Şampiy10
Magazin
Gündem

İnsanlar kedi olsaydı...

Kaç gündür, ev kedisi, sokak kedisi diye anlatıp duruyorum ya... Kimi kediyi gerçekten kedi olarak, kimi erkekler olarak algıladı. Kimi de, “Dişi sokak kedileri de var!“ diye isyan etti.

O sırada benim de aklıma ne geldi?

Hani, bütün hayvanlar insanlara, daha doğrusu bütün insanlar bir hayvana benzer teorisi vardır ya...

Ya da köpek sahibine benzer, insanlar kendine benzeyen köpeği alırlar falan...

Düşündüm de...

İnsanlar kedi olsaydı?

Ya da...

Kediler insan?

Cins cins ya!

Kedi olsan hangisi olurdun?

Hadi bakalım...

Aileden miras...

Tekir...

Kumral insan gibi bir şey! Fark edilmek için bir makam-mevkileri olması gerektiğini düşünürler. Oyuncudurlar! Taşralı ama üniversite okumuşlardır. İkisi bazen çelişir. Mesela giyimi gayet hoştur ama evi... Meyhaneye gider ama ramazanda oruç tutar. Modernitenin tüm ileri kavramlarını bilir, onaylar ama kendisine gelince birden muhafazakârlaşır.

Boncuk...

Siyah-beyazlara ben boncuk diyorum. Yakışıklı/güzel ve asil olurlar. En azından bir duruşları vardır. Fark edilirler yani... Hani bazı insanlar girdikleri ortamı değiştirirler ya, işte onlar boncuktur! Asaletleri aileden mirastır. Ama herkes ölmüş, paralar da suyunu çekmiştir artık! Geriye o duruş kalmıştır! Boşanmıştır. Ama karşısına bir türlü ‘doğru düzgün’ biri çıkmamaktadır!

Van, Ankara...

İyi eğitimli, terbiyeli, zeki, e tabii ukaladırlar. Mesafeli ama sıcak olurlar. Gerektiği kadar konuşurlar. Genellikle yurt dışına kaçırılırlar. Zaten burada pek kıymetlerini bilen de yoktur. Onları sokaklarda, barda, lokantada pek göremezsiniz.

3 renkliler...

Onlar var ya... Offf, of! İşte bütün ıssız adamlar, yere bakan yürek yakan kadınlar 3 renklidir. Şeytan tüyü vardır onlarda. Karşı koyamazsın. Kanarsın... Çalışkan ve hırslı olurlar. Para kazanırlar ama iyi de harcarlar... Maymun iştahlı ama samimidirler. En azından o anda!

Sarman...

Gerçekten de sarışınlara benzerler. Gerçek sarışınlara! Narin, söz dinleyen, biraz saf ama eğlenceli... İnsanı hiç yormazlar. Ufak tefek kaprisleri vardır ama o kadarını da hak ettiklerini düşünürler. Bu yüzden kapris onlara yakışır.

Siyah...

Yalnızdır. Onun bu yalnızlığı ürkütür. Kimseye ihtiyaç duymadıkları izlenimi verirler. Bütün o kötü efsaneler bu yüzdendir belki de... Yalnız ama bundan mutsuz değillerdir. Doğal hâlleri budur. Hatta diğerlerini anlamazlar. İki kişi, çok kişi olmak ne demek bilmezler... Ağlak, sırnaşık siyah kedi olmaz mesela... Onu seversen uğur, sevmezsen bela getirirler.

Baksanıza, her kedi biraz insana, her insan da biraz kediye benziyor galiba...

Yazının devamı...

Peki ev kedisi sokağa çıkarsa...

Ev kedilerinin hâli trajikomiktir. Sahiplerininki de. İkisi garip ve küçük bir dünya yaratmışlardır kendilerine... O dünyada zamanla, kendiliğinden ve yavaş yavaş bir kurallar zinciri oluşmuştur.

Bazen çok sıkılsalar, bunalsalar da o zincirin dışına çıkmazlar.

