Şampiy10
Magazin
Gündem

Mutluluğa alışılır mı?

Yani, “Her şeyim var, mutsuzum” sendromu... Olabilir mi? Bir insan, her şeyi olduğu hâlde hâlâ mutsuz olabilir mi?

Olabilir...

Zira herkesin mutluluk tarifi farklı...

Hem farklı hem de değişken...

Yaşa, zamana, yere, duruma göre değişiyor.

En çok sevdiğimiz, en fazla istediğimiz bir şeyi elde ettiğimizde, beklediğimiz kadar mutlu olmadığımıza kendimiz bile şaşırıyoruz.

Niye?

İşte bunun sebebini bulmuşlar...


‘Next’ sendromu!

“İnsan mutluluğu” üzerine dikkat çeken araştırmaları ve saptamaları olan psikolog Sonja Lyubomirsky bu durumu çok net ve basitçe açıklamış.

Genlerimize şifrelenmiş bir mutluluk ayar noktasına sahip olduğumuzu söylüyor. İyi bir şey olunca mutluluk hissimiz artarken, kötü bir şey olunca azalıyor. Ancak her iki durumda da, bilimsel olarak “hedonik uyum” diye adlandırılan güçlü ve inatçı bir olgu nedeniyle ruh hâlimiz çok geçmeden ayar noktasına geri dönüyor.

Alışıyor yani...

Ama 1 saniyede ama 1 yılda...

Sonuçta alışıyor...

Ama bir eşyaya, ama bir insana...

Mutluluğa veya mutsuzluğa...

Alışıyoruz...

İşte ondan sonra da kıçımız başımız oynamaya başlıyor!

“Next” sendromu...

“Sırada ne var?”


Başarı yetmez!

Şimdi bu psikoloğun mutluluk üzerine genel kanılara aykırı başka enteresan bulguları da var. Mesela, ona göre, kiracılar ev sahiplerinden daha mutlu!

İyilik yapmak (Çok sık yapmak zorunda kalmamak şartıyla) insanları daha mutlu hissettiriyormuş.

Güzel bir örnekle bunu açıklamış:

“Sevgilinizin kahvaltısını bir gün yatağına götürmek harika hissettirir. Bunu her gün yapınca angarya gibi gelir.”

Mutluluk arayışında, mutsuzlara da göz atmışlar...

Mutsuzların çok kıyaslama yaptığını ve sonuçlar hakkında kaygılandıklarını bulmuşlar.

Kendilerinin ne kadar iyi ya da kötü olduğuna değil de, başkalarına göre nasıl olduklarına bakanlar...

Sloganları da o meşhur alaylı özdeyiş: “Gerçek mutluluk için başarılı olmak yetmez. Arkadaşların da başarısız olmalı!”

Bu ilkeyi hayatın her alanına taşıyanlar... Dünyada “mutluluk” üzerine çalışan bilim insanlarının ve araştırmaların sayısı hiç de az değil.

Ama asıl hedef şu: “Nasıl daha mutlu olabiliriz?”

Daha doğrusu:

“Kendimizi nasıl daha fazla mutlu edebiliriz?”

Dikkatinizi çekerim:

“Beni kim, ne mutlu eder?” değil!

Yazının devamı...

Hayalini kaybedenler...

İkisi birbirine girer bazen: Hayaller ve gerçekler... Hangisi hayal, hangisi gerçek karıştırırsın. Bazen hayallerin gerçek olur ya, işte o zaman işler karışır.

Gerçekleşen hayalin, hiç de hayalindeki gibi değildir!

Başlarsın hayalini aramaya...

Ya da gerçeği...

“Keşke gerçekleşmeseydi, hep hayal olarak kalsaydı“ bile dersin...

Ama kendi kendine!

Hayır, “Adam ya da kadın buldun, hayalindeki gibi çıkmadı”lardan bahsetmiyorum. Daha somut, maddi şeylerden söz ediyorum. Hani kaç gündür, “Herkesin hayalleri hemen hemen aynıdır” diye yazıyorum ya...


Cezaya durmak gibi

Mesela, herkes parası olunca villası olsun ister, değil mi?

Şöyle, havuzlu, spor salonlu, kocaman bahçeli falan... Bazıları bu hayaline orta yaşlarında kavuşur.

