Şampiy10
Magazin
Gündem

Boşanma geni varmış!

Hem de yalnızca kadınlarda!

Bak bak bak!..

Ama doğru mu, ne?

Bunlara kalsa, kimseden boşanmazlar!

Erkeklerde de aldatma geni vardı, değil mi?

“Elimde değil hayatım, genimde var! Ben aldatmıyorum, genim aldatıyor seni; o da sayılmaz!”

İşte bu dananın karşısında, boşanma geni olan çıkacak, “Haklısın hayatım, senin elinde değil, -di! Ama artık elinde! Al elini ve gittir git!” diyecek ki...

Genler çarpışması yaşansın.

Ama benim anladığım kadarıyla, geninde boşanma olan kadın sayısı çok az! En azından Türkiye’de az.

Bizdeki kadınlarda başka bir gen var:

“Başımda bir erkek olsun da!” geni!

Bu gen, kızlara ve torunlara kendini geliştirerek geçmiştir:

“Bana çaktırmasın, hissettirmesin de, ne yaparsa yapsın!”

Bunun alt genleri de var tabii...

“Bir daha yapmayacakmış...”

“Dananın önde gideni ama iyi adam!”

“Ne yapayım, galiba onu seviyorum.”

Aslında kısaca “salaklık” geni diyebiliriz de...

Bu genin gelişmişlikle alakası var mı acaba?

Yoksa cesaretle mi ilgili?

Şu haberi okuyayım bakiim:

Diyor ki:

“Bir grup bilim insanı yaptıkları araştırmada kadınlarda bulunan bir çeşit genin evliliklerde kavga oranının artmasına neden olduğunu ve bazı kadınların bu gen yüzünden karşı cinsten bir kişiye bağlanmakta güçlük çektiğini ortaya koymuş!”

Bilimsel araştırmaya bak!

Sanki doğrusu, kadının bir adama bağlanması ve kavga çıkarmaması!!!

“Bu gen yüzünden...” diyor ya!

Bu gen sayesinde demiyor da!

Sanki o fazla bir gen!

Yahu bazı kadınlarda bu gen eksik!

Şuraya yazıyorum, yarın o geni taşıyan kadınları araştırırlar ve insana ne kadar benzediklerini “bildirirler.”

Ama şu anda...

En iyisi evlenmeden önce gen testi yaptırmak!!!

Baktın ki adamın geninde aldatma hormonu mu neyse o yok, iyi!

Tabii bir de danalık hormonu olsa, onu da tespit ettirebilsek tam süper olurdu ama...

Baktın ki, kadının geninde boşanma cesareti yok, o da iyi!

Beğenen alsın.

Ama...

Geçenlerde okudum:

İnsanın genetik yapısı sporla değişebiliyormuş.

Yahu, bunlar hissediyorlar da onun için mi eşlerinin spora gitmelerine gıcıklar? İçgüdüsel yaşıyorlar ya hâlâ!!

O bakımdan...

Herkesin bir hayali var ya, ben de...

Sporcu bir gençlik yetişsin istiyorum.

Yazının devamı...

İçeriden bakmak...

Kendine dışarıdan bakabilirsin.

Bazen.

Bu iyi bir şeydir; kendini eğitebilmen açısından...

Ama içeriden dışarıya doğru bakmak da önemlidir.

Bakabilirsen...

Doğru kareleri yakalayabilirsen...

Kendinle ilgili...

İçeriden dışarı doğru genellikle “bittikten” sonra bakarsın.

Daha doğrusu bittikten sonra daha rahat görürsün.

Hani kaç gündür, kocasının iznine tabi yaşayanları anlatıp duruyorum ya...

Buyurunuz:

İçeriden dışarıya doğru bakınca görünenler...