Çıkamadıklarından değil ha!

Korkarlar...

Sahibi hep suçluluk duygusuyla yaşar.

Kedi ise bencilleşir. Eve kapatılmasının bedelini mi ödetiyor, nedir!

Bak, sokak kedileri o kadar bencil olmaz. Kıçını daha iyi kollar ama daha sıcakkanlı olurlar.

Asimilasyon!

Ev kedileri sokağa çıkmamalarına rağmen, akıllarının yarısı oradadır.

Yarısı evde, yarısı sokakta...

Sokakta olup bitenlerin farkındadırlar ama... Kaçmaya cesaretleri de yoktur.

En fazla balkona çıkar, bir-iki kuşa homurdanır, sinek avlarlar falan...

Asimile olmuştur aslında!

Misafirlere kafayı takar, her gün aynı yemekten sıkılır, kumu kirlenince huysuzluk yapar, eşyaların içine eder. Dikkatsiz ve umursamazdır. Biraz fazla sevsen sıçırtkanlaşır, seni tırmalar, sevmesen bakımsızlaşır. Sanki sen dünyaya ona hizmet etmek için gelmişsindir.

Başka kedilerden hiç hazzetmez. Gereksiz yere kıskanır onları...

Başka bir kediyi sevip eve gelsen hemen kıllanır.

Cinselliği de kalmamıştır!

Hay Allah! Bu birine benziyor ama!

Heh hee...

Pekiii...

İştah var da...

Ev kedisi sokağa çıkarsa...

Orada mutlu olur mu? Tabii daha önce başka bir soru var aslında:

Ev kedisi sokağa çıkar mı?

Hayatı boyunca bir-iki deneme yapar!

Sahibinin yokluğundan yararlanır ya da onun izniyle dışarı çıkar.

O kapıdan öyle bir iştahla çıkar ki, bir daha geri dönmeyecek sanırsın.

Hep özlemini çektiği, özendiği sokaklarda mutlu olur mu?

Aradığını bulur mu?

Şanslıysa bulur ama onunla da ne yapacağını bilemez!

Önce nasıl görünür onu anlatayım...

Mesela bunlar sokakta yürümesini bilmezler! Tedirgin, yavaş ve yere yakın yakın yürürler. Hep birileri onu takip ediyor hissindedirler. Onun için kenardan pek görülmeyecekleri yerlerden yürümeyi tercih ederler. Çekingendirler...

Suskundurlar. Çünkü anlatacak fazla bir hikâyeleri yoktur. Bütün hikâyeler evde başlar evde biter! Ne yapsın hayvan? Onları mı anlatsın?

Yani sokakta tutunamaz.

Özgürlüğe uyum sağlayamaz. E, rahata da alışmış bir kere...

Beceremezler...

Zaten ev kedileri sokağa çıktıklarında onları ya birisi çalar, yani yine bir eve gider. Ya da:

Tırıs tırıs evine döner.

Pek sokakta dolaşmazlar yani...

Yazının devamı...

Sokak kedisinden ev kedisi olur mu?

Bütün kedi sahiplerinin içinde hep aynı şüphe vardır: “Acaba sokakta daha mı mutlu olurdu?“ Ben kendi adıma bunun cevabını buldum, rahatım.

“Bu gitse gitse nereye gider? En fazla iki sokak açılır. Ufku o kadar! Ama imkânı yok, gidemiyor. E, benim de kendime göre bir ufkum, gitmek istediğim yerler var ama imkânım yok, gidemiyorum. Gitmeyiverelim... Mutsuzluğumuz da bu olsun!”

Bir de şöyle düşünürler, “Kendi seçebilseydi acaba hangisini tercih ederdi? Sokağı mı, evi mi?”

Ve onun yerine bir türlü karar veremezler... Yahu sen insan hâlinle karar veremiyorsun, bir kediden bu sorunun cevabını beklemek biraz ağır kaçmıyor mu?? Ne istermişmiş???

Sanki söylese yapacak!