O evi yapar, alır veya kiralar. Ama...

Hiçbir şey hayalindeki gibi işlemez.

Dün anlattığım, evde çalışma hayali gibi, bu da boşa çıkar.

O spor salonunda tek başına spor yapmak, cezaya durmak gibidir.

O havuza kendi kendine girmek de...

Şehre uzaklığı da cabası...

Herkese eziyet!

Kimse gelmemeye başlar. Sen de bir yere gidememeye...

İşte o günlerden birinde hayalini aramaya başlarsın...

Eğer kendini yenersen, şehirde hem de şehrin merkezinde ev aramaya...

Yaşlılık, tatil, adam, kadın hayallerin de aslında böyledir!

Gerçekler hiç de hayalindeki gibi değildir. Bu sefer hayallerini yeniden yapılandırmaya başlarsın...

Yeni sen‘e göre...


İçine sinmez!

Ama bazen de, öyle zamanlar olur ki, kişisel hayaller kurmaya utanırsın.

Hatta aklına bile gelmez.

Aklına gelse, içine sinmez.

Yanı başında insanlar ağlarken, acı çekerken...

Başkalarının hırsları ve meseleleri yüzünden paramparça olurken...

Ailelerini, çocuklarını kaybederken...

Ellerini Allah’a kaldırmış o kadının acısına bakarken...

Bütün ülkenin huzuru kaçmış, herkes yas içindeyken...

Geleceğini kestiremezken...

Ölü evinde, gülemezsin!

Akşam başını yastığına koyduğunda...

Bir bakmışsın, yakınların, ülken ve hatta insanlık için hayaller kurmaya başlamışsın;

Onlar için dua etmeye...

Yazının devamı...

Hayaller hayal oluyor...

Hani, dün herkesin zenginlik veya cennet hayalleri hemen hemen aynıdır demiştim ya... Aslında başka hayaller de aynı.

Mesela herkes çok zengin olunca, bir şort bir sandaletle dünya turuna

çıkar!

Demek ki zengin olunca giyinmeye falan gerek kalmıyor. Öyle bir istek olmuyor.

Lüks giyinmek fakir işi mi?

Bu şey gibi; esnaf lokantasına paran olmadığı için gidiyorsan rezalet bir yerdir, ama öyle bir yemek yemek için gidiyorsan da ay çok hoş gelir ya... Onun gibi mi ne?

Mesela evde, evden çalışma

hayali...

Bana da, hep “E sen ne diye hem de sabahın köründe işe geliyorsun ki? Ohhh mis gibi evden yaz!” derler... Bir gün dahi denemedim bile.

Cezalı gibi!


Pijamayla mesai

Kim bilir belki ben de öyle bir olanağım yokken evden çalışmanın hayalini kuruyor muydum acaba?

(Sanmam!)

Nitekim geçenlerde, “Evde çalışanlar ofise dönüyor” başlıkla bir makale okudum. Özellikle Amerika’da kendi şirketini kurarak evden çalışma hayalini gerçekleştirenler umduklarını bulamamışlar.

Birisi evdeki durumunu şöyle anlatıyor:

“Masanın altındaki toz yumakları dikkatimi dağıtınca gün ortasında odayı süpürmeye başlıyordum. Ya da akşam aynaya bakınca pijamalarımın hâlâ üzerimde olduğunu fark ediyordum.”

Evden çalışmayı düşleyenler, hayallerini gerçekleştirince bu hâle gelmişler.

Uyanık yatırımcılar da hemen bu durumun kokusunu almışlar tabii...

Ev-ofis hayalinin ardında yatan yalnızlığı, dağınıklığı, dışlanmışlığı keşfeden bu yatırımcılar, şimdilerde ortak ofis projeleri üretmeye başlamışlar.

Evde çalışanlar da oralara akın etmeye...

“Küçük bir şey gibi görünüyor ama işe giderken giyinmek bile ciddi bir fark yaratıyor” diyorlar...

Demek ki neymiş?

Evden çalışmak da boş bir

hayalmiş!


Yeniden yapılandırma

Yani insan hayalini de iyi seçmeli...

Hele gerçekleştirilebilir bir

hayalse...