- “Tam benim ilk evliliğimde yaşadıklarımı anlatmışsın. O kadar okudum ettim, helal paramı harcarken her kuruşunun nereye gittiğini açıklamak zorundaydım. Keyifle bir kuaföre gidemedim, aileme aldığım minicik bir hediye için bile, ‘Onlara biz mi bakıcaz, kimbilir çaktırmadan kiralarını da ödüyorsundur sen’ denildi. Daha neler neler... Bütün toplum bana saygı duydu, bir kocam duymadı!”

- “Yıllar önceki bendi bu! Küçük farklarla... Ben istediğimi alırdım; oje moje falan kısıtlama yoktu. Ama sonra şunu fark ettim; eşimden daha çok kazanıyordum ama bunalınca ben yalnız tatile gideceğim, 3 gün kafamı dinleyeceğim diyemiyordum. Üstelik moderndik. Hiç birbirimize hesap sormazdık. Ama evlilik böyle olmalı düşüncesiyle yavaş yavaş vazgeçmiştim haklarımdan. ‘Ya n’oluyoruz?’ oldum bir gün. Kafası çalışan bir kadın olarak böyle mi yaşamalı? Daha çok kazanıyordum ama ortak kararlarda etkili olan oydu. Çocukla daha çok ilgilenen bendim. Her gün evde yemek pişirilirse sağlıklı besleneceğimize / yaşanacağına inanan da ben olduğumdan hep pişiren de ben oldum... Haftada bir evi süpürüyor olması, onun tanımına göre her şeye yarı yarıya katılması demekti... Ama nasıl oluyorsa benden daha çok belgesel izlemeye fırsatı oluyordu ve dünyada olan her bir naneden haberi olacak kadar da vakti vardı...

Ve bir gün...

‘Yaaa, galiba ben yalnız yaşasam daha iyi olacak’ dedim.

Ve gerçekten de oldu.

Zor oldu ama oldu.”

“Yüksek öğrenim tahsilli, dil bilen, kariyer sahibi 30’larında kadınlardanım. 3 yıllık evliyim. Henüz çocuk yok. Bizim evdeki olayı anlatayım size:

Paranın kocada toplanması kısmı aynen doğru. Ev işleri de aynen doğru. Giyimime arada karışmasını görmezden gelip kafama göre takılıyorum. Onun dışında yaptıklarım için izin falan da almıyorum. Ancak çocuk çok istiyor. Ben de, ‘Bana ev işlerinde destek olmayan, çocukta da olmaz’ diyerekten savuşturuyorum. Yani ev mi geçindireceğim, ev işlerini mi yapacağım, yoksa çocuk mu bakacağım? Süper kadın falan da değilim. Bu restime karşılık hâlâ ev işlerinde herhangi bir yardımını da görmedim.”

- “Ben okumuş ve çalışan bir kadınım. Arkadaşlarımın yüzde 90’ı da böyle. Ama kocam vicdanlı olduğu için aptal muamelesi gördü. Ben de sizin bahsettiğiniz basit haklarımı savunduğum için senelerce fazla özgür, şımarık hatta bazı kadın ortamlarında hafif meşrep (neyse bu?) muamelesi gördüm. Ve sonunda buna inanacak hale geldim. Evet ben aptallık derecesinde özgür ve şımarığım. Öbürünün ne olduğunu valla bilmiyorum.”

- “Maaşı vermeyi bırak, kendi maaş kartı, kocasının elinde olan kadınları biliyoruz biz! Düşünebiliyor musun, ‘ücretsiz aile işçisi’ gibi öyle boş boş işe gidip geliyorsun sadece!.. İnsan irkiliyor düşünürken bile!”

- “Bence bunun çözümü bir tek şey: Yabancı koca bulmak:))) (atmıyorum, yabancı damatlarla ilgili güzel duyumlar alıyorum. Konuyu araştırıp bir gün yazarsanız bilgileniriz.)”

Yazının devamı...

İzne giden yol...

Her şey tatlı tatlı başlar.

Hiç anlamadan...

“İzne tabi” hayatını sen seçmezsin. Seni oraya doğru yavaş yavaş iter.

Fark etmezsin.

Fare ısırığı gibi...