Dile gelirmiş mesela...

“Kendini sahibim sanan insan parçası, aç şu kapıyı gittirip gideyim. Hatta bence kapıyı aralık bırak belki başka gidenler de olur!” dermiş!

Belki de söylüyordur kendi dilince...

Ama anlayan kim?

İnsan insanı anlamazken!

Nereye kadar?

Hani kediyi küçükken eve aldıysan çok sorun yok da.... Aslında onlarda da bir merak oluyor. Bir kaçma içgüdüsü, sokak kokusu falan çekiyor. Hadi onu bir-iki azarlayıp içeri sokarsın.

Ama bir sokak kedisini(!) eve almaya niyetlendiysen... İşin zor!

Hayvan psikolojisinden anlayan veterinerler, sokağa yani özgürce dolaşmaya, çiftleşmeye, avlanmaya alışmış bir hayvanın dört duvar arasına hapsedilmesinin onun açısından hoş olmayacağını söylüyorlar.

Düşünsene, yıllarca kafasına göre takılmış; istediği yerde yatmış, istediği yerde kalkmış! Sıkıldığı anda kıçını dönüp gitmiş. Arkasına bakmadan hem de! Bazen üşümüş, bazen tekme yemiş ama burnunun dikine gitmiş.

Şimdi diyorsun ki, “Sadece burada yatacaksın!” Tabii önceleri sıcacık bir yuva, tehlikelerden uzak bir yaşam hoşuna gitmiştir de, nereye kadar?

O, sıcacık evinde koltuğunun üzerinde miskin miskin yatarken aklından geçenleri bilemeyiz! Sorsan, “Ne düşünüyorsun?” diye, ne diyeceği belli: “Hiiç...“

“Sokağı özledim” demez.

Ama aklı oradadır. Çünkü sokakta oynadığı, ilişki kurduğu, birlikte avlandığı, hatta kavga ettiği ‘başka kediler‘ vardır.

Bu nedenle veterinerler sokak kedisi sahiplerini uyarıyorlar: “Kedi sokağın tadını aldığı için her fırsatta oraya dönme denemesi yapabilir.”

İçgüdüsü ne olacak?

Ha, onu çok mu sevdin? İlle de eve alacam mı diyorsun? Bunu da düşünmüşler, diyorlar ki: “Onu eve alıyorsak sokaktaki gibi yeni bir sosyal yaşam sunabiliyorsak, kedimiz mutlu olabilir.“

Sosyal yaşam derken?

En önemlisi, avlanma içgüdüsü tatmin edeceksin. Av mı olursun, ne olursun bilemem! Artık...

Ya üşenmeyip, bıkmadan usanmadan onu oyalayacaksın...

Ya bırakacaksın, çıkıp dolaşıp gelecek...

Ya da sokak kedisinden vazgeçeceksin! Başka çaren yok!

Çünkü bir sokak kedisi, asla ev kedisine dönüşmez!

Yazının devamı...

Öyle bir şey giyer ki...

Şimdi, “Taktın tasarıma ha!” diyeceksiniz ama vallahi bu seferki eğlenceli. Evet, konu yine tasarım ama... Öyle ‘romantik-bilimsel’ değil!

Kaç gündür yazdığım gibi, insan bazen bir tasarımın içine düşer, bazen de kendi tasarlar...

Ama belki de en önemlisi insanın kendini tasarlamasıdır! Bazıları tasarlanıp gelmiştir bu dünyaya. Bellidir her hâlinden... Bazıları kendilerini çok iyi tasarlar. Tasarladığı gibi olanlar, iyileridir.

Çoğu kişi de, bu konuda hayli beceriksizdir. Ne tasarladığı gibi olur ne de elindekini tasarlar!

Ama bazen de, farkında değildir! Hayatın akışı içinde o tasarımdan ötekine atlar. Yaşına, yaşadıklarına göre...

Renklenene dikkat!

Mesela öyle bir şey giyer ki...

Giydiği de öyle bir renktir ki...

Onu anlatır alenen...