Başını sonunu, pratikte nasıl olabileceğini iyi kestirmen gerekiyor.

Bunun en iyi yollarından biri, gerçekleştirmeden önce hayali, hayali olarak yaşamaktır.

Ama sadece bir kesitini değil!

Tamamını...

Bir iş, bir tatil, bir insan... Artık neyse hayalin...

Düşünüp, planlayıp...

Hatta...

Hayalleri yeniden yapılandırmak lazım.

Baksanıza, hayaller de hayal oluyor!

Ben hâlâ anlatmak istediğim yere gelemedim desem?

Yazının devamı...

Herkesin cenneti kendine (mi?)...

Herkesin zenginlik hayalleri üç aşağı-beş yukarı aynıdır ya... Ev-araba alır, dünya seyahatine çıkar, etrafındakileri parasına kul eder falan...

İnsanları parasıyla ezmek falan onu mutlu eder!

Ne tuhaf değil mi?

Mağazaya girecek mesela, ukala bir tezgâhtarla karşılaşacak, ona inat bütün mağazayı satın alacak!

Bak bak bak!

Mutluluğa bak!

Yani parayla mutluluk satın almaya kalkar.

Daha doğrusu satın alarak, tüketerek mutlu olacağını zanneder.

Hiç, “Piyango çıksa, kendime bir atölye kurup kendi evimi kendim yavaş yavaş yapsam“ diye hayal kuran var mıdır? Ben bir-iki kişi tanıyorum ama para gelince ne olur, bilemem!

Ha, düşük hayalciler vardır; hani dualarında sadece yetecek kadar para isterler, ne demekse!

Aklı sıra yalakalık yapıyor, “Bak, arsızlık yapmıyorum, bunu da ver artık!“ diyor! Fazla istese vermeyecek ama bunu verir mantığı. Kiminle neyin pazarlığını yapıyorsa... İstediği kimse, onun huyuna suyuna mı gidiyor artık, ne yapıyor, neyin peşinde bilemem.

İşte onlar, kendi evini yapma hayali kurarlar.

Diğerleri en iyi mimarları tutar, evi yaptırır. Hâlâ hayallerden bahsediyoruz ha!

Mutluluğun şekli

Dedim ya, hemen hemen herkesin zenginlik hayalleri aynıdır. Tıpkı cennet hayali gibi. Huriler, denizler, ırmaklar, çiçekler kelebekler, egzotik meyveler...

Bak yine tüketecek!

“E, ne hayali kursun? Cennet de atölyede çalışmak değil herhâlde!” diyeceksiniz...

Elbette... Bence de değil ama karı-kız, ananas-muz, papatya ve su da değildir herhâlde! Zaten bu kafa orada da, karı-kız kavgası yapıp kendi suyunu yanındakiyle paylaşmaz! En azından bizim küçük kafamızın hayaline sığmamalı diye düşünüyorum. Yoksa bütün bunların var olduğu yerler için, ki var, bu cennet tasvirinin bir anlamı olmaz değil mi?

Kimin neyi yoksa, onun cenneti, özlemini duyduklarına ulaşmak, onları elde etmek herhâlde...

Koskoca cenneti indirdiğimiz yere bakın!

Sonuçta amaç sonsuz mutluluğu yakalamak ama. İşte asıl hata, o mutluluğu şekle dönüştürmekte galiba... Bir şekle dönüştürünce de, ister istemez onu satın almaya kalkmakta...

Evi, arabayı aldın; garsonu, tezgâhtarı ezdin; arkadaşına, rakibine hava attın... Eee?

Bu mudur?

Ya, aslında bambaşka bir şey anlatacaktım, konu nereye geldi...

Ben de tutamıyorum bazen kendimi...

Yazının devamı...

Libidomu düşürdüm, geçersizdir!

Sihirli bir an... Güzel bir duygu... Özel bir adam ya da kadın... Nedeni olan bir heyecan... Buralarda onu bulabilirsin.

Düşürdüğün libidonu...

Bu da su bidonu gibi oldu ya, neyse...

Hani, “Libido düşünce seks yapmak, tokken yemek yemek gibidir!” demiştim ya... Ancak güzel bir tatlı olursa...

