Şampiy10
Magazin
Gündem

Evlilik ne kadar sürer?

The New York Times Gazetesi yazarı ve bir istatistik uzmanı arkadaşı, “toplumbiliminin en büyük gizemlerinden birini” çözmeye karar vermişler.

Gizem de şu:

Ünlüler arasında yapılan evlilikler ne kadar sürer?

Şimdi diyeceksiniz ki, “İşimiz, gücümüz kalmadı; kendi evliliklerimiz bitti, ünlülerinkine mi sıra geldi?”

Öyle demeyin!

Önemli.

Niye mi?

Çünkü...

Önce “ünlü evliliği” ne demek ona bakalım.

Egosu yüksek,

Ekonomik bağımsızlıkları olan,

Muhtemelen eşit fiziki özelliklere sahip,

Birbirinin dilinden anlayan iki kişinin evliliğinden söz ediyoruz.

Yani:

Evlenmekte hiçbir hesabı-kitabı olmayan iki kişiden...

Hiçbir mecburiyetleri yok.

Aile, toplum baskısı, birlikte olamamak gibi hiçbir engel de yok.

Bu da yetmiyormuş gibi...

Ev işi, çocukların bakımı, maddi olanaksızlar falan da yok.

Evlenmelerinin tek nedeni aşk, sevgi ya da tutku...

Tamamen duygusal yani...

Tam da olması gerektiği gibi aslında. Değil mi?

Onları birbirlerine bağlayan tek şey, birlikte olmak istemeleri.

Gerçi onların niye evlendiklerini hiç anlamam ama...

İşte ne olursan ol, o ilkel “sahip olma” içgüdülerine yeniliyorsun demek ki!

Hemen harcamayayım; belki de daha farklı bir duyguya yeniliyorlardır.

Aşklarını bir üste taşıma sevdasıdır.

Her neyse...

Diyeceğim, bizde de evlilikler yavaş yavaş bu noktaya gelmeye başladı ya, şehirli kadınların artık muhtaçlıktan değil, zevk alabilecekleri evlilik arayışlarıyla...

O bakımdan bu araştırmaya bakmamız gerekiyor.

Bu gazeteciyle arkadaşı, ünlülerin evliliklerine ömür biçen bir formül oluşturmuşlar.

İki tarafın yaşlarını, flört sürelerini, ne kadar ünlü olduklarını, seksiliklerini, kaç yaşında evlendiklerini içeren bir formül.

Matematiksel bir şey. İçinde dört işlemle birlikte karekökler, tanjantlar falan olan bir formül.

Ne gerek varsa?

Benim elimde gayet basit bir formül var.

Flört süresine göre: Bu süre ne kadar uzarsa, evlenme ihtimali de, evliliğin süresi de azalır.

Kadının gelirine göre: Kadının geliri yükseldikçe evlilik süresi azalır.

Bu kadar basit!

Yazının devamı...

Havada ne kokusu var?

Bahar geldi ya, nihayet.

Aslında...

“Havada aşk kokusu var” diye bir yazı, iyi giderdi...

Hani biraz kışkırtıcı, pembelere mavilere, insanı lalelere yönlendiren...

İçinde aşktan çok meşk, meşkten çok tutku olan...

Hâlâ varmış gibi...

Birileri, bir yerlerde bunları yaşıyormuş gibi!

“Yeter ki onursuz olmasın aşk” türünden...

İnsanı biraz da beklentiye sokan...

Biraz değil, hayli heveslendiren...

Şöyle tadı damağımızda kalacak sıcacık bir hikâye mesela...

Yazabilirdim.

Ama bir kokladım ki,

Havada barut kokusu var!

Ekşi, kekremsi bir koku...

İnsanların suratları da aynen o koku gibi!

Kiminle karşılaşsan birine takmış, barut gibi...

Kincisi, dincisi...

Hini, cini...

Bu aralar savunmadayız...

Oysa gerçekten bahar geldi.

Ofisten kaçasımız var, kendimizi dışarılara atasımız...

Bir ayağımız işte, öteki...

Paltoları da atıp kolları sıvamamız lazım. Artık ne yapacaksan...

Ne istiyorsan?

Artık gidip abuk sabuk birine mi âşık olursun?

Sana âşık olanlarla mı oynarsın?

