Şampiy10
Magazin
Gündem

Kimse kendi fotoğrafını sevmez

İnsanın aslı hangisi acaba?

Fotoğraftaki mi?

Kayıttaki mi?

Aynadaki mi?

Kendi aklındaki mi?

Yoksa başkasının gözündeki mi?

Hepsi farklı çünkü!

Ne acayip değil mi? Oysa hepsi sensin!

“Bir sen vardır sende, senden

içeri!” yani...

Yok, ben “içeri”lerden bahsetmiyorum; bildiğin dış görünüş, fiziksel durumundan söz ediyorum.

Yoksa başa çıkamayız... ‘Kişisel özelliklerini, karakterini

kim en iyi bilir’e girersek işin içinden çıkamayız, zira o zaman rakiplerin sınırı yok neredeyse...

Neredeyse herkes seni farklı anlatır.

Şaşırırsın.

“Ben ne yaptım da bu beni böyle tarif ediyor?” dersin. Oysa yapmışsındır bir şeyler mutlaka!

O yüzden bu konuya hiç girmeyelim.

Hadi kişilik sabitlemek zor, peki fiziksel özellik değişir mi hiç?

Yıllar içindeki değişimi sormuyorum tabii ki!

Dün, bugün çektirdiğin bir fotoğrafta mesela...

Bir görüntüde...

Hani bakarsın kendine ve çoğunlukla dersin ki:

“Çirkin çıkmışım.”

İyimsersen:

“Güzel çıkmamışım.”

Artık kendini nasıl zannediyorsan?

Oysa o baktığın fotoğraftaki sen, oradaki sensin.

O ışıkta, o bakışta, o pozda...

Yani başka birisi de o sırada sana bakıyor olsa, seni o fotoğraftaki gibi görecek.

O sensin yani...

Ama beğenmezsin kendini...

Tuhaf!

Çünkü aynadaki senle, fotoğraftaki sen de aynı değilsinizdir.

Aynadakini beğenirsin.

Ya da beğenene kadar bakarsın.

Aklında kalan, o son, kendini beğendiğin andır. Ama ne yazık ki fotoğraf makineleri o kadar sabırlı değildir.

Hele yıllar geçtikçe...

40-45’e kadar iyi de...

İdare eder yani... Beğendiklerin çıkar. Hatta bazılarını çok beğenir, görülecek yerlerde tutarsın. Bakarsın, gösterirsin falan...

Ama 45’ten sonra...

Fotoğraflar hepsinden acımasız davranır sana...

Aynalardan, arkadaşlarından, aklında kalandan daha acımasız.

Artık hiçbir fotoğrafını beğenmemeye başlarsın. Bir süre sonra da, hiçbir kareye girmek istemezsin.

Hani bazıları onlara “Yaşanmışlıkların izleri” falan der ya, yalan!

O izler kimseye güzellik vermez.

Kimse kendi fotoğrafını beğenmez.

Artık kendini öyle sanmak, anmak, bilmek istemediğinden mi?

Kendisini daha güzel zannettiğinden mi?

Birileri ona çok güzel olduğunu söylediğinden mi?

Aynada en güzel haline takılıp kaldığından mı?

Bilemem...

Bildiğim şu:

O fotoğraftaki sensin.

Yazının devamı...

Belki de yürür...

Hani dün, “Kadının güçlü olduğu evlilikler yürümüyor” sonuçlu bir araştırmayı yazmıştım ya...

Bir kez daha düşündüm de, belki de yürür!

Hatta belki yürümeye başladı bile...

Eşlerinden, sevgililerinden daha fazla kazanan ya da onlardan daha iyi kariyere sahip olan kadınlar olduğuna göre, bu kadınlarla birlikte olan adamlar da var değil mi?

Var mı?

Yoksa bu kadınlar yalnız kadınlar mı?

Tamam, çoğu yalnız.

Ama şunu bilin ki sorun, kazanılan parada veya unvanlarında falan değil.

Yani suçu kadınlara atmak isteyen “bazı danaların” söylediği gibi bu kadınlar para avcısı falan değil. Niye olsunlar ki, zaten var! Heh hee...

Olmayan, bu kadınların üstünlüğünü kompleks yapmadan kabul edecek adamlar...

Bizim de toplum olarak artık böyle durumlara hazırlıklı olmamız gerekiyor.

Tabii önceleri birtakım sorunlar, yanlış anlaşılmalar ve aksaklıklar yaşanabilir.

Ne de olsa geçiş dönemi...