Hani üfleyerek yermiş ya, öyle! Canını acıtmadan...

Dedim ya, anlamazsın. Bir gün bir bakarsın ki, yemiş bitirmiş seni!

Sen yoksun!

Senin yerinde, hiç tanımadığın, hatta eleştirdiğin kadınlardan biri duruyor.

Öyle tuhaf ki, belki de hâlâ eleştiriyorsun ama sen de onlardan birisin aslında.

Bunu, bir gün aniden fark edersin. İlk aklına gelen de şudur:

“Ben ne zaman, nasıl bu hale geldim?“

Ben anlatayım...

Senin hikâyen de diğer bütün okumuş, çalışan, şehirli ve modern kadınlarınkiyle aynıdır.

Önce sahiplenilmeyi seversin. Birkaç özgürlük alanın orada kafadan gider.

Sonra paylaştığınızı sanırsın; fedakârlık yaparsın. Buradan da epey kaybedersin.

Sonra “aman kavga çıkmasın“lar gelir...

Bir süre sonra, onun izin vermediği şeylerden zevk almamaya başlarsın. İçine sinmez çünkü!

Bahanen de hazırdır:

“Aman hiç yapmayayım daha iyi” ya da “huzursuzluk çıkacağına yapmayıvereyim. Ölmem ya!”

Onun izin verdiklerine yönelirsin.

Artık o kadardır hayatın!

Onun izin verdiği kadar!

Artık eskisi gibi kahkahalarla gülemiyorsundur bile!

Onu bile kısıtlamıştır.

Kısıtlamıştır, kısıtlamıştır...

Düşün bak, hatırlayacaksın.

Zaten yüzüne bütün bunların yorgunluğu çökmüştür.

Bak aynaya, sen de görürsün.

Hayır, onlar yaşlılık çizgileri değil, mutsuzluğun izleri...

Peki şimdi ne yapıyorsun?

Mesela televizyonda dayak yiyen kadınları gördüğünde...

Mesela “Kadına yönelik şiddeti engelleme yasası budandığında...”

Mesela bir milletvekili çıkıp, “Yalnız dikkat edelim, iş feminizme kadar dayanmasın!“ dediğinde...

Mesela, taciz edilen, tecavüze uğrayan kadınları okuduğunda...

Ne yapıyorsun?

Onu da biliyorum.

Sanki dizi filmde seyretmişsin gibi, “vah vah!” deyip, gidip kocana çay demliyorsun.

Şimdi demlemesen, huzursuzluk çıkacak!!!

Oysa...

O dayak yedikçe, o öldürüldükçe, o tecavüze uğradıkça, senin sözde “çağdaş” hayatının daha fazla budanacağını bilseydin...

Bir şeyler yapar mıydın?

Yapardın.

Da...

Kocan, “sana mı kaldı?” der, oturursun.

Gidemezsin.

Aslında açıkçası:

Göndermez seni!

Sen de kendini özgürlüğü olan çağdaş bir kadın zannetmeye devam edersin.

Televizyonda dayak yiyen kadınlara bakıp, acırsın!

Bir farkın varmış gibi!

Yazının devamı...

İzne tabi haklar...

Ben de bugün kadın haklarından bahsedeceğim.

Ama başka kadınların, başka haklarından...

Başka gerçeklerden...

Başka bir çerçeveden...

Hani ‘kadınlar okusun, ekonomik hayata katılsın‘ın peşindeyiz ya, ben de okumuş, kendi parasını kazanan, şehirli kadınlardan bahsedeceğim.

Onlar ellerindeki hakları nasıl kullanıyor, ona bakacağım.

İki gün önce bizim gazetede bir araştırma yayınlandı. Kadınlarla ilgili...

Orada bir noktaya takıldım; Üniversite mezunu evli çalışan kadınların yüzde 73’ü kazandığı parayı eşine veriyormuş.

Hemen, “Al işte!” dedim, “Onlar bile haklarını koruyamazlarsa, diğerleri ne yapsın?”