Eskisi gibi olmak istersin belki...

Ya da yeni biri...

Bakarsın hiç olmadık bir yerde hiç olmadık biriyle öpüşürsün...

Tatlı tatlı...

O kadar!

Güneşin neşesine kanıp saçma sapan pembe, turucu pantolonlar mı alırsın?

Yoksa istemediklerinden kurtulmak için üzerine nedensiz bir cesaret mi gelir?

Bir şeyler yapman gerekiyor

yani...

De...

Havada bu koku varken...

Ve üzerinde geçmiş baharların bozgunları...

Yapacaksın da ne zaman, nasıl yapacaksın?

Sanırım Can Yücel‘indi; tam da onun dediği gibi:

Ben seni severim de; düzenim bozulur diye korkuyorum... / Durduk yere başımıza saçma sapan bir aşk çıkar, / Sinemaya gitmeye, el ele tutuşmaya falan kalkarız. / İşin yoksa; saç tara, parfüm sık... / Küsmesi, barışması, ayılması bayılması,/ Ona baktın, bunu süzdün tarafları. / Hatta; eninde sonunda kaçınılmaz ayrılması..

Bu kadar ceremeye ne gerek var?

Uzaktan sev beni yar.

Yazının devamı...

“Mr. Big” sendromu...

Türkçesi “Bay Büyük” sendromu...

B. B. yani.

Bed and Breakfast gibi...

Bak buradan “B&B ilişkiler...” çıkar. Ona da bir gün bakalım. İyicene...

Burada harcamayalım.

Mr. Big sendromundan bahsedeceğim bugün. Hani Sex and the City’deki Carrie‘nin (Sarah Jessica Parker) karşı koyamadığı ve bir türlü kopamadığı aşkı...

Ama kızların o adama “Mr. Big” lakabını neden taktıklarını hatırlamıyorum.

Öneminin, hayatına giren büten diğer erkeklerden daha fazla olmasından mı?

Yoksa...

Yani bu çok masum bir yorum mu oldu?

En azından o dizi için!

Yoksa büyük olan başka şeylerden dolayı mıydı, gerçekten hatırlamıyorum.

Ama şurası kesin ki:

Bir Türk erkeğine “Mr. Big” diye rumuz verilse...

O ‘big‘i asla aşkın büyüklüğü olarak algılamaz!

Algılamayı bırak, tercih et deseler, “Bu ‘Big’in neyi simgelemesini istersin? Aşkı mı, ötekini mi?” diye...

Sizce?

Hangisini tercih eder?

Artık düşünebiliyor musunuz? Ömür boyu bunu anlatmadığı kimse kalmaz. Kasım kasım kasılır...

Çünkü bunlar kendi uzuvlarından hiçbir zaman emin olamazlar.

Olsalar da, bunu yalnızca kendilerinin bilmesi onları kesmez!

Daha da tuhafı, bu yarışı hemcinsleriyle yapmaları...

Düşünsene, arkadaşına hava atıyor; “Oğlum, kızlar bana ‘Mr. Big’ derler!!”

Sanki arkadaşını...

Hayır, arkadaşı da “Bana ne lan! Beni mi ...?” diye çıkışmaz! Suratında, “Yapma yaa...” ifadesiyle bakar!

Tuhaf!

Konu yine dağıldı.

Şimdi, ABD’de yapılan bir araştırmada, aşkın “bağımlılık“ yarattığı bilimsel olarak ortaya konmuş!

Tıpkı maddelere karşı duyulan bağımlılık etkisi gibi bir etkisi varmış.

Acaba tiryakiler daha mı sıkı âşık oluyor?

Allah korusun!

Düşünsene her akşam bırakmaya karar veriyorsun. Tiksinmişsin hatta! Sabah kalkıyorsun, ilk aklına gelen o. Hatta onun için uyanıyorsun!

Ve yarına erteliyorsun:

“Yarın bırakırım.”

İşte aynen böyleymiş.

O‘ndan kurtulamamanın nedeni buymuş.

Âşık olduğu kişi tarafından istenmeme duygusunun beyinde, madde bağımlılarının beyin taramalarında da gözlemlenen bölgeleri harekete geçerdiği tespit edilmiş.

Ayrıca...

