doğal olarak!)

“Seks, olduğundan fazla önemseniyor. Şanslıysanız seks, hayatınızda düzenli bir aktivite haline gelir ama hayatınızın tamamını kaplamaz, Şöyle de anlayabiliriz: Hayat, ana yemeğimiz; seks de ona tat veren baharat.”

İşte hepimizin geleceği nokta...

Yazının devamı...

45 dakikada aşk

45 dakikalık aşkı(!) duydum da, bunu duymamıştım:

45 dakikada aşk!

Bir araştırmaya göre, karşı cinsi 45 dakikada âşık etmek mümkünmüş.

45 dakika süren aşk nasıl oluyorsa, bu da öyledir kesin!

Ama yine de bakalım, haber ne diyor.

Daha doğrusu, nasıl oluyormuş bu iş...

Birbirlerini o güne kadar hiç tanımayan insanları yakın arkadaşlara dönüştürmek hatta duygusal bir ilişki yaşamalarını sağlamak için 36 soru hazırlanmış.

Denekler, bu soruları 45 dakika içinde birbirlerine sormuş.

Bakmışlar ki, 45 dakika geçmesine rağmen bunlar hâlâ sohbet ediyor. Hatta birbirlerine telefonlarını veriyorlar.

Deneklerin daha sonra da görüşmeye devam ettikleri görülmüş.

Hatta bu deneyin yapıldığı gruptan bir çift, evlenmiş.

Valla, 45 dakikada soracağım 36 soruyu doğru cevaplayan birini bulursam ben de...

Yok, evlenmem ama...

Ne yaparım?

Ne yapacam? Manyak mıyım ben? Adama 45 dakikada 36 soru soracağım!

Hadi sordum diyelim...

“Bu kadın deli midir nedir?” demeden bana cevap vermeye çalışan adamı...

Ne yapayım?

Yok!

Hiçbir şey yapmam. Elimi sürmem!

Heh hee...

Ama adamlar iddialı!

“45 dakikada âşık ederiz” diyorlar.

36 sorudan bazılarını da vermişler hatta. Peki onlara bakalım mı?

Bakalım...

Hatta ben cevap vereyim.



- “Herkesi davet etme şansın olsa akşam yemeğine kimi çağırırdın?”

(Seni çağırmayacağım kesin!)

- “Meşhur olmak ister miydin?”

(Yok! Ezilmeyi tercih ederim.)

- “Birine telefon açmadan önce ne diyeceğini düşünür müsün?”

(Benim bildiğim cevaplar düşünülür!)

- “Mükemmel gün nasıl olmalı?”

(Fırtınalı bir havada, hastanede!)

- “En son ne zaman şarkı söyledin?”

(Rahmetli Michael Jackson’la Kodak Theatre’da düet yaptık!)

- “Nasıl ölmek istersin?”

(Yanarak!)

- “Hayatta en çok şükrettiğin şey ne?”

(Böyle şeyleri yaşamıyor olmak!)

- “4 dakikada hayatını nasıl anlatırsın?”

(“My Way” şarkısını söylerim, kalan dakikada da, 3 takım elbise dikerim!))

- “En güzel hatıran nedir?”

(Hiç unutmam, bir keresinde hiç beklemeden ultrason çektirmiştim!)

- “En kötü anın nedir?”

(Galiba bu olacak!)

- “Senin için arkadaşlık ne demektir?”

(Bi gittir git! diyebilmektir.)

- “Senin için aşk ne demektir?”

(Seks demektir.)

- “Bir yıl içinde öleceğini bilsen hayatınla ilgili neyi değiştirmek isterdin?”

(Bir yıl içinde öleceğimi...)

- “Annenle ilişkin nasıl?”

(Hâlâ beni dövüyor!)

- “Uzun süredir hayalini kurduğun bir şey var mı?”

(Yok! Öyle aval aval geziniyom!)



Yahu, şu sorulara hem de 45 dakikada cevap veren adam ya da kadın ya şuursuzdur ya da bir an önce kalbini vermek istemektedir.

Ne yoruyorsunuz insanları?

Yazının devamı...

Oy birliğiyle tecavüz

26 erkek küçük bir kıza tecavüz etti.

Mardin 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nden 3 hâkim...

- savcı...