Kendisini tasarlamıştır aslında; ama şuurlu ama şuursuz!

Erkekler tıpkı kıyafetleri gibidir. Hep aynı, renksiz, sınırlı, bakımsız ve özensiz... Renklenenlere dikkat etmek lazım!

Kadınlar...

Akılları gibidir kıyafetleri de...

Detaylar, renkler...

En çok da iç çamaşırlarında kendilerini belli ederler. Dönem dönem, zaman zaman değişse de iç çamaşırının renginden, kendi rengi de anlaşılır.

Ten rengi...

Ya hazırlıksız yakalanmıştır ya da gerçekten hayata karşı da hazırlıksızdır. Tutkuydu, maceraydı belli ki pek ona göre değil. Ya da hâlâ niye başarısız olduğunu düşünüp duruyor, “Benim neyim eksik!” diye...

Desenli...

Kadınların “Sadece sarılsak” hayallerinin dönemi... Ya da “Sadece sarılıp yatalım” laflarına inandığı zamanlar...

Beyaz...

Tehlikelidir... “Önce ben” veya “Ben de!” dönemi...

İmkânı olan denesin

Siyah...

Konuşabildeydi kesin şöyle derdi: “Yanarım ama yakarım da!”

Ara renkler...

Mürdüm, haki, bordo falan... Kadınların bunalım zamanı... Terk edilmiş, aldatılmış, yalnız hisseden kadınların vazgeçilmezleri... Oysa ne de güzel renklerdir!!

Kırmızı...

Vay, vay, vay... gibi değil mi? Ama hayır, “Çaresizim” diyor aslında! “Son şansım!” da diyor olabilir.

Yeşil...

A-ha!

Biliyorsunuz, tasarımda onun adı, “Yiyecek vaat eden şey!”

İnsanları hareket geçiren renk! Ayrıca daha yaratıcı kıldığı saptanmış.

Deneyen haber versin!

Ya da:

Biri denesin...

İmkânı olan biri!!!

Yazının devamı...

Yağmurdan kaçmayacaksın!

Madem tasarımdan konu açıldı... Devam... Hani kaç gündür, “Tasarlayacaksın...“ diye yazıp duruyorum ya...

Evet, sözümün sonuna kadar arkasındayım ama...

Bazen de, birileri senin için bir şeyler tasarlar, bazen doğanın bir tasarımına denk gelirsin...

Mesela Ankaralıysan ya da Ankara’daysan, bir de o meşhur zalim nisan akşamlarından biriyse ve sen Trilye‘deysen...

Süreyya Bey tasarlamış.

Bahçesindeki döküm sobaların arasında, dev bir şemsiyenin altındasın. Karanlık desen değil, aydınlık desen hiç değil. Hem gecenin karanlığını görüyorsun hem karşındakini...

Serin bir Ankara akşamında hem toprağın hem ıslak asfaltın kokusunu alıyorsun ve üşümüyorsun.

Bir de deli gibi yağmur yağmaya başlıyor... Patır patır patır...

Görüyorsun, duyuyorsun; açık havada yağmurun altındasın ama ıslanmıyorsun...

Yağmur delirdikçe sanki seni de çağırıyor. Deliresin geliyor!

Onun gibi...

Camın arkasından seyretmek gibi değil bu, yağmurun içindesin, içinde!

Nisanın zalimliği de böyle anlarda başlıyor herhâlde!

O kadar güzel ki, sevinçle hüzün birbirine yaklaşıyor...

İçinde tuhaf bir telaş...

Sanki bir filmin içine girmişsin...

Her şey tasarlanmış, senden habersiz! Sanki bir komplo!

Bir şey yapman lazım ama ne?

Ona yakışacak bir şey!

Ne mesela?

O sahnenin bir parçası olman lazım.

Ki, oradan zevk alasın.

Gerçek böyleyken

Hakkını vereceksin ki, alasın! Yani iyi bir tasarım içine düşsen bile, iş bitmiyor. Bulunduğun yerin yapısına uyman gerekiyor.