Şimdi aranızda ortak bütçeden bahsedenler olacaktır; “Zaten anca geçiniliyor, ortak paranın kimde toplandığının ne önemi var? Ha kadında, ha erkekte...”

Ama bunun koca bir yalan olduğunu aslında hepimiz biliyoruz.

İsterseniz sağlamasını yapalım!

Bugünden itibaren kasa el değiştirsin.

Bütün gelirler kadında toplansın.

Var mısınız?

Hadi teklif edin.

Cesaretiniz varsa...

Hadi paranızı teslim edin, yüreğiniz varsa...

Sadece bu değil tabii...

Çalışan şehirli kadının hâli sadece bu değil.

Bu kadın bütün gün çalışır, yorgun argın eve gelir, sonra evde çalışmaya başlar.

Bütün ev işleri kadına aittir.

Çocukların bakımı da...

Öyle bir hale gelmişlerdir ki, kocalarının en ufak bir yardım girişimini bile büyük bir iltifat gibi algılamaya başlarlar.

Hadi onu da geçelim...

Bütün bunlara rağmen yani hem çalışıp para kazanıp hem de eve ve çocuklara da bakmalarına rağmen bunların dışında yapmak istedikleri her şey izne tabidir.

Ha, yapacağı da ne?

Bir bluz almak...

Bir yemeğe gitmek...

Saçını boyatmak...

Arkadaşına gitmek...

Hatta annesine uğramak...

Araba kullanmak...

Spora başlamak...

Kırmızı oje sürmek...

Etek giymek...

Pantolon giymek...

Yürüyüş yapmak bile...

Bu kadar masum işler dahi...

Hatta buraya sığmayacak kadar çok bütün günlük hareketler neredeyse...

Kocasının iznine tabi...

Radikal, hatta biraz aşırı hareketlerden bahsetmiyorum, farkındasınız değil mi?

Kadın bir gün bir bakar ki, bu hale gelmiş!

Okuyamayan, baskı altında çıkış bulamayan, yasalarla korunmaya çalışılan kadınlardan bile daha aciz!

Diğerlerinin hiç olmazsa bir mazereti var; senin neyin var?

Kocan!

Oldu.

Demek ki, okumakla para kazanmakla da bitmiyor iş!

Hakkını almayı ve onu korumayı da bileceksin.

Yazının devamı...

‘Rüyamda seni gördüm’

“Hayırdır inşallah?”

“Hayır” olmadığı kesin!

Niyetine göre değişir tabii... Ya da rüyayı kimin gördüğüne göre!!

Ama Murphy Kanunları‘na göre beğendiğin biri seni rüyasında görmez!

Aslında tuhaf ama sen de beğendiğin birini rüyanda görmezsin.

“O halde, seni beğenen, seni rüyasında nasıl görüyor?” diye soruyorsunuz... Ya da sormalısınız...

İşte bunun açıklaması da şu:

“Bazı şeyler hep başkalarının başına gelir!”

Beğendiğini görmezsin, tutar en olmayacak birini, hem de...

Hayır, sonra da kendinden şüphe etmeye başlarsın. Dergi ya da üç-beş makaleden okuduğun kadarıyla edindiğin pskanaliz bilgi kırıntılarınla dehşete düşersin:

“Len bilinçaltımdan ben bundan hoşlanıyorum da haberim mi yok?” diye...

Kimseye anlatamazsın da...

Çünkü senin ondan hoşlandığını sanır falan, açıklayamazsın.

Hani hayatta asla açıklayamayacağın durumlar vardır ya, onun gibi...

Oysa ne saçma!

Diyelim ki, bilinçaltın ondan hoşlanıyor! Sen de hoşlanmak zorunda değilsin ki!

Adı üstünde: o bir bilinçaltı.

Cesareti olsa üste çıkardı! Heh heee... (Tamam kötüydü!)

En iyisi bir psikiyatriste gitmek:

- Üstüm başkasından, altım başkasından hoşlanıyor; ne yapmam lazım doktor?