14. Ceza Dairesi’nden 5 yüksek hâkim..

- Yargıtay savcısı...

Toplam 10 hukuk adamı...

13 yaşındaki N. Ç’nin 26 erkekle rızasıyla cinsel ilişkiye girdiğini kabul etti.

Hem de oy birliğiyle!

Biri bile, “Hayır” dememiş.

Bu da yetmedi...

O 26 tecavüzcüye bir de iyi hal indirimi yaptılar.

İyi hal!

Kime iyi davrandılar acaba?

N. Ç’ye davranmadıkları kesin!

Yine bitmedi...

Aynı hâkim ve savcılar,

N. Ç’yi satan 2 kadını iffetsiz oldukları için 9 yıl hapse mahkûm etti.

Tamam, etsin.

Ama onlara iyi hal indirimi yapmadı.

İffetsiz oldukları için. O da tamam da...

Ne yani? Tecavüzcü 26 erkek çok mu iffetliydi?

Durun...

Durun, daha geliyor...

14. Ceza Dairesi Başkanı Fevzi Elmas, dün başından beri haberin takipçisi olan Kemal Göktaş‘la konuştu.

Diyor ki:

“Bütün gazeteler bir haftadır bunu yazıyor, medya bunu konuşuyor. Bu yayınlar, bu çocuğa travma geçirtir. Bu, çocuğu bunalıma sürüklemektir.”

Ha!?

26 tecavüz...

10 hukuk adamının ona “Kendi rızanla yaptın. Kendi isteğinle kendini sattırdın, kendi isteğinle cinsel ilişkiye girdin” kararı...

Bunlar travma yaratmadı!

Bunalıma sürüklemedi!

Şimdi onun hakkını korumaya çalışan medya suçlu oldu.

Birilerinin travma geçirdiği kesin de, kimlerin?

Gazeteler yazmasa, televizyonlarda haber olmasa N. Ç. çok mutlu olacaktı çünkü!

N. Ç’yi sanmam ama medya olaya el atmasaydı, sanırım başka birileri çok mutlu olacaktı.

Hem de çok!

Yazının devamı...

Tecavüze hoşgörü...

Olur mu?

Tecavüze hoşgörü diye bir şey olur mu?

Oluyor işte!

Bu kaçıncı?

Son bir sene içinde üçüncü büyük tecavüz davasını yazıyorum.

Ne acayip değil mi?

Büyük tecavüz!

Bu sefer de, “Tecavüzün büyüğü küçüğü olur mu?” diye hiç sormayın.

O da oluyor!

Küçük kızlara tecavüz ediyorlar...

Ya da 26 kişi tecavüz ediyor!

Oluyor yani!

Üstelik daha bilmediğimiz kimbilir kaç vaka daha var? Kimbilir duymadığımız, duyamadığımız neler var?

Sesini çıkaramayan kimler var?

Nasıl çıkarsınlar ki?

Baksanıza...

13 yaşındaki küçük bir kızın başına gelenlere...

Mahkeme kararını, “Rıza gösterdi mi, göstermedi mi?”ye göre alıyor!

13 yaşında küçük bir kız çocuğu 26 kişinin cinsel istismarına nasıl rıza gösterecekse!

13 yaşında küçük bir kızın 26 adamla cinsel ilişki isteyebileceğini kim düşünebilir yahu!

Ama düşünen var.

5 hâkim oy birliğiyle böyle bir karar almış.

Peki, niye bu sorudan yola çıkıyorlar?

Aslen daha az ceza vermek için.

Asıl soru da burada çıkıyor:

Niye daha az ceza vermek istiyorlar?

Niye biliyor musunuz?

Bu tecavüzcüleri hoşgörmek için!

Hoş göstermek için!

Kanıksadıkları için!

Olabilir gördükleri için!

O kız çocuğunu sahipsiz gördükleri için!

Ama bu sefer ve nihayet o küçük kız sahipsiz kalmadı.

Vatan‘dan Kemal Göktaş ve Milliyet‘ten Gökçer Tahincioğlu davanın peşini bırakmadılar.

Arkasından biz.

Kamuoyu, hükümet ve muhalefet herkes ona sahip çıktı. Son zamanlarda belki de herkesin birlik olduğu tek konu!