Sigara, hap, kumar, seks gibi bağımlılıkların, aslında aşka duyulan bağımlılığı bastırmak için kazanıldığı da ortaya çıkmış.

Hadii...

Ben de tam, “o halde, aşkından vazgeçebilen, sigarayı da bırakır o zaman!” diyecektim.

Ki...

Hâle bak!

Yazının devamı...

Düşüncesi bile...

Düşünmek suç mu?

Ne düşündüğüne bakar!

Yok, onu hayata geçirip geçirmediğinle ilgilidir.

Bazen de, sadece söylemen yeter!

Konjonktürle bağlantılı yani...

Biraz ne düşündüğün değil de, “nerede ve ne zaman düşündüğün“ önemli galiba...

Ama hep doğru zamanda doğrusu düşünülmez.

Düşünce bu; ne zaman, nerede, ne düşüneceğin de belli olmaz.

Doğru zamanda yanlış şeyler ya da yanlış zamanda doğru şeyler düşünebilirsin.

Aklına engel olamayabilirsin.

Hadi aklına olamadın; diline, eline de hâkim olamayabilirsin...

Ayrıca “neye, kime göre doğru ya da yanlış?” değil mi?

Ortamın yorumuna ve yorumlayanların gücüne...

Yoksa tek başına bir düşüncenin ne suçu olabilir ki!

Eee?

Eee’si şu: Bu yazdıklarımın siyasetle bir alakası yok.

Tamamen duygusal!

Duygusal düşünceler...

Ne var? Onlar da düşünce...

Düşününce, düşünce yani...

Geçenlerde adamın biri (İtalya’da) evlendiği kiliseye gidip eşinin çok eşli yaşamayı savunduğunu belirterek boşanma talebinde bulunmuş.

Dikkatinizi çekerim, “adamın biri!”

Yani kadın çok eşli yaşamayı savunuyormuş.

Ama sadece savunuyormuş!

Kocasına, onu hiç aldatmadığını sadece böyle düşündüğünü söylemiş.

Aldatacağını da söylememiş.

Yani aralarında şöyle konuşmalar oldu herhalde:

- Bruno, senden üç tane daha olsa... (Heh hee...)

- Nasıl yani?

- Boyut olarak! Heh hee... Yok be, şaka! Kişilik olarak! İyi olurdu... Yani seni üçle çarpsam!!! Anca...

- Ben seni bi çarpacam!!! (Bu yerli versiyon oldu!)

Adam kadını yere çarpacağına medeni medeni kiliseye gitmiş, boşanmak istediğini söylemiş.

Kadında kabahat!

Nasıl söyleyeceğini bilememiş.

Şöyle konuşsaydı:

- Aşkım seni o kadar çok seviyorum ki...

- Hım, hım hımmm...

- O kadar çok özlüyorum ki...

- Hım, hım hımmm...

- Keşke işte senden birkaç tane olsaydı, nereye gitsem orada senden bir tane görebilseydim:)))

- Hımk, hımk?! (İyi bir şey mi söylüyor bu? manasında.)

- Çarşıya onunla gitseydim, dansa ötekiyle evde de sen beni bekleseydin...

Çarşıyı ve dansı duydu ya, kesin kabul ederdi!!! Hele perde asma ve bulaşık makinesi boşaltmayla, limon sıkmayı da eklese...

Bruno’ya ne olmuş peki?

Kilise boşanmayı onaylamış. Ama kadın konuyu yargıya taşımış.

Mahkeme ne karar vermiş?

“Fiilen gerçekleştirmiş olmasa bile, eşinden başkalarıyla aşk yaşamayı düşünmenin ve savunmanın da boşanma nedeni olduğuna...”

Hayır, savunmasa neyse!

Heh hee...

Yazının devamı...

Ayrılsak da beraberiz!

Ne aklıma geldi biliyor musunuz?

Daha doğrusu çağrışım yaptı.

Bazı kadınlardan kimse ayrılamaz.

Kimse dediysem, erkekler...

Ayrılsalar da ayrılamazlar.

En azından fikren...

Manen...

Hayır, takıntılı adamlardan bahsetmiyorum. Saplantılardan da söz etmiyorum.

Yumuşak bir duygu bu.

Bazı kadınları birlikte olduğu bütün adamlar sever.