Kime, neye geçiş, o sonra belli olur!

Bu yüzden biraz beyin jimnastiği yapalım.

Neler olabilir bakalım...

Çok da uçmayalım...

Abartmayalım da...

Mesela hoş, bakımlı, iyi kazanan; evi, arabası olan yönetici bir kadınla...

Devlet memuru bir adam. Ya da iş bulamamış ve bir ihracat firmasında 1500TL’ye fit olmuş ara eleman.

Şimdi bunların evliliği yürür mü?

Bütün durumları uyarlayalım, bakalım...



Sabah evden çıkıyorlar, kadın arabasıyla adamı işine bırakıyor. Adamın arabası yok ya! Gerçi ehliyeti var ama kullanmasına bilmiyor! Kadın da ona öğretmeye üşeniyor. Ayrıca istemiyor da! İşine gelmiyor çünkü!

Adam da zaten hevesini yitirmiş. Korktuğunu sanıyor.

Evet, adamı bırakıp kendi işine gidiyor kadın. Öğleye doğru adam bunu arıyor, kadın telefonu açmıyor. Akşamüstü bir daha arıyor, “Ayyy, toplantıdaydım, unuttum seni aramayı” diyor.

Adam alışmış, “Peki canım akşam ne yeriz?” diye soruyor.

“Bilmem, yap bir şeyler işte...”

“Hayır, istediğin bir şey var mı?”

“Yok! Ne bileyim? Bunun için mi aradın? Zaten ben geç geleceğim. Sen yemeğini ye!“

“Yine mi?”

“ E, ama! Sen çalış, bu kadar parayı kazan, ben de eve erken geleyim!“

Akşam evde...

“Ben geldiiim!”

“Yemekten sonra demiştin, saat kaç oldu. Seni bekledim.”

“E, beklemeseydin.”

“Kaç gündür görüşemiyoruz.”

“Doğru. Ne yaptın bakalım bugün?”

“Evi toparladım biraz. Renklileri attım, onlar yıkanırken dolapta yufka vardı, bi börek yapayım dedim.”

“Hıı... Bana bi kahve yapsana...”

“Tamam. Yarın sinemaya gidelim mi? Öncesinde biraz alışveriş yaparız.”

“Yok. Sen onları bir arkadaşınla falan yapsan! Benim sabahtan işe uğramam lazım.”

“Cumartesi günü??”

“Hıı..”“

“Üfff ama!”

“Üffleme benim koca göbecikli kocacım. Sahi, saçlarının dökülmesi durdu mu? Aldığımız o serumlar işe yaramadı mı? O kadar para verdik! Sen zaten çalışmasan daha az para harcayacaksın ha!”

“Ya, çok da dökülmüyor ama, bilmem ki, dur bi bakayım...”



Gördüğünüz gibi çok da abartmadım.

Ortada taciz, şiddet falan yok!

Hatta çocuk bile yok. Yaptırmadım, ayrılabilirler diye!!!! Heh hee...

Bu kadarıyla bile, yürür mü?

Belki de yürür...

Yazının devamı...

Kriz evlilikleri...

Bana sorarsanız, bütün evlilikler “kriz evliliği.”

Normal, iyi niyetli bir insan krize girmeden evlenmez çünkü!

Mutlaka bir krize girmiştir; içeriği de kişiye göre değişir.

Kimi yalnızlık, kimi seks, kimi kıskançlık kimi de mali krize girmiştir.

Ya da benim aklıma gelmeyen başka birine...

Ama bir iddiaya göre dünya ekonomik krizi evlilikleri değiştirmiş.

Nasıl değiştirmiş?

Gayet güzel ifade ediyorlar:

“Toplumsal cinsiyet rolleri arasındaki sınırlar geçişkenleşti ve hatta roller değişmeye başladı. Ekonomik kriz nedeniyle işsizlik ile yüzleşen erkekler, hedeflerini ve hayallerini küçültmeye, daha az gelirli işlerde çalışmaya razı oldular. Diğer yandan üniversite mezunu kadınların sayısı hızla artarken, kadınlar iş yerlerinde de basamakları hızla tırmanmaya başladı. Her ne kadar özgür, ekonomik geliri iyi, eğitimli kadınlar, anne babalarından gördükleri gibi kendilerinden güçlü bir erkek isteseler dahi artık istedikleri gibi bir erkek bulamıyorlar. ‘Duygusal tatmin’in önemini dinleyerek yetiştirilen bu kadınlar gerçek hayata atıldıklarında hızla yükselirken, erkekleri gerilerinde bırakmaya başladı. Kadın ve erkek arasındaki dengeler bozulunca, geleneksel evlilik kurumu da daha fazla ayakta duramaz hale geldi.”