Olabiliyormuş demek ki!

Üzülsek mi, sevinsek mi?

Devlet Bakanı Fatma Şahin, tepkisini benden daha kibarca gösterdi:

“Erkek bakış açısıdır.“

Adalet Bakanı tepkisini açıkça gösterdi. Muhalefet keza...

Herkes N. Ç. için birlik oldu.

Yargıtay hariç!

Bu kadar tepkiye, “Eski kanun, yeni kanun, daha bitmedi...” gibilerinden bir açıklama yapmak durumunda kaldı.

Sanki eskiden tecavüz serbestti!

Yazının devamı...

Deli sevmiş gibi!

Herkes birbirine saldırıyor; birbirini yiyor, bitirmeye çalışıyor.

Deli sevmiş gibi!

Herkes birinin ağzından çıkacak tek bir yanlış cümleye bakıyor.

Parçalamak için...

Aç kurtlar gibi...

Vahşileştik galiba...

Ya da vahşileşen birilerinin arasında kaldık.

Bir ‘ara’ yaşıyormuşuz gibi...

Hayata, mutluluğu aramaya, kendimizi bulmaya, gelişmeye, öğrenmeye, sevmeye ara vermişiz gibi!

Herkes öğrendiğiyle kalmış, olduğu kadarıyla yetiniyor; yetinse iyi, o kadarının yeterli olduğunu sanıyor.

Belki saldırgınlık da bu yüzden...

Ne hale geldik?

Bütün bunları düşünürken, ayırdığım eski gazetelerden birinde Mehmet Öz‘ün bir cümlesine takıldım:

“Kendi mutluluğunuzun sorumluluğunu alın.”

O, bu cümleyi, “mutlu evlilik” formüllerini verirken kullanmıştı. Ama ben üzerime alındım.

Hatta biraz daha ileri gittim, sosyal mesele haline getirdim.

“İnsanlar mutsuz oldukları için bu kadar saldırgan“ kararına vardım.

Olayı büyüttüm yani!

“İnsanlar, aradıkları mutluluk gelmeyince, mutsuzluğun içine düştüler. O yüzden başkalarının da mutsuz olmasını istiyorlar” diye de kendi kendime yorum yaptım.

Zira mutlu olsalar, başkalarının da mutlu olmasını isterlerdi...

Sonra sıra o soruya geldi:

“Peki neden mutsuzlar?”

Hastalıklar ve felaketler haricinde tabii...

Onun da cevabını buldum:

Çünkü herkes bekliyor...

Birisi bir iş, belki para, bir arkadaş ne bileyim bir sevgi ona aradığı mutluluğu versin diye bekliyor.

Mutluluğu başkasında veya başka bir yerde sanıyor.

Kendisinde olmayan ne varsa orada zannediyor.

Her şeyi olan bile hiç olmadı “Evrene mesaj yolluyor!”

Evren ne yapsın?

Mutluluk ciddi bir iş arkadaşlar.

Önemli.

Öyle başkasına emanet edilecek bir şey değil.

Başkasının üstüne atılacak bir şey hiç değil!

Öyle olsaydı, bütün parası olanlar, bütün iyi işi olanlar, bütün güzeller mutlu olurdu.

Ben çok sıkıldım.

Mutsuz ve saldırgan insanlardan çok sıkıldım.

İşte bu yüzden o cümleye takıldım.

Siz de takılsanıza:

“Kendi mutluluğunun sorumluluğunu al.”

Yazının devamı...

Biraz saygı!

Bir olay olur, çok abuk bir olay da olur ama bunu açıklamaya kalkışacaksan karşındakinin zekâsına hakaret etmeyeceksin.

Biraz saygı göstermelisin..

Niye mi?

Bakın şimdi, haksız mıyım:

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI:

“Cumhuriyet Bayramı’nı biz içimizden büyük bir sevinç ve coşkuyla kutluyoruz“ demiş. İçinden!

Nasıl kutlanıyor acaba? Birden ayağa kalkıp içinden, “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen alsancak...” diye geçirerekten!!! O sırada bir telefon falan geliyorsa; Sayın Bakanımız şu anda içinden Cumhuriyet Bayramını kutluyor, biraz bekleyin lütfen” mi diyorlar ki? Hayır, böyle bir açıklamaya ne gerek vardı?