- Üstüm derken, altım derken??? Fiziki olarak mı?

- O da var da! Ama şimdi sorun o değil. O mu yoksa? Kafam çok karışık!

- Siz biraz uzanın.

- Uzanın derken???

- Siz en iyisi defolun!!!!

- Ama doktor...

Alamadım yine kendimi; tamam, konuya dönüyorum.

Rüya meselesine...

Hani bir de sabah sabah rüyasını anlatanlar vardır.

Ayyy, ay!

“Şimdi... Putin bizim eve gelmiş ama başında bir peruk! Ne demek ki bu?”

Sanki bütün evren bir olmuş, ona “peruklu Putin”le mutluluğun sırrını anlatmaya çalışıyor ve biz anlamıyoruz!

“Sonra Putin, birden annem oluyor! Ama yan tarafta da bir dere akıyor. Suyu nasıl berrak, nasıl berrak!”

“Aaa... Berraksa çok iyi!” dersin.

“Nasıl iyi yani?”

“Şöyle iyi! diye cevap vermen lazım; hem de göstererek,

“Şöyle!”

Kendi rüyasından çok zevk almıştır. Nesi zevkliyse?

Hani Putin’le bir şeyler yapsa anlayacağım!

O da yok!

Hele peruklu Putin’in hiç yok!

Peruklu Putin sabaha kadar... Şiir okusa, ne?

İştahlı iştahlı anlatır ve senin de aynı iştahla dinlemeni bekler. Hatta arada senin yerine sorular sorup cevaplar da!

Ama asıl konumuz, bir adamın/kadının sana bunu söylemesidir:

“Dün gece seni rüyamda gördüm.”

Haydaaa....

Şey der gibi, “Dün gece seni...”

Şöyle bir bakarsın.

Bir daha bakarsın...

Bir daha...

Ne diyeceksin ki?

“İyi miydi bari?”

“Yok, bu akşam işim var”

“Anca rüyanda görürsün!”

Yok, bunları söyleyemezsin. Kalırsın yine ona:

“Hayırdır inşallah!”

Yazının devamı...

Karmaşık ilişkiler...

Bir de bu varmış; karmaşık ilişkiler...

Yok canım, kabul ediyorum ben bu konuda cahil kalmışım; Face’teki medeni durumlar konusunuda...

Olsun. Hâlâ komikler...

Dün, Face’ine, “Serbest bir ilişkisi var” diye yazanları ele almıştık ya, Demet hemen mail atmış:

“O-hoo...” diyor, “O da bir şey mi? Bir de ‘Karmaşık bir ilişkisi var’ diye yazanlar var.”

Hadiii...

Gelin, şu karmaşa ne olabilir, bakalım...

Demet, “Olsa da olur, olmasa da; bir küs, bir barışık durumu mu nedir?:)” diye yorumunu yapmış.

Ama tarif ettiği bir karmaşa değil!

Normal ilişkiler artık böyle!

Gerçi siz şimdi, “Neye, kime göre karmaşa?” diye soracaksınız.

Haklı olarak...

Yeni başlayanlar için, bir küs bir barışık olmak ilişkinin ‘karmaşa’ haline gelmesi için yeterli olabilir.

Ama...

Bazı ilişkilerde gel-git’ler olağan hale

gelmiştir. Onların ‘karmaşa’ çıtaları yükselmiştir.

Bence bu, “karmaşık ilişkisi var” ibaresi hiç de masum değil!

Öyle küslük falan...

Aldatmalar, geri dönmeler, affetmeler, burnundan getirmeler...

Onları çoktaaan tüketmişler, başka bir boyuttalar!

Hangi boyut?

Hı, şimdi ona bakalım.

Çözmeye çalışalım. Analitik düşünelim.

Öyle bir boyut ki bu...

Bir kere iki kişi arasında geçmediği kesin! En az dört, en fazla altı kişiler...

E, öyle tabii...

İki kişi arasında ne karmaşa olacak?