Yani orada eline telefonu alıp başın önünde mesajlaşmayacaksın! Fotoğraf çekip face-mace uğraşmayacaksın. Tweet hiç atmayacaksın! Sanal âleme dalmayacaksın!

Gerçek bu kadar güzelken...

Konuştuğun konu bile değişecek. Birisi eskiii bir aşk hikâyesini anlatacak mesela... Önce komik taraflarını sonra ayrılışlarını...

Başkası, ona benzerini...

Aşk olmasın da, yaşanmış ve ‘Vay be!’ dedirtecek başka bir hikâye de olur.

Hayır, fıkra olmaz! Kimse fıkra anlatmasın!

Aforizmalara da gerek yok.

Diyet, sağlık falan da konuşulmasın. Onları öğle tatilinde konuşursunuz.

Çok içmeyeceksin ama az da içmeyeceksin! Gecenini sonunda da...

Onu da mı anlatayım?

Peki.

Çıkışta yağmurdan kaçmayacaksın!!!

Islanıver, ne olur?

Kaptırdım yine, bu tasarım meselesi daha çook su kaldıracağa benziyor!

Biri beni kurtarsın!

Yazının devamı...

Tasarladıktan sonra da...

Evet ne demiştik? Önce tasarlayacaksın! Ama tasarlamak öyle kolay bir iş değildir ha! Bilgi-görgü, araştırma, yenilik ve yaratıcılık ister. Akşam yatağında uykuya dalarken hayal kurmakla uzaktan yakından alakası yok yani!

“Yarın Leyla’yı arasam, akşam çıksak, yatsak” gibi bir plandan bahsetmiyorum.

Hoş, zaten bu biraz uzun bile oldu, aslı daha kısadır:

“Yarın Leyla’yla yatsak!”

Yok yok:

“Leyla’yla yatsak”

“Leyla’yla yatsam!”

“Leyla’yla şimdi...”

Ya da:

“Yarın Hakan’la çıksak, el ele tutuşsak, öpüşsek koklaşsak ama yatmasak. Ben yeni kıyafetimi giysem o da bana hayran kalsa...“ gibi aptal saptal bir düşünce de değildir.

Bunu da mı kısaltayım? Peki:

“Hakan’la çıksak, o bana hayran olsa...”

“Hakan olsa...”

“Biri olsa...“



Durumlar ciddi...

Tamam, cıvıtmayalım, ciddi bir durumdan bahsediyoruz. Ben bir projeden bahsediyorum. Tasarımdan... Tasarımın insan psikolojisine ve dolayısıyla davranışlarına yaptığı etkiler öyle böyle değil.

Renkler... Şekiller...

Sebebini anlayamasak da, bazı renkleri ve şekilleri daha çekici buluyoruz.

Yeşil mesela... Yeşil rengin insanları harekete geçirebildiği ve daha yaratıcı kıldığı bulunmuş. Yiyecek veren bitkilerle ilişkilendirdiğimizi varsayıyorlar.

“Yiyecek vaat ediyor“ diye...

Doğa manzarasına bakan pencereler hastaların iyileşmesine, öğrencilerin daha iyi öğrenmesine ve ofis çalışanlarının verimliliğine katkıda bulunuyormuş.

Belki başka ‘şeylere‘ de katkısı olur?

Neden olmasın?

Yeşil bir nevresim takımı...

Yok, direkt hedefe kilitlensin, yeşil iç çamaşırı! Şekillere hiç girmiyorum. Çıkamayız çünkü!

Aslında anlatmak istediğim ayrıntıların, ayrıntıları düşünüp olayı tasarlamanın önemi...

Ufak ayrıntılara kadar...

Hatta bazen ufak ayrıntılar, ana konudan daha da önemli hâle gelebilir.

Daha belirleyici olabilir, olayın gidişatını etkileyebilir.

Mesela?