En azından beğenir. Hoşlanır anlamında değil, gurur duyar diyelim.

Ve o kadınla ayrılsalar da, aradan yıllar geçse de hep “o, orada” duygusuyla yaşar.

“O orada, istediğim zaman giderim” manasında değil, (anlatamadım mı, ne?) galiba şöyle bir duygu:

“İyi ki onunla bir zamanlar bir şeyler yaşadım.”

Sanırım buradaki “İyi ki...” her şeyi çözüyor.

Zaten onunla ilişkisini tamamen koparmaz. Dost da olmazlar ama!

Ya da dost ayağına yatmaz.

Çünkü zamanında ne yaşadıklarının ve en önemlisi, kadının aklının farkındadır.

Artık bu, nasıl ayrıldıklarıyla mı, nasıl yaşadıklarıyla mı yoksa bunlardan bağımsız, kadının yapısıyla mı ilgili, bilmiyorum.

Galiba hepsiyle...

Bu üçüyle de ilgili...

Ama üçü birden olacak.

Hani, “erkeğin kulağına fısıldayan kadın”lar gibi, bir de ayrılınamayan kadınlar mı var?

Var.

Var da bu iyi bir şey mi, kötü bir şey mi?

Bir de...

Erkeklerden ayrılamayan kadınlar var.

İlişkisi kısa ya da uzun sürsün, fark etmez, hiçbirinden ayrılmaz.

Ayrılsalar da, o ayrılmaz.

İrtibatı koparmaz.

Hayır, “fatal attraction” kadınları kastetmiyorum.

Bunlar başka...

Tuhaf bir ilişki biçimi vardır bunların.

Ayrılmayıp da ne yapar?

Mesela bütün ayrıldığı adamları doğum günlerinde arar.

Yılbaşlarında onlara mesaj atar.

Rahatsız etmeden onları takip eder. İş değişiklikleri, tatilleri, medeni durumlarını falan...

Ve ufacık bir bahanede ya arar ya da mesaj atarlar.

Bu durum ilk başlarda yani yeni ayrıldıklarında, adamı rahatsız eder.

Sonra bakar ki, kadının başka bir derdi yok, “E, iyi o zaman” der.

Bir yerde tutar.

“Belki lazım olur” diye...

Ha, lazım olur mu?

Olur.

Ama sonra yine ayrılırlar. Kadın yine ayrılmaz.

Peki bu iyi bir şey mi, kötü bir şey mi?

Öyle tuhaf bir durum.

Ama gerçek!

Yazının devamı...

Gecelerin hesabını kim yapacak?

“An”lardan bahsettik ya...

Anları, “özel anlara” çeviren kararlardan...

Hani, “sureti olur mu?” diye soraraktan...

Açıkçası şuydu:

“Çok özel bir anın ikincisini, aynı veya başka bir kişiyle tekrar yaşamalı mı?”

Ben cevabımı hazırlamıştım. Tatlı tatlı anlatacaktım; niye yaşanmaması gerektiğini, nasıl ve hangi gerekçeyle “hayır” diyeceğimizi falan örneklerle ballandıra ballandıra yazacaktım.

Ama...

Gel gör ki, konu nereye geldi!

“Vercez mi vermicez mi?”, “İlk gece, tek gece...”ye...

Hadiii...

O halde yine mail’e cevap vererek olayı bağlayalım...



l “Evet... İlk, son, tek, çoğul, birinci tekil, ikinci çoğul derken kadın cinsi olarak toptan kafayı yiyeceğiz gibi geliyor bana........:)”

- Yedik de, bence toparlanma aşamasındayız!

l “Erkeklerin kültürel şartlandırılma gibi bir sorunları olmadığı için, böyle kadınlar gibi geceleri saymıyorlar, rahatlar. Ama biz hâlâ 21. yüzyılda hesap peşindeyiz. Yazık değil mi bize de ama.......:)”

- Onların şartlandırılmaları daha fena! 21. Yüzyılda hem de! Hem de en entelektüeli bile! Sırf bu yüzden yazık bize!

l “Buna bir son versek artık... Çünkü kim için ve ne için? İlk, son, tek, çok ya da ‘zamanı kıvamı gelince’ erkekle yakınlaşmaya girip ‘şansına’ adamın baş tacı olacaksak bu bir eziklik değildir de nedir?”