Üç kişiyi de karmaşadan saymıyoruz artık, kanıksadık biliyorsunuz!!!

O halde en az dört kişiler. Tamam mı?

O halde devam...

En fazla altı kişiler çünkü daha fazlasında, kimsenin ‘karmaşık ilişki’ diye şımaracak ne zamanı ne de hâli olur.

Bence durum şu:

Özne olarak Face’ine bunu yazanı alırsak...

Adam...

Adamdır bu. Kadınlar öyle şeyler yazmazlar. Çünkü yeteri kadar salak değillerdir!

Bu adam birlikte olduğu kızın arkadaşıyla da birlikte olur.

Ama onun da bir erkek arkadaşı vardır.

Etti mi 4.

Şimdi sıra 2 kişi daha bulmakta...

Kız, durumu erkek arkadaşına anlatır. Erkek arkadaşı da bunun üzerine inat olsun ya da kendine güveni gelsin diye gider başka bir kızla birlikte olur.

O kız da bizim adamın eski kırığıdır.

Alın size “karmaşanın” dik âlâsı!

Bu arada kaç kişi ettiler?

Kim, kiminle ne yapıyordu, ben bile karıştırdım ha!

Bu arada...

Olayın karmaşa olmasının bir de şartı var tabii...

Kimse kimseden ayrılmayacak!

Herkes durumu bilecek ama bilmezlikten gelecek!

Yoksa karmaşa olmaz.

Yok artık! demeyin.

“Neye, kime göre karmaşa?” diye soran sizsiniz.

Ama yine en doğru cevap, karmaşanın ne kadar karışık olduğu ile ilgili değil galiba.

Çünkü çoğumuza göre bu durum karmaşayı aşar, rezilliğe girer.

O halde karmaşayı Nietzsche’vari tarif edelim:

“Karmaşa diye bir şey yoktur, onu yorumlayanlar vardır.”

Yazının devamı...

Serbest ilişki!..

Olayımız şu: Geçenlerde Face’de gördüm, ilişki kısmına adam ne yazmış biliyor musunuz?

“Serbest bir ilişkisi var.“

Belki de bilinen bir şey ama olsun yine de yazmaya değer!

“Evliyim ama müsaitim”i falan duyduk, dalgamızı geçtik de, bu...

Bunu gözümle gördüm.

Adam alenen yazmış:

“Serbest bir ilişkisi var” diye...

Serbest derken?

Hayır, nereye kadar serbest?

Anladık, “Takılın bana...” diyor da, sonra en olmadık zamanda saatine falan bakmasın!

Heh hee...

Gerçi ona takılanın da taaa...

Taaa aklına şaşayım ama!

Bunu yazan adamın da taaa... Aklına şaşayım!

Kafadan aklı başında bir kadınla birlikte olma şansını kaybediyor. Hoş, herhalde böyle bir niyeti de yok!

Diyor ki yani:

“Benim canım onunla bununla seks yapmak istiyor. Sadece seks! Yerse!”

Bu mail’e kim atlar?

Sadece seks isteyen kadın bile atlamaz!

Dananın aptalı da hiç çekilmez ha!

Belki, “benimki başka” kadını vardır ya, onlar atlayabilir.

Sonra da, “o zaman anlamalıydım” der.

Salak!

Tıpkı, “yetmez ama evet”çiler gibi!

Heh hee...

“Ama ben böyle olacağını nereden bilebilirdiiiim?” diyerekten!

“Yahu, adam yazmış, alenen beyan etmiş, daha ne yapsın? ‘Değiştim, kıyafetimi de değiştirdim, bak!’ demesine niye kandın?” desen de, hâlâ ümidini kesmez bunlar!

Niye?

Çünkü tınnnn!!!!

Kanmış olmasını kaldıramaz çünkü! Kandıkça kanmak zorunda kalır.

Böyle bir kısır döngüye girer!

Olayın başka bir yönü daha var tabii...

Adamla çıkıyorsun mesela...