Ufak ama işlevi var

Mesela bir kadın, akşam bir adamla yatma ihtimali dahi olsa, ki o bir ihtimal görüyorsa o akşam o adamla yatar, neyse o akşam o kadın, pantolon çorabı giymemeli!

Heh hee... Niye?

O çorap dizin altında saçma bir yerde derin bir iz yapacak, bütün bacağın duruşunu bozacak.

Ha, adam ona mı bakacak?

“Bunun bacağında çorap iz yapmış, asla yatamam!” mı diyecek?

Yoo...

Ama sen bakacaksın!

Belki saklamaya çalışacak, belki geçti mi diye durmadan ona bakacaksın. Onunla uğraşacaksın yani... Neyle uğraşman gerekirken sen pantolon çorabının izinin derdinde olacaksın.

E yani?

Al sana çok ufak bir ayrıntı...

Ufak mufak ama...

İşlevi var!

Her şeyi tasarlayacaksın.

Tasarladıktan sonra da...

Yazının devamı...

Önce tasarlayacaksın!


Her şeyi... Önce tasarlayacaksın sonra uygulamaya geçeceksin! Bu yaklaşım, spontanlığı veya doğallığı asla reddetmez, engellemez ya da aşağılamaz. Hatta tam tersi; onu tamamlar, değerlendirir...

Son zamanlarda tasarımın insan davranışlarını nasıl etkileyebileceğine dair ilginç bilimsel araştırmalar ve görüşler okuyorum. Ve ister istemez onları insan ya da kadın-erkek ilişkilerine uyarlıyorum.

Sonuç hiç de fena değil...

Önce şu araştırmalardan birkaç örnek vereyim mi?

Sadece medeniyet

Akıllı tasarlanmış bir bina, iyi mühendislik ürünü bir araba, ya da güzel dekore edilmiş bir ev beynimizdeki haz merkezlerini uyarabiliyor. Dolayısıyla o sırada hareketlerimiz de değişiyor.

Daha da önemlisi, güzel ve zekice tasarlanmış şeyler karşılığında biz de aynı tepkileri veriyoruz; güzelleşiyor ve zekileşiyoruz... Hatta yaratıcılığımız artıyor...

Küçücük bir örnekle hatırlayın:

Mesela çok şık bir restorana girdiğinizde oraya saygınız artar, orasını önemsersiniz ve davranışlarınız da değişir. Garsonuna bile, çay bahçesi garsonundan daha kibar davranmaya başlarsınız. Aynı nezaketi de beklersiniz ama...

Ve bu asla yapmacıklık değildir! Sadece medeniyettir!

Medeniyetten sıkılmak da, sadece bize veya bizim gibi az gelişmişlere mahsus herhâlde... O başka konu.. Ayrıca...

Gecelerini de...

Akıllı tasarımın anormal davranışları azalttığına dair giderek artan bulgular da var. Yani... Bu durumda kötü tasarımlı yerlerin anormal davranışları artırdığını rahatlıkla iddia edebiliriz.

Hatta yaşadığımız ortama bakınca, bunu ispatlayabiliriz de!

Güzel ve akıllı tasarımların insan hayatındaki önemini bi kavrasak!

Düşünsene, tasarım bu!

Yani doğal moğal değil, insanın yarattığı şeylerden bahsediyoruz!

Gelelim tasarımın sosyal hayatımızdaki yerine... Etkisine...

Yetkisine...

Tam oraya...

Direkt atış yapacağım:

Biriyle mi buluşacaksın?

Kıyafetinden, yapacağınız şeylere, gideceğiniz yerden yiyeceğiniz yemeğe her şeyi tasarlayacaksın.

Hatta belki sevişmelerini bile...

Doğallık mı?

Aman zaten 10 sevişmeden sonra doğallık mı kalıyor? Hayır.

O halde tasarlayacaksın!

Gecelerini de tasarlayacaksın.

Yoksa gecekondu olur.

Ve eninde sonunda yıkılır...

Yıkılmasa da sefil yaşarsın.

Oysa zevkine uygun tasarlarsan...