- Ezikliğin dik âlâsı hem de! En saçması da bu işin gecelerle alakasının olmaması...

l “Erkek hâlâ kadının hasını ‘hemen vermeyen’ diye sığ bir bakış tarzıyla değerlendiriyorsa, bir gram kendini geliştirememişse -azınlığı tenzih ederim- biz kadın olarak bu insanlar için mi gecelerin hesabını tutuyoruz?”

- Gecelerin hesabını kime soralım??? :))) İşte ben de diyorum ki, tutmayalım. Hesap tutmayalım ama akıllı olalım.

l “Üstelik bir erkek o hesaplanan ‘eşref saati gecesi’ sonrası da gidebilir. Eğer korku adamın gitmesiyse... Varsın giden gitsin.. Bu kadar sığ insanların gitmesi yerinde olur.”

- Hatta “gittirsin gitsin!”

l “Sonra kim bilir, belki de biz tek gece heyecanı yaşamak istiyoruzdur. Bağlanmadan... Sıkıcılaşmadan... Olabildiğince cinsel heyecan yüklü... Niye olmasın ki?”

- Olur da... Onu yaşamasını da bilmek gerekiyor.

l “Oluyor da... Ama tabii ki çoğu sümen altı ediliyor... Hani illa ki ‘gece hesabı’ yapmak zorundayız ya... Hani illa ki ‘duygusala bağlamak’ zorundayız ya... Onun içindir kadında bu macera gizlemeler...”

- ‘Yaşamasını bilmek’ten kastım buydu. Gizlemek neyse de şu “duygusala bağlamak” işinden kurtulmalı...

l “Hadi bakalım bu sefer erkekler gecelerin hesabını yapsın...............:)”

- İşte budur!

Yazının devamı...

İlk gece başka, tek gece başka!

Heh heee...

Kızların kafası karışmış.

Ama öyle güzel karışmış ki...

Güzelliği nerede?

Hani bazen insanın kafası karışır da çözmek için nereden başlaması gerektiğini bilemez.

Onu bilmediği için de çözemez.

Önce doğru soruyu sonra da doğru cevabı bulman gerekir. Sana doğru cevabı verecek kişiyi...

Ki kafa karışıklığın düzelsin.

Dedim ya, kızların kafası karışmış diye, benim yüzümden...

Dolayısıyla açıkça bana soruyorlar.

Soru-cevap gidelim o zaman...



- “Siz yılbaşı yaklaşırkenki yazılarınızda veya başka zamanlarda yapılacakları yapılmayacakları sıraladınız, hep ‘ilk gece verilmeyecek (kalbimiz)’ demediniz mi?”

- Dedim. Hâlâ da aynı görüşteyim. Hatta ikinci, üçüncü gece de... Zamanı gelene kadar...

- “Biz de ‘hımmm, tabi canıııım’ demedik mi?”

- Dediyseniz bravo! Ama uyguluyor musunuz, o daha önemli! (Ben de havaya girdim şimdi!)

- “Son zamanlarda ‘Ertesi günü olmayan aşklar’ dediniz bir iki gün, bugün de hiç tanımadığımız biri geliyorum diyor, gel diyoruz, kapıyı açıyoruz, perde...”

- Evet, “ertesi günü” olmayan aşklardan kastım hatırlarsanız, hesap-kitapsızlıktı... Birisiyle birlikte olduğun zaman ilk gece, beşinci gece ya da 1500’üncü gece, fark etmez; ona değer biçme anlamında... (Vay, vay, vay...) İkinci evet; hiç tanımadığımız biri “Geliyorum” diyor, “Gel” diyoruz; o da doğru. Tabii her “Geliyorum diyene “Gel” demiyoruz! “Nereye gidiyorsunuz, ben de geliyorum” demiş ya! Heh hee.. Öyle bir durum yok burada:)) Kapıyı açıyoruz, o da tamam. Perde işi karışık!

- “Orda (kalbimizi) veriyoruz gibi geldi bana:))))) Yoksa öpüp bırakıyo muyuz? Ben mi fesatım?”