Bir gün açıyorsun Face’ini, “şuna bir şeyler yollayayım” diye...

A-ha!

Orada yazıyor:

“Serbest bir ilişkisi var.”

Nasıl?

Ne diyor bu?

Ne diyecek; seninle serbest bir ilişkisi varmış!

Oradan öğreniyorsun.

Yani belli ki, başka ilişkileri de var. Hatta onlar da yetmemiş, hâlâ arıyor!

Hemen telefona sarılıyorsun.

Ahizeyi kaldırdığın an, duraklarsın. Ne diyeceksin ki şimdi?

- Serbest bir ilişkim var, ne demek Tahsin?

- Aşkım eskiden yazmıştım öyle kalmış.

- E, sil o zaman; ilişkim var yaz!

- Beni baskı altına alma Bennu! Silerim ama bu şekilde değil.

- Şekil mi istiyorsun? Al sana şekil! Bak, beğendin mi?

Heh hee...

Böyle olmaz tabii...

Böyle olsaydı...

Kızlar böyle yapabilselerdi...

Bunlar da, oraya buraya alenen hem de, “serbest ilişkim var” yazma cesaretini bulamazlardı.

Yazının devamı...

Sezen Aksu da sanatçı Müjdat Gezen de!

Beğen, beğenme...

Sev, sevme...

Hatta sanatçı yerine koy, koyma...

Fark etmez!

Sanatçı dediğin hatta kendine sanatçı diyen herkes muhalif olmalı.

Muhalefet etmeli.

Müjdat Gezen ne demiş:

“Mizah muhalefetten çıkar.”

(Uludağ Üniversitesi’nde katıldığı paneldeki konuşmasını okuyun.)

Çıkarttı da!

Hem de nasıl?

Yıllarca o muhalif zekânın ürettikleriyle büyüdük, düşündük ve ağlanacak halimize güldük.

Onun esprileri bütün adaletsizliklerin açıkça anlatıldığı ve başbakanların önünde açılan birer dilekçe gibiydi.

Bugün bu parti, dün başka bir partiydi, yarın kimbilir hangisi?

Ama muhalefetten sadece mizah çıkmaz!

Hayata, yaşama dair duygular da çıkar.

Ayrılığa...

Acılara...

Korkulara...

Yalnızlıklara...

Geçmişe...

Aşka...

Ve hatta mutluluğa bile muhalif olursun.

O muhteşem şarkılar da buradan çıkar.

Yeter ki muhalif ol!

Yeter ki muhalif bir sanatçı ol!

Mesela Müjdat Gezen olursun...

Bir gün herkesin, her şeyin üstüne çıkıverirsin.

Ama mesela Sezen Aksu da olursun...

Taraf oluverirsin bir anda...

Niyeyse?

Muhalefetten vazgeçip bir tarafa geçtiğin zaman...

Yani birilerine hizmet etmeye başladığın zaman...

Duyguların da o taraftadır artık!

Aklın da,

Şarkıların da!

Oysa sanatçı dediğin...

Önce hümanist sonra demokrat, sosyalist ama illa ki muhalif olmalı...

İdeolojik olarak kendisini en yakın hissettiği siyasi partiye dahi muhalefet etmeli.

Hizmet değil!

Eksikliklerine, yanlışlarına ki mutlaka vardır; onlara karşı gelmeli.

İlle de siyaset yapacaksa, taraf olacaksa, halkın tarafında olmalı...

Hastanın, mağdurun, adaletsizliğe uğrayanların tarafında...

Şarkısıyla ya da tiyatrosuyla, resmiyle ya da filmiyle...

Başbakanların dizinin dibinde yalakalık edenleri saymıyorum bile... Aklım ve ruhum saymıyor zaten. O parti ya da bu parti...

Sağcı, solcu, muhafazakâr fark etmez, sanatçı oraya hizmet etmez.

Yani:

Sanatçı var, sanatçı var...

Benim gönlümdeki, aklımdaki sanatçı...

Sanatçı dediğin muhalif olmalı.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.