Kendi içinde tutarlı gibi görünüyor ama bir tuhaflık var.

Var, değil mi?

“Erkekler daha az kazanmaya başladıkları için kadınlar onları sallamıyor, bu yüzden de evlilikler çöktü” diyor yani...

Başka ne diyor?

“Kadınlar unvanı olan ya da paralı erkeklerle evlenir.”

“Unvanı veya parası olmayan erkeği sallamazlar.”

“Unvanı veya parası olmayan erkek, evliliği ayakta tutamaz.”

“Evlilik, erkeğin unvanı kadından daha yüksek ve parası kadından daha fazla olursa yürür.”

“Kadının kuvvetli olduğu bir evlilik yürümez.”

Lafı dolandırıyor, sosyolojik bağlantılar kurmaya çalışıyor, “geçişken” meçişken diye kafa karıştırp hatta ufaktan ufaktan da kadınlara b.k atmaya çalışıyor.

Neden?

Çünkü kriz mriz bahane;

“Erkek kadını ezemeyecekse yürümez bu iş” diyemiyor...

Yazının devamı...

Bunlar senin iyi günlerin!

Bu da güzel laftır ha!..

Tabii sana söylenmiyorsa!

“Bunlar senin iyi günlerin!”

Yani belli ki, düşüşe geçmiş, daha da beter olması bekleniyor! Öngörülüyor...

Erkeklerin en iyi zamanlarını tespit etmişler.

Hangi konuda ne zaman zirve yaptıklarını...

İşte, konulara göre zirvede oldukları yaşları...

PROBLEM ÇÖZME: En iyi olunan yaş 19’dur. Devamı için günde 20 dakika boyunca zekâ oyunları oynayın. Zekâyı güçlendirir ve düşünme kabiliyetini artırır.

(Bu hükümete 19 yaşında bir bakan atanamayacağına ya da Van organizasyonu o yaşlarda birine verilemeyeceğine göre, mevcutlar zekâ oyunu oynasa diyeceğim ama... Bizimkiler daha çok ayak ve kelime oyunlarını bilirler. O da neyi geliştirir, bilemiyorum. İşin içinden çıkamama veya her şeyi birbirine karıştırma olabilir mi?)

HAFIZA: Zirvede olduğu yaş 28’dir. Muhafaza etmek için hafıza egzersizleri yapın.

(Mesela günde 24 kere, her saat başı, “Ben niye içeri girmiştim? Haksız yere... Haksızlığa karşıydım” diye tekrar yapsınlar! Hayır, unutuluyor da!)

CİNSEL DÜRTÜ: Zirvede olduğu yaş 18’dir. Bunu devam ettirmek için haftada 1 gün ciğer tüketin. Ciğer demir ve protein açısından oldukça zengindir.

(Yani 18’den sonra gerilemeye başlıyor. Geriliyor, geriliyor, geriliyor, bitiyor. Sonra dürtü şekil değiştiriyor. Enerji var ama nerede patlayacağını bilemiyor. Sonra yaşına başına, pozisyonuna bakmadan bazı meclislerde birilerini ittiriyorlar! İktidarın yerini şaşırıyorlar. Pardon, unutuyorlar!)

KAS ORANI: Zirvede olduğu yaş 30’dur. Haftada 75 dakika fiziksel egzersiz yapın. Bu egzersizleri en az 10’ar dakikalık seanslarla gerçekleştirin.

(Hiiiç gerek yok! Her genel kurulda iki adam ittirip, üç kere yumruk sallasan yeter! Politikacı değil, normal vatandaşsan senede bir kere yanlış gelen faturayı düzelttirme çabaların yeter.)

DAYANIKLILIK: En iyi olunan yaş 22’dir. Vücudu dayanıklı şekilde tutmak oksijen alımına bağlıdır. Nefes egzersizleriyle vücudunuza oksijen alımını güçlendirin.

(Biz vatandaşlar olarak, o nefes egzersizini genellikle, “Ya sabır!“ derken yapıyoruz. 22 yaşından itibaren her yıl artan bir tempoyla bu egzersizi yaptığımız için milletçe her türlü duruma dayanaklıyız. Gıkımız çıkmaz, dayanırız.)