- Senin fesat olduğun kesin de:)) Orada öpüp bırakabilir misin? Onu bilemem. Daha doğrusu adam bırakır mı? Bırakırsa... O ne demek? İyi bir şey mi, kötü bir şey mi? Hayır, daha güzel bir alternatifi varsa, ki olabilir, neden olmasın. Ama yoksa... Öpüp bırakabiliriz:))

- “Sonuç olarak ilk gece (kalbimizi) vercez mi? vermiycez mi? Bilemedik :)))))”

- Vercez, vercez de...

Şu farkı gözeterek:

İlk gece başka, tek gece başka!!

O farkı da anlatayım mı?

Yazının devamı...

Sureti var mıdır?

Aslında...

Şöyle bir düşündüğün zaman her şey aynı. Gibi...

Bütün aşklar, bütün öpüşmeler, sevişmeler aynı...

O kadar aynı ki, onunla ilgili şiirler yazılmış, şarkılar yapılmış. Milyonlarca kişi aynı aşk şarkısında kendi aşkını, hatta aşklarını hatırlıyor.

O derece yani!!!

Herkes aynı ayrılık acılarını, aynı kıskançlıkları aynı mutlulukları, her şeyi aynı yaşıyor.

Hatta sen bile herkesle aynı şeyleri yaşıyorsun.

Ufak tefek farklarla...

Yine de yaşantımızın bu kısmına, “özel hayat” diyoruz ya, bize de bravo!

Özel duygular!!!

Çok mu aşağıladım?

Durun ama daha bitmedi, toparlayacağım.

Şimdi aslında bu kadar genel olan bu özel hayatı aslında gerçekten özel kılabilecek anlar vardır.

Vardır...

Onlar ya da onlardan biri yaşanırsa, özel aslında o zaman özel olur. (Diyorum...)

Yoksa öpüşmüşsün hem de çok güzel öpüşmüşsün, o kadar güzelmiş ki hiç bu kadar güzel olmamış!

Ne özel!

Nesi özel?

Herkes, -sen bile- böyle bir anı bir daha yaşayabilir.

Ama...

O öpüşmenin bir hikâyesi varsa...

Küçük bir hikâye de olsa, dramatikse...

İşte o, o zaman özelleşir.

Güzelleşir...

Mesela...

Hiç tanımadığın ya da başka bir şehirde tanıştığın birisiyle bir akşam sabaha kadar telefonla konuşursun.

Ayrı şehirlerde...

Konuşursunuz, konuşursunuz.

Daha da konuşursunuz.

Sabaha karşı sana der ki:

“Oraya geliyorum.”

Sen de dersin ki:

“Gel.”

O zili çaldığında, senin de kalbin daha sık atmaya başlar.

Kapıyı açarsın ve...

Perde!

Ya da mesela:

Gece bardan çıkmışsınız, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor.

Herkes şemsiyelerle, taksi bulma derdinde... Bütün hareketler ıslanmamak üzerine...

Sana diyor ki:

“Yürüyelim mi?”

Sen de diyorsun ki:

“Yürüyelim.”

Yürüyorsunuz, yürüyorsunuz...

Daha da yürüyorsunuz...

Sırılsıklamlığınız(!!!) umurunuzda değil.

Bir daha rastlayamayacağınızı bildiğiniz manzaralara tanıklık ediyorsunuz. Tam güneş doğarken...

Rüya gibi... Ya da bir filmden bir kare gibi...

Ve o kareyi tamamlıyorsunuz.

Perde!

Ne güzel değil mi?

Ama bunlar da oluyor, yaşanıyor yani!

Hatta daha güzelleri de...

İşte “an“lar böyle “özel“leşir.

Ama...

Benim üzerinde durduğum aslında bu anlar değil. Zaten her zaman ve herkesle olmaz.

Ama ya olursa...

İşte benim asıl aklıma takılan bu.

Bu anların sureti olur mu?

Daha da önemlisi, sureti aslı gibi olur mu?

Yani mesela yıllar sonra yine bir bar çıkışında...

Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyor. Herkes kaçışırken başka biri sana bakıp o aynı soruyu soruyor:

“Yürüyelim mi?”

Ya da:

Yıllar, yıllar sonra yeni tanıştığın biri başka bir şehirden seni arıyor, konuşuyorsunuz. Sabaha kadar konuşuyorsunuz. Ve sana diyor ki:

“Oraya geliyorum.”

Hadi bakalım...

Ne cevap vereceksin?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.