Şampiy10
Magazin
Gündem

Kedici olmak sadece kedi sevmek değildir!

Yine harikalar yaratmışlar... Kediciler... “Kedici olmak, asla sadece kedi sevmek değildir”, “Peki nedir o zaman?” diye bir başlık atmışlar. Gerisi kendiliğinden, kedicilerden gelmiş. Bütün yorumlar süper ama mecburen bir kısmını iletebiliyorum.

- “Yine Mina Urgan’ın tarifini tekrarlayacağım: Kedilere tutkuyla bağlananlar, öteki insanlardan bambaşka bir soydandır bana kalırsa.

Bu soy, gerçekten soylu bir soydur. Belirli bir kültür düzeyi ve duyarlılık şarttır kedileri tutkuyla sevebilmek için. Bu soydan olanlar genellikle kültürlü, ince, sanat meraklısı insanlardır. Kaba saba bir hödüğün kedi sevmesinin yolu yoktur.”

- “Gece kalktığında senin için özel olarak kurulmuş pusuya sevgi ile karşılık vermek demektir...”

- “Rahat etsin diye hareketsiz yatıp sabah mutlu bir robot gibi uyanmaktır...”

- “Köpek sevmek insanlık, kedi sevmek bilgeliktir.”

- “Sabah alarm çalınca bakışarak uyanmaktır ;)”

- “Kedisiz Londra sokaklarından sıkılıp, belki evlerde vardır diye el âlemin pencerelerini dikizlemektir.:))”

‘Hadi sıkıysa yap!’

- “Bir yerde yemek yerken yanına geldiğinde tabağın yarısını ona vermektir...”

- “Yağmurlu bir İstanbul akşamında eve giderken köşesine sinip ‘Bana yardım et’ dercesine bakan minik gözleri es geçip sıcak evine gidip yaklaşık 4 saat sonra gece 1’de uyayamayıp eşini de ayağa dikip sokak sokak o kediyi arayıp bulmak demektir :))”

- “Onların gururlu umursamazlıklarından ders alıp, hayata daha sağlam karşı durmaktır...”

- “Gecenin bir yarısı tepende zıpladığında cinnet geçirmemektir.”

- “Anneniz, kedinin evdeki tüylerini temizlerken ‘Bir gün seni de sokağa atacağım kedini de!’ dediğinde, ‘Hadi sıkıysa yap!!!’ deyip cesurca karşılık verebilmektir.”

- “Elleri yere koyup onun boyuna inip kapının arkasına saklanarak saklambaç oynamaktır...”

- “Eşinizin eve geleceği saatlerde onun kapıya gidip beklemesini hayretle izlemektir...”

- “Masada uzun saatler ders çalışırken arka ayaklarının üzerine dikilip bir patisiyle sizin kolunuzu dürtmesine hayran olmaktır ve hemen onunla oyun oynamaktır...”

- “Konuşmadan anlaşmaktır. Hatta konuşmadan daha iyi anlaşmaktır.”

- “Pikniğe gittiğinde onu da götürebilmenin, çimlerde oynamasını sağlamanın matematiksel hesabını yapmaktır.”

Biraz tuhaflık da var

Kedici olmak işte böyle yaratıcılık demektir! Ve biraz da kedi gibi olmak...

Kedicilerde biraz tuhaflık var mı, ne?

Kedime benziyorsam diye ödüm kopuyor!.. Tamam çok seviyorum ama abuk sabuk huyları var!

Ne? Benim de mi var?

İyi de...

Yazının devamı...

Hem de yatağa girmeden!

Aslında kaç gündür, danalarla ilgili birkaç ipucu yazacakken laf lafı açtı, araya kırmızı ruj girdi, bir türlü oraya gelemedim. Şimdi...

Ünlü İngiliz “ilişki” yazarı, Tracey Cox, yeni kitabında erkeklerin seks hayatlarıyla ilgili ipuçları veriyormuş.

Hem de yatağa girmeden...

Merak edenlere...

Elini tutuşundan, konuşmasından, öpüşünden, oturuşundan yatakta nasıl olabileceğini anlarmışız!

Mesela konuşmasından...

Monoton bir konuşma tarzı varsa, yüz ifadesini ancak saatte bir kere değiştiriyorsa yatakta da sadece aynı derecede sıkıcı ve tepkisiz bir tip olabilirmiş. Eğer yemekte konuşurken hızlı el kol hareketleriyle neredeyse su bardağını devirecek durumdaysa bu hem hayat dolu birisi olduğunu hem de yatakta tutkulu olduğunu gösterirmiş.

Zafer derken?..

Mesela sosyalliğinden...

Sıkça dışarı çıkanlar, sosyal anlamda kolayca ilişki kurabilenler yatakta da “iletişim kurmakta” iyi olabilirmiş. Ayrıca ilişkilerinde de rahatlığa önem verir ve sizinle cinsel anlamda iyi iletişim kurma yeteneği olduğunu gösterirmiş.

Başka şeylerden de anlayabiliriz ama...

Mesela oturuşundan...

Dışarı çıktığınızda nerede oturmayı tercih ettiği de size bir ipucu verebilirmiş. Yemeğe çıktığınızda sizin karşınızda oturmayı tercih ediyor ve insanlara arkasını dönüyorsa zafer sizin demekmiş.

Zafer derken?

Mesela diğerleriyle ilişkilerinden...

Diğer insanlarla ilişkilerinde mesafeliyse, özel alanına kimsenin girmesine izin vermiyorsa, fiziksel olarak da mesafeliyse bu önemli bir ipucuymuş. Bu durum cinsel anlamda da uzaklığın göstergesi olabilirmiş. Karşınızdaki kişi kendisini ifade ederken ne kadar rahatsa seks sırasında da o kadar rahat olacak demekmiş.

Parmakların durumu!

Mesela elini tutuşundan...

Elinizi nasıl tuttuğu bile aslında size yatakta nasıl olduğu ve sonrasında nasıl hissettiği ile ilgili bir ipucu verebilirmiş. Parmaklarınız birbirine geçmişse bu son derece erotik olduğunu gösterir. Elinizi her bölgesine dokunuyor olması fiziksel ve duygusal olarak iletişim kurma tutkusunun bir göstergesiymiş.

Mesela öpüşmesinden...

Bu da son ve en önemli ipucu... Eğer öperken sizi kendinizden geçiriyorsa, seks de aynı oranda iyi olacaktır. Ama gerçekten berbatsa o yatağa hiç girmeyin.

Öpüşürken elleriyle yüzünüzü kavrayan erkekler genellikle romantik ve hassastırlar. Ayrıca bu tip erkekler sizden de aynı derecede karşılık görmeyi bekler ve tam bağlılık ister.

Eğer iyi öpüşüyor ama detaya girmiyorsa bu, yatakta da uzun süren bir önsevişmenin sizi beklediğini gösteriyormuş.

E, öğrendiniz artık!

Denersiniz...

Yazının devamı...

Kırmızı ruj, beladır...

Nedir bu?

Ne anlama gelir?

Kırmızı ruj...

Evet, biraz ürkütücü...

Evet, biraz da güçlü...

Ama daha çok meydan okuyucu.

Kafa tutucu...

Korkutucu yani...

Seksi algılanması da bundandır!

Korkutuculuğundan...

Dikkafalılığından!

Bir erkek, kırmızı ruj sürmüş bir kadını öpmek değil, aslında alt etmek ister!

Yenmek, yok etmek ister.

Mesele budur!

Kırmızı ruju bir başkaldırı olarak algılar.

Ki doğrudur!

Kadın bir şey anlatmak istiyordur.

İyi ya da kötü...

Sıkıntılı veya neşeli...

Söyleyecek şeyleri vardır yani...

Hatta itiraz bile ederler!


Pek bulaşmayın

Bazı erkekler, bazı toplumlar kırmızı rujla kavga etmek yerine, onu kabul eder. Anlamaya çalışıp saygı gösterirler.

Değer verirler.

Onunla birlikte yaşamayı ve gelişmeyi göze alırlar.

Korkularını kabul edip onları yenerler.

Çünkü akılları, dünyanın kırmızı rujlu kadınlarla daha güzel ve özel, daha zevkli ve değerli, daha yaşanılır olduğunu anlamıştır.

Bazıları da...

Kırmızı ruju kendi iktidarlarına karşı bir tehlike bir tehdit ve rekabet unsuru olarak görür.

Ondan korkar.

Kırmızı rujdan korkarlar!

Aslında kırmızıdan da korkarlar!

Ve ilk fırsatta, ellerine geçen ilk fırsatta onu yok etmeye çalışırlar. Sanki onu yok etseler, dünyadaki bütün kırmızılar da yok olacak!

Bütün tehditler...

Mücadeleleri budur.

Ama mücadele ederken küçük ve önemli bir ayrıntıyı atlarlar.

Evet, kırmızı ruj bir sürü şey demektir.

Ama en önemlisi;

Kırmızı ruj, beladır.

Belalıdır...

Öyle kolay kolay çıkmaz!

Değdiği yerde iz bırakır...

Yani kırmızı ruj süren kadınlara pek bulaşmamak lazım!


Yazının devamı...

Yatağa girmeden...

Tamam, durumuna göre, yatakta herkesi bir şey ya da biri bekliyor. Da... Yeni birisiyle tanıştın mesela. İyi de vakit geçiriyorsunuz....

“Acaba yatakta nasıl?” diye merak ediyorsan...

Ki, bana sorarsan saçma bir merak bu! Erkek merakı!

Ruh sağlığı yerinde bir kadın, soruyu bu şekilde sormaz zaten!

Nasıl sorar?

“Acaba yatakta nasıl oluruz?“ diye...

Romantik ayrıntılar vardır hayalinde... Danalar gibi pornografik değil!

Bir de, kadınların hayali oraya kadar, danalarınki ise oradan itibaren başlar...

Yani...

Çözmen yıllarını alır

Şöyle anlatmaya çalışayım: Kadın ne giyeceğinden başlar. Evet, hayaline de böyle başlar. İç çamaşırını, ayakkabısını hatta çantasını bile seçer. Parfümünü de... Bu arada manikür-pedikür-ağda üçgenini atlamaz. Sonra sıra