İLİŞKİLER: En iyi yaş 32’dir. Egonuzu bir kenara bırakın. Gereken, ilişkide her an yıldız olmaya çalışmamaktır.

(Oysa bizde egolar 50’li yaşlarda yükselmeye başlar, 60’ında tavan yapar. 50-60 arası herkes, kendisindeki tuhaflığı fark etmez de, “Herkes bana karşı ama...“ sendromuna girer. 32. yaşından eser yoktur artık! Geri dönse, kendini tanımaz.

Tanısa, sevmez!)

BEYİN HÜCRELERİ: Zirvede oldukları dönem 45 yaştır.

(Hadi 5 sene de avans verelim; oldu 50. Yani bunlar senin en iyi günlerin...)

Belki bizim de en iyi günlerimiz...

Belki onların en iyi günleri...

Kimbilir?

Yazının devamı...

O da değişmiş!

“İdeal erkek” tanımı değişmiş.

Değiştiren kim?

Kadınlar...

Yapılan bir araştırmada, kadınların doğru erkekten beklentilerinin ortalama özellikleri geçmediği ortaya çıkmış.

Hâle bakın! Vasat erkek, ideal erkeğe dönüşmüş!

E, mecburen!

Çıtayı düşürmek zorunda kaldılar...

“Kaldılar” diyorum çünkü ne yazık ki hâlâ “arayış” içinde olanlar var aramızda! “Ya, tamam biraz yalan söylüyor olabilir ama sonuçta iyi çocuk!” diyerekten...

Ne yani?

Kötü olması için ille de çocuk tacizcisi mi olması gerekiyor?

Neyse, yine de şu araştırma sonuçlarına bakalım; hâlâ umutlu kadınların tercihlerine...

“Kadınlar, 30 ila 45 yaş arasında, 1.77 metre boyunda, koyu saçlı, iyi yemek yapan, tam zamanlı çalışan ve sanatın bir alanıyla da ilgilenen bir erkeği ideal olarak tanımlamış.”

Bir dakika!

Bakın, şimdi işin rengi değişti!

Bir kere bu adam hiç de öyle sıradan falan değil!

Ne yani?

Sağımız solumuz böyle adamlarla mı dolu? Ki sıradan olsun!

Kim görmüş?

Nerede görülmüş bu adam?

Gidelim, bakalım; koluna falan dokunalım!

Zira bizim sıradanımız şu:

30 ile 65 yaş arasında, en fazla 1.75 boyunda, saçları... Yani kalan saçları kahverengi, yemek yapmayı bırak iyi yemekten bile anlamayan, sevmediği bir işte zar zor tutunan ve sanatın hiçbir alanından hoşlanmadığı gibi hoşlananı da aşağılayan adamlar...

Elimizdekiler bunlar...

Çok mu ileri gittim?

Ne kadar ileri gitmiş olabilirim ki?

Yüzde 80’i böyle.

Daha beterlerini saymıyorum bile...

Ortalıkta, “iyi bir danayım“ edasıyla volta atanlardan bahsediyorum.

İkincisi... Diyelim ki, böyle bir adam ya da adamlar var!

45 yaşında, esmer, 1.77 boyunda, iyi yemek yapan, iyi işi olan, sanatın bir alanıyla ilgilenen adamlar...

Şimdi bunlardan ideal erkek olur mu?

Olur da...

Ondan sana yâr olur mu?

O da olabilir de...

“İdeal” anlayışına bakar!

Onunla ne yapmak istediğine bakar!

Daha doğrusu onun seninle ne yapmak istediğine...

Yazının devamı...

Bazı meslekler sevilmez

Tamam, her mesleğin içinde iyisi kötüsü vardır; yani onu doğru icra edeni veya etmeyeni...

Ama bazı mesleklerin içinde iyileri kaynar, çoğunluk olsalar bile kaynarlar.

O mesleğin namusunu kurtaramazlar!

Sevilmemelerinin nedeni kendileri değil, büyük ihtimalle sistem bozukluğudur; olsun, yine de sevilmezler.

Genelde sevilmezler...

Genelden daha fazla, çoğunlukla sevilmezler.

Bunu nereden anlarsın?

Bir meslek grubunun o toplum tarafından sevilip sevilmediğini...

Benim ölçeğim mitinglerdir.

Mitinglerine kendilerinden başka kimse katılmıyorsa...

Kendileri çalıp kendileri söylüyorlarsa...

Polis bile müdahale etmiyorsa!

Bil ki, o meslek grubu sevilmiyordur.