ŞAHİN IRMAK:

Nişantaşı’nda vatandaşların düzenlediği Cumhuriyet Bayramı etkinliklerinde Şahin Irmak, İstiklal Marşı söylenirken ayağa kalkmamış.(Belki o da içinden kutluyordur!) Twitter’dan gelen tepkilere karşı da, “Kimsenin haddine değil İstiklal Marşı’nı sarhoş masalarına meze yapmak” demiş. E, işte iptal edilince, herkes de kendine göre Cumhuriyet Bayramı kutlama şekli yaratıyor; içkili, içkisiz, içinden, dışından... Hayır, kaos çıkıyor.

N. Ç. DAVASI:

Hatırlarsınız, Mardin’de 2002 yılında 13 yaşındaki N. Ç’ye aralarında asker, memur, korucu, muhtar gibi birçok devlet görevlisinin bulunduğu 26 erkekle ters ilişkiye girmeye zorlanması davasında Mahkeme sanıklara kanundaki alt sınırdan ceza vermiş, üstüne bir de iyi hal indirimi yapmıştı. İşte o davanın son aşaması da bitti. Yargıtay “rızasıyla birlikte oldu“ kararı verdi.

Bu da kadın haklarında son nokta!

Bazen, bazı erkeklerin böyle böyle tecavüzleri benimsediklerini düşünüyorum.

İZZET YILDIZHAN:

“Grup seks gibi rezil bir şey ortada mı yapılır?” demiş. Ve durumu çok güzel aydınlığa kavuşturmuş. Ben şahsen ikna oldum! Beheri 250 dolara 4 kadınla sohbet ettiklerine eminim! De, kadınları niye dövmüş? Bence para meselesi değil bu! Dövmedim diyor da, kadınlar niye şikâyetçi olmuş? Eee, Ankara burası. Bürokratik yer! Telekızı bile olayı bürokratik yollardan hallediyor. Bu olay çok su kaldırır da... Dökelim mi o suyu karar veremedim.

İÇİŞLERİ BAKANI:

Van’da depremzedelerin sofrasını görünce, “Biz de bir çadırla burada bir mekân tutalım” demiş. Hemen arkasından, yaklaşık 10 kişinin kaldığı bir başka çadırın önünde de “Koskocaman sarayda oturuyorsunuz hiç gel dediğiniz yok” demiş! “Gel” diyeceksin de!

BAŞBAKAN YARDIMCISI:

Dış yardımları neden reddettiklerini şöyle açıklamış: “Potansiyelimizi görmek istedik.” Sanki tatbikattayız!

Çok şey mi istiyorum?

Sadece biraz saygı!

Yazının devamı...

‘Sigara pişmanlıktır’ ama o reklam...

Evet, sigara pişmanlıktır ama...

O kadar çok ‘ama’sı var ki...

Hayır, tabii ki sigarayı savunmayacağım. Hatta bugünlük sigara içenlere yapılan zulümden de bahsetmeyeceğim.

Hele sigara içenlere karşı aşırı nefret duyanlar hatta bundan rant sağlayanlar var ya, onlara da bulaşmayacağım.

Benim derdim, televizyonlardaki “Sigara pişmanlıktır” reklamları...

Biliyorsunuz:

Can çekişen ya da ölüm döşeğindeki kanserli hastalar...

Onların sözleri ve reklam metinleri...

Ne anlatıyor?

Bize ne veriyor?

Çaresizlik, umutsuzluk ve pişmanlık...

Peki etkili mi?

Etkili gerçekten.

Hem de nasıl!

Kelebek etkisi!

Evlerimizdeki hastalarımıza kadar geliyor...

Sigarayı bıraktırıyor mu bilemem ama...

Bu reklamları kanserli hastalar ve onların yakınları da izliyor.

Hayat mücadelesi veren hastalar... Ki hepsi de sigaradan dolayı bu hastalığa kapılmış değil.

Ama diyelim ki o yüzden!

Ne yani, bu çaresizliği, umutsuzluğu hak mı ettiler?

Ceza mı çektiriyorsunuz?

Bu kadar mı umurunuzda değil?

Bu kadar mı acımasız ve zalimsiniz?

Hiç mi işin bu tarafını düşünmediniz?