Artık modern mi olur, post modern mi? Klasik mi yoksa antik mi?

Ha, klasik yapıp araya tek bir parça ultra modern bir koltuk da atabilirsin!!

Yeni!

Şöyle renkli renkli...

Heh hee...

Yazının devamı...

Kadın, sevmediği erkeğe karşı...

En son yazacağımı, ilk önce yazacağım bugün: “Kadınlar sevmedikleri erkeklere karşı acımasız olurlar.” Hem de ne acımasız!.. O sevmediği erkek, bir iş arkadaşı da olabilir, amiri ya da patronu da olabilir, komşusu ya da arkadaşının sevgilisi veya eşi de...

Ama bu adam...

Kadının sevmediği adam, kendi sevgilisi, kocası da olabilir!

Evet olabilir...

Bir kadının sevmediği adamlar listesinde en şanslı olanlar arkadaş, arkadaşının sevgilisi veya eşi ya da iş arkadaşıdır.

Yani yatmadığı biri...

Onun hiçbir açığını kaçırmaz. Maddi-manevi bütün açıklarını yakalar ve...

Artık Allah ne verdiyse...

Atıyorum, arkadaşının sevgilisi kısa boyluysa;

“Sen daha az üşüyorsundur! Acaba aşkın da daha mı azdır?” diye soğuk-saçma bir espri yapabilir...

Ama en kötüsü...

Eski sevgilidir!

Sevmiyorsa tabii...

Sevilen eski sevgili var mıdır?

Gerçekler!..

Yoktur ama harcanmak istenmeyen eski sevgili vardır!

Ama harcamak istiyorsa...

Bir kadının sevmediği adamlar listesindeki en bahtsız olanıdır diyelim... Çünkü en fazla onlara karşı acımasız olurlar.

Ha, acımasız olup da ne yaparlar?

İftira mı? İntikam mı?

Kötülük mü?

Hayır, hiçbiri...

Yaptıkları tek bir şey vardır, ortaya çıkardıkdıkları, dile getirdikleri tek şey!

Gerçekler...

Onun hakkındaki gerçekler...

Tamam, belki biraz sertleştirilmiş, yeniden yorumlanmış belki karikatürize edilmiş olabilir.

Ama gerçektir!

Daha önce yaşanmış bütün olayların yorumu değişir. Hem de öyle bir tersine değişir ve gelişir ki, olayın son hâline kadın bile şaşırır!

Bir zamanlar birlikte karar verdikleri, birlikte güldükleri o şey, şimdi insanlık suçu hâline bile gelmiştir.

Kadının kendi kendisiyle ya da yakın bir arkadaşıyla bu konuyu konuşurken olay gelişir, gelişir; artık önü alınmaz bir hâle gelir.

George Clo(oney)!

Mesela; yine atıyorum, bir zamanlar adam, “Önce birlikte yaşayalım, bir deneyelim sonra karar veririz” demiş olsun. Kadın da kabul etmiş olsun. Tabii sonra da ayrılmışlar. Ve kadın anlatıyor:

“Ah benim salak kafam. Anlasana... Adamın sana aslında ne dediğini anlasana... Oyalıyor resmen! Senin ne hakkın var beni oyalamaya... Utanmıyor musun? Kimsin sen? Bırak beni, bir kadın bu duruma düşürülür mü? Al sana kadına şiddetin âlâsı... İlle dayak atması mı gerekiyor? Hoş onu da yapardı bu! Neden? Acımasız çünkü! Pis bodur! Hayır, kendini ne zannediyorsa? Bir de ‘bulunmaz’ bir şey olsa neyse! Şu kadar şeyiyle kendine George Clooney muamelesi yapıyor! Olsa olsa George Clo olur bu! ‘oney’ kısmı yok çünkü! Heh hee....”

Haydaaa....

Yani...

Bir kadın bir adamı sevmiyorsa, sevmemişse ne düşüncesini ne lafını saklar. Arkasından, önünden, yanından her yerinden...

Söyler!

Sakınmaz!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.