Bu yüzden de, istediklerini alamazlar.

Mesela DOKTORLAR...

Sevilmezler.

Çünkü ne zaman onlara ihtiyacın olsa, hastaneye gittiğinde o kadar kötü muamele görürsün ki! İki master’ın var ve bir bankanın müdürüsün mesela, hastanedeki hademeden doktoruna kadar sırayla herkesten azar işitirsin. Bir kapıyı tıklatıp başını uzatırsın bir şey sormak için... Hademe, “Çık dışarı kardeşim, çık! Yasak burası” diye seni azarlar. Bir hemşireye sorayım bari dersin, suratına bile bakmaz, arkasından koşarsın, “bekle orda, gelir doktor” der. Derse tabii... Bir asistan görürsün, senden 20 yaş küçük; bağırır sana, “meşgulüm, görmüyor musun” diye... Hep “Siz”li konuşursun, “Sen”li azarlanırsın. Doktoru bulursan, suratına bakmaz, sen hastalığını anlatırken o bir şeyler yazar falan... Seni dinlemez. Gerekirse o da seni azarlar.

Bu manzara hiç değişmez.

Belki o doktor, o asistan, hemşire 32 saattir uyumadan çalışıyordur ama fark etmez. Birkaç saat önce 2 hayat kurtarmıştır ama fark etmez!

Sevilmezler.

Kimse onların mitingine gitmez.

Mesela MEMURLAR...

Sevilmezler...

Çünkü onlar da kötü muamele edenlerdendir. Vergi dairesine gidersin, “Elindeki kâğıdı önüne fırlatır, “Okuman yazman yok mu? Bak burada ne yazıyor?” diye... “Var. Hatta 3 dil konuşurum.” demenin anlamı yoktur. Her devlet dairesi de “sen”li, “ben”lidir. “Git, bunu yatır da gel!” der. Üç bina ileriye gidersin yatırmaya, “Önce bunu onaylat“ der, aynı yere dönersin. “Onaylamanız lazımmış” dersin, önce ters ters bakar sonra onaylar.

Ama kimse onların mitingine gitmez.

Mesela GAZETECİLER...

Artık!

Artık gazeteciler de sevilmiyor.

Taraflaşınca, bir de taraflar çoğalınca herhalde...

Oysa hayatları kalemlerinin ucunda o kadar çok gazeteci var ki...

Haber uğruna hayatlarını kaybeden gazeteciler var.

Sebahattin Yılmaz var, Cem Emir var.

Belki gazetecilerin mitingine kimse gitmiyor ama...

Cenazelerine...

Onlara herkes üzülüyor.

Hem de çok üzülüyor.

Yazının devamı...

Diziler bizi nasıl etkiliyor?

Ama Türk dizileri değil.

Zaten onların bizi nasıl etkilediği ortada; 3. sayfadan 1. sayfaya terfi eden haberlerlerden belli!

Dün, “Diziler Bizi Nasıl Etkiliyor?” başlıklı bir haber okudum.

Benim de aklıma önce o güncel soru geldi:

“Diziler mi gerçek hayatlardan yoksa gerçek hayatlar mı dizilerden etkileniyor?”

Aslında ben tarafım ama objektif olmak gerekirse galiba cevabı şu:

İkisi birbirini dolduruşa getiriyor!

Gelelim o habere...

Amerikan televizyonu PBS, son 60 yılda dizi karakterlerinin toplumu nasıl etkilediğini inceleyen bir belgesel hazırlamış.

Belgeselde, televizyon dizilerinin hayatımıza kazandırdığı dört klasik karakterden yola çıkmışlar...

Önce onların sonuçlarını sonra da benimkini yazacağım size...

The Cosby Show - Bill Cosby, The Sopranos - Tony Soprano, Everybody Loves Raymond - Ray Romano, Mad Men-Don Draper.

Bizi ne kadar etkilediler? Tony Soprano ve Don Draper gibi karakterler insanların günlük hayatından oldukça uzak ancak insanlar yine de onlarla bağ kuruyor. Bu karakterlerin birini öldürdüğünü ya da aldattığını görüyorsunuz. Ancak yine de çocukları ile birlikte oldukları hassas anlarına da tanık oluyorsunuz. İzleyiciler kendi kötü davranışlarını onlara bakarak aklıyor.

Bence...

Babalara, “Babaların da normal birer insan olduğunu, hatta espri yapabileceklerini” öğrettiler.

Sex and the City-Carrie Bradshaw, Desperate Housewives.

Bizi ne kadar etkilediler? Çok etkili olduğu söylenen Sex and The City bile birçok kadının bağlantı kuramadığı bir fantazi dünyası sunuyor.

Bence...

Şehirli kadınların “dağıtma” özgürlüklerinin tetikledi. Ama ne yazık ki dizideki adamlarla bizdeki adamların farkını göremediler!

House - Dr. Gregory House, 24 - Jack Bauer, X Files-Fox Mulder ve Dana Scully

Bizi ne ne kadar etkilediler? Hendrickson’a göre kahramanlığın ve zorluklardan başarıyla çıkmanın her zaman halkın hayal gücü üzerinde büyük bir etkisi oluyor. Hayranları farkında olmadan Jack Bauer gibi karakterlerin tarzını kopyalayabiliyor.

Bence...

Nerdee... Bizde olsa dizide bile hepsi hapse atılırdı. Misyonlarını bir tarafa koyarsak, bu karakterlerin, kadınlardaki güçlü, karakterli ve yakışıklı adam özlemlerini artırdığını görebiliriz.

Seinfeld-George Constanza, The Office- Dwight Schrute.

Bizi ne kadar etkilediler? Bu karakterler sadece komik, gerçek hayatta örnekleri yok. Bu yüzden sadece onlara bakıp gülüyoruz, kendimizi onlarla özdeşleştirmiyoruz.

Yazının devamı...

Vücudun dili olsa...

Var aslında...

Vücudun dili var da, anlayana...

Gerçi iyi ki, herkes anlamıyor! Düşünsene, seninki de anlaşılır, benimki de!

Seni geçtim, benimki önemli! Heh hee...

Aslında herkes anlıyor da, anlamak istemiyor bence.

Yine de;

İngiltere’de bir üniversitede, bir psikolog, ihanet eden kişiyi ele veren ipuçlarını açıklamış.

Bakalım mı?

Uzun göz teması: Yalan söyleyen kişinin gözlerini kaçırdığı doğru değil. Tam tersi yalan söyleyen kişi normalden daha uzun süre göz teması kurar.

(Evet! Ama bakışları tuhaftır. “Bir şey anladın mı?” gibilerinden biraz suçludur bakışları...)

Hareket etmez: Yalan söylerken sürekli kıpır kıpır olduğumuz da doğru değildir. Tersine yalan söyleyenler vücut hareketlerini kontrol ederler.

(Süper! Tıpkı üzerine ışık tutulmuş tavşan gibidir. Yanlış yapma korkusu falan herhalde.)

Sesi ince çıkar: Aldatan kişinin sesi normalden daha tiz çıkar.

(Heh hee... Züğürt Ağa filminde Şener Şen’in domates sattığı sahne gibi; hatırladınız mı? En kısık sesiyle bağırır gibi yapıyordu ya, “Domateeesss” diye...)

Soru bombardımanına tutun: Birini sınamak istiyorsanız ona arka arkaya sorular yöneltin. Yanlış bir şey yapıyorsa bocalayacaktır.

(Tıh! “İyi misin?, manyak mısın?” dese ne yapacaksın?)

Yanıt hızına dikkat: Sorunuza bekleyerek yanıt veriyorsa tehlike çanları çalıyor demektir çünkü yalan uydurmak için belirli bir süre düşünmek gerekir.

(Hadi len! Tam tersi; takır takır cevap veriyorsa korkacaksın. Zira kime art arda soru sorsan bocalar.)

Tepkilerini ölçün: Ona direkt “Beni aldatıyor musun” diye sorduğunuzda sinirleniyorsa ortada yanlış bir şeyler olabilir.

(Bir kere soru yanlış! Çünkü aslında reddetmesini istediğin bir soru bu. Ya, “Evet” derse... Bir de, sinirleniyorsa, aldatmıyordur. Sakin sakin “Olur mu canım?” diyorsa ortada yanlış birşeyler olabilir.)

Hareketlerini ölçün: Sizinle konuşurken, sorularınızı yanıtlarken tavrı değişiyorsa bu da ihanetin en önemli göstergesi.

Sürekli test ederek sorular soran birinin karşısında herkes manyaklaşır.

Amaaan...

Bütün bunlara ne gerek var?

O an...

Şüphelendiğin o an...

Vardır öyle anlar; bilirsin yani...

İşte o zaman tek bir soruyla işi çözersin:

“Sevişelim mi?”

“Evet” derse elma, “Hayır” derse armut!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.