Bu reklamı hastaların ve onların yakınlarının da izleyeceği hiç mi aklınıza gelmedi.

İyi.

O zaman ben hatırlatayım.

Bu ülkede artık hemen hemen her evde en az bir kanser hastası var.

Kimi ağır, kimi daha az ağır, kimi durdurulmuş, kimi iyiye doğru gidiyor, kiminin akıbeti henüz belli değil.

Bekliyorlar...

Bir umut bekliyorlar.

Çare arıyorlar...

Tabii bir de onların yakınları var.

Kiminin eşi, kiminin çocuğu, kiminin anne babası...

Kiminin sevgilisi, kiminin can arkadaşı...

En sevdiği akrabası...

Onlar da bekliyor...

Bir umut bekliyorlar...

Çare arıyorlar...

Biliyor musunuz? Onlar da bu reklamı seyrediyorlar.

Birinden kaçsalar, ötekine yakalanıyorlar.

Çaresizlik, umutsuzluk ve pişmanlık dolu o reklamı...

Sigarayı bıraktırabilme ihtimali uğruna bunca hastayı ve yakınlarını çökertmeye değer mi?

Biliyor musunuz? Çöküyorlar.

Etkileniyorlar...

Reklamlarda ölüm döşeğindeki o adamı görür görmez hemen kanalı değiştiriyorlar. Ama bir kere bile olsa boş bulunup izlemiş oldukları o yüz, o sözler, kanaldaki görüntüyle birlikte kaybolmuyor.

Onların en fazla morale ihtiyaç duydukları bu zamanlarında...

Tam kendilerini toparlamaya çalışırken...

Değer mi?

Üç-beş kişi sigarayı bırakacak diye; binlerce, bilmiyorum belki de milyonlarca hastayı ve yakınlarını çaresizlik içine itmeye değer mi?

Kaldırın o reklamları...

Lütfen kaldırın.

Asıl pişmanlık bu olmasın!

Yazının devamı...

Bir insan ne kadar üzülebilir?

Bir insan ne kadar acıya dayanıklıdır?

Yani ne kadarını kaldırabilir?

Bunun bir ölçüsü var mıdır?

Bir değer birimi...

4 ölüm, 3 felaket, 8 kaza... Bu kadardır diye...

Ne kadar üzülebilir?

Nereye kadar?

Acıların en ağırı ölümse mesela:

Annesi, babası, çocuğu öldü diyelim, yeğeni ölünce ne olur?

Üzüntünün de bir durma noktası var mıdır?

O durunca ne başlar?

Tıpkı insan vücudu gibi; fiziksel acıya bir süre ya da bir eşiğe kadar dayanırsın ya...

Bağırırsın, ağlarsın, üflersin, oraya buraya koşarsın, vücut bir yere kadar acı çeker.

Sonra bayılırsın.

Beynin o acıyı hissetmemen için bilinç kaybı oluşturur.

Bilinç kaybı...

İşte bu yüzden soruyorum:

Bir insanın fiziki acı ölçüsü varsa, ruhsal acı ölçüsü de var mıdır?

Vardır herhalde...

Ona katlanamadığında ne olur?

Çok ama çok üzüldüğünde tıpkı vücudunun yaptığı gibi bırakıverir mi kendini?

Ruh acısı da bilinç kaybı yapar mı?

Yapar herhalde...

Depresyona sokar, ağır şoklar yaşatabilir. Hatta belki delirtir...

Ama iyileşebilirsin.

Fiziksel bir yaranın iyileştiği gibi...

Onun da bir izi kalır.

Kalır herhalde...

Çektiğin acı büyüklüğünde ve şiddeti kadar derin bir iz.

O iz, senin acı eşiğindir.

Acımasızlığının da...

Belki bu, bütün acımasız insanların bir zamanlar çok acı çekmiş insanlar olduğunu da açıklar.

Peki bir toplum kaç travmayı atlatabilir?

Üst üste gelen kaç travmayı...

Dayandı, dayandı, dayandı diyelim.

Bağırdı çağırdı, isyan etti, korktu, sindirildi...

Ne olur?

Atlatamadığında ne olur?

Daha da önemlisi:

Toplumda da bilinç kaybı yaşanır mı?

Yaşanır herhalde...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.