Bunlardan biri kadayıf, birkaçı bir araya geldiğinde ise kaymaklı ekmek kadayıfı etkisi yaratır!

Seni baştan çıkarır. Tadına bakmak istersin. İşte o zaman, unuttuğun cinselliği hatırlarsın. Düşürdüğün libidonu, tam da düşürdüğün yerde, hem de sapasağlam bulursun!

İki nokta üst üste!

Ama yine de eskisi gibi değildir.

Yıllar önce kaybettiğin bir yüzüğünü bulmuş gibi olursun. Çok sevinir, heyecanlanırsın ama... Parmağına taktığında yüzük o eski yüzüğün değildir sanki! Zaten parmağın da eski parmağın değildir.

Bir zamanlar onun pırıltısını sevdiğini hatırlarsın. Ne tuhaf! Şimdi ise möntürü dikkatini çekmiştir. Yüzüğü güzelleştirenin aslında montürü olduğunu anlarsın. Gözlerinle değil artık aklınla bakmaya başlamışsındır.

Dolayısıyla artık aklına yenilmen gerekir. İçgüdülerine değil!

E, ama işin içine akıl girince de... Bu iş aslında pek de akıl işi olmadığından...

İşte o zaman da biraz tadı kaçıyor mu desem, yok kaçmıyor da, buldum ne olduğunu; içerik değişiyor.

Yani eski içerik aklına gelince...

Libidonu kaybetmeden önce yaptıkların, “Bu ne yahu? Nedir yani? Aşırı hareketler falan!! Biraz insan ol! İnsan gibi ne gerekiyorsa o...” noktasına gelebilirsin.

O nokta, kritik bir nokta... Hatta iki nokta üst üste!

Heh hee...

Manalı bir söz

Yani:

İki nokta üst üste koyduğunda arkasından manalı bir söz eklemen gerekiyor! Marifet orada! Sıkıcı mı olmaya başladım acaba? Böyle manalı manalı laflar falan...

Ohoo...

Eskiden olsa, üzerine iki takım elbise dikilirdi:)) Şimdi öyleydi böyleydi derken, tahlil yapmalar falan, bulduğun libidonu da kaybedeceksin!

Diyeceğim şu:

Libidonu bulabilirsin ama eskisi gibi değildir.

Değişmiştir, gelişmiştir...

Amma!

Daha mı iyi olmuştur?

Yoksa daha mı kötü?

Bilmiyorum.

Gerçekten bilmiyorum...

Yazının devamı...

Cinsellik nerede unutulur?

Hatırlasan! Nerede, ne zaman unuttuğunu hatırlasan bile... Bıraktığın yere, onu bulmaya gitsen... Bıraktığın gibi, bıraktığın yerde bulabilir misin?

Ya çalınmıştır ya da birileri üzerine basa basa ezip geçmiştir! Ya eski hâlinden eser kalmamıştır ya da dedim ya,

biri almıştır...

Etraftakilere sorsan, “Buralarda kaybetmiştim, acaba gördünüz mü?” diye...

Onlar da sana sorarlar:

“Nasıl bir şeydi?“

Biraz tarif isterler.

“Valla tam hatırlamıyorum ama ana hatlarıyla, sanırım kıyafetlerle başlıyordu... Çıkarıyor muyduk, giyiniyor muyduk bir hareket vardı da!..“

Heh hee...

Tamamen hormonal

Unutursun yani...

Cinselliği unutursun...

Artık daha seçici olduğunu sanabilirsin; akıllandığını, hayat şartlarını öne sürebilirsin. Ama en çok da kafana

göre doğru dürüst birinin yokluğuna

vurursun...

Ya da sana heyecan verecek biri

olsa...

Değil mi?

Hemen hatırlayacağını zannedersin...

Bir zamanlar ota b.ka heyecan duyduğunu unutarak...

Dün, “Şimdi niye eskisi gibi ve o kadar heyecan duymuyorsun?”da kalmıştık ya...

Cevabı çok basit:

Çünkü libidon düşmüş!

Tamamen hormonal yani...

Bu ne demek?

“Artık hormonlarına yenilmiyorsun” demek.

Kanmaman, kandırmaya uğraşmaman, karşındakine hormonlarınla değil gözlerin ve aklınla bakman demek!

Ha, bu daha mı iyi?

Bilemem, tartışılır...

Zevk için oturacaksın

Peki libido düşünce her şey biter mi? Bir daha seks meks yapmaz mısın?

Yok, o kadar da değil!

Nasıl?

Şöyle anlatayım:

“Libido düşünce seks yapmak, tokken yemek yemek gibidir!” Yani şöyle düşün; hiç acıkmıyorsun. Hep toksun.

Ama... Öyle bir şey olacak ki... Mesela nefis görünen bir tatlı... Kaymaklı ekmek kadayıfı, sıcak bir sufle, dondurmalı kazandibi, nar gibi kızarmış bir ayva

tatlısı...

Hımm...

“Hıh, bak işte bunun tadına bakarım” dersin...

Canın ister.

Heh hee...

İşte böyle bir tatlı; görünüşü, kokusu, hatırladığın tadı ile seni baştan çıkarabilir... Yoksa tokken, masayı tandırlar, istakozlar artık ne seviyorsan onlarla donatsalar, şöyle bir bakarsın, “Teşekkürler, ben tokum” der, geçersin...

Biraz özel, özenli ve zevkli bir şeyler olması gerekiyor yaniii.

Açlığından, ihtiyaçtan değil, zevk için oturacaksın sofraya... Ama onu da abartmayacaksın ki, için bayılmasın!

Dokunmasın!

Yazının devamı...

Cinsellik unutulur mu?

Unutulur... Hatta unuttuğunu bile unutursun! Bir gün alakasız bir yerde, belki çalışırken tam işin ortasında, belki akşam yattığında ama hepsinde bir anda aklına gelir:

Ne kadar uzun zamandır sevişmediğin...

Uzun zaman dediğim, gerçekten uzun zamandır!

Önce hesaplamaya çalışırsın.

“Geçen yıl mıydı, daha önceki yıl mı? Yok canım, 2 sene olmamıştır herhâlde!!!”

Olmuştur, olmuştur...

O sonuncunun tarihini bulmak için başka olaylarla denk getirmeye çalışırsın. Sonuç seni gerçekten de şaşırtır! 2 belki de daha çok sene geçmiştir...

Asıl ilginci, o kadar süre geçtiğinin farkında olmaman.

Dün gibi gelir sana. Hadi dün olmasa da 3-5 ay geçmiş gibi...

Bittim mi ben!?

E, unutmuşsun işte!

Aradan kaç yıl geçmiş, haberin bile yok!

Önce şaşırır sonra da bu durumdan

rahatsız olursun. Rahatsızlığın açılımı

şudur:

“Bittim mi ben?”

“Buraya kadar, bu kadar mıymış?”

Sonra kendine ortak aramaya başlarsın...

Senin gibi, önünde hiçbir engel olmadığı hâlde yıllardır sevişmeyen, sevişmeyi unutan (fikren) birilerine kulak kabartırsın.

Konuyla ilgili haberler, röportajlar veya TV programlarına takılmaya da...

Yeni kendini kurcalamaya başlarsın yani...

Nedenini, nasılını bulmaya çalışırsın.

Hayır, canın da istemiyordur. İstese unutmazdın zaten!

Yani yeni durumundan şikâyetçi değilsindir de, neden böyle olduğunu merak edersin.

Bu düşünceler, “Acaba başkaları sevişiyor mu?”ya kadar gider...

Sen yapmıyorsun ya, sanki başkaları da yapmıyor.

Gerçi yalan da değil ama:))

Geçmişte iyi bir cinsel hayatın olmuşsa, yeni kendini dert etmezsin. Ona uyum sağlamaya çalışırsın. Dalga geçersin...

Biraz analiz yaparsın.

Kendi analizini...

Ya daha önce?

Hülya Avşar, “Cinselliği tabii ki unutmadım ama benim hayatımda hoşlandığım, sevdiğim birisi varsa cinsellik aklıma geliyor. Öbür türlü gelmiyor, canım istemiyor. Ben cinselliği sevdiğimle yaşamak isterim. 10 sene de geçse böyle dururum” demiş ya...

Sen de böyle şeyler dersin.

Haklısındır...

Da...

O sırada şu aklına gelmez: Daha önce birilerinden hoşlanıveriyordun... Kusurlarını, olmazlarını görmeyebiliyordun...

Ayıp olmasın diye, anlamadan veya taammüden o raddeye gelebiliyordun...

Çabuk kanıp kandırmayı da seviyordun... O zaman nasıl oluyordu?

Ya da şimdi neden bunlar olmuyor?

Akıllandığın için mi?

Hayır.

Peki neden?

Çünkü...

Yazının devamı...

Şeyini şeettimin şeyi...

Yıllaaar önceydi; annemle bir plajda güneşleniyorduk. Plaja bitişik falezlerde de 10-12 yaşlarında, belki daha küçük erkek çocuklar denize giriyordu.

Daha doğrusu denize atlıyorlardı. Ama hiç durmadan... Çıkıp çıkıp atlıyorlar...

Sezon başından beri güneşin altında ve durmaksızın denize atladıkları için artık kapkara olmuş, zayıf, tir tir titreyen, ama atlamaktan asla vazgeçmeyen çoğu donlu ya da siyah mayolu küçük erkek çocukları...

Gözünüzün önüne geldi mi?

Kısa cümlelerinin ya başında ya sonunda mutlaka bir “amk” vardı.

Şimdi biri atlıyor ya, suyun içinden bağırıyor:

“Lan oğlum Ahmet, su soğuk lan amk...”

“Amk, geliyom lan!”

Foşşş, atlıyor...

Diğeri denizden çıkmış titreye titreye yukarı doğru koşarken:

“Bekleyin lan amk, yetişcem lan size...”

Bu böyle akşama kadar sürdü.

Her lafın başında, ortasında veya sonunda, amk...

E, biz de eve döndüğümüzde birbirimize şöyle bir baktık,

“Bir çay koyalım amk!!!”


İki haftadır yasak!

Tabii ne söylediklerinin farkında bile değiller. Erkek çocuklar biraz daha büyüyünce daha detaylı ve bilinçli küfürlere geçerler. İğrençliklerinin ve şuursuzluklarının zirve yaptığı bir dönemdir bu.

Ama hemen hemen hepsi böyle büyür.

Küfürlerle... Küfürlerin yüzde 90’ı (yoksa hepsi mi?) cinsellik içeriklidir...

Cinselliğe böyle başlayan insandan ileride ne beklersin, o ayrı konu...

Bu yüzden ilk fırsatta; sinirlenince, üzülünce, tepeleri atınca ve hatta sevinince hemen küfür ederler. Hiç olmadı, “Şeyini şeettimin şeyi” diyerekten...

Şimdi durup duruken küfür konusuna nereden mi geldik? Şuradan:

Rusya’nın Tambov şehrindeki Tambovsk Devlet Üniversitesi’nde küfürlü konuşmaya yasak getirilmiş. İki haftadır orada küfür sözü söylenemiyormuş.

Hocalar ve psikologlar küfürlü konuşmayı alışkanlık hâline getirmiş olanlara küfrün yan etkilerini anlatıyormuş.

Yan etkileri...

Küfür yiyene değil de, edene bakıyorlar, aferin! Sorunu temelden çözmek diye buna denir!

Peki nasıl engelliyorlarmış?

Kendini tutamayıp öfke kontrolü yapamayan ve küfredenler, ettiği küfür başına kumbaraya 1 ruble para atıyormuş.

Ders aralarında küfür kumbarasının önünde kuyruklar oluşuyormuş!

1 ruble... Yani 5-6 kuruş...

Bizde olsa...


Küfür bahçeleri

Daha kuyrukta rakam üç sıfırlara ulaşır:

“Hay amk bu kuyrukta beklenir mi? Tanıdık falan yok mu, öne geçsek!”

Ancak! Küfürbazları da düşünmüşler...

Onlar için küfür edecekleri 4 metre karelik bir alan oluşturmuşlar.

Sigara içme alanları gibi!

Oraları da kötü mü yapmışlardır acaba?

Peki bu uygulama bizde olsa???

Ünlü barlarda, lokantalarda küfür bahçeleri hemen hazırlanır.

Hem sigara iç hem de küfür et!

“Bir yetmişlik ayran” da yanında...

Kesin küfredilmeyen bölümden daha kalabalık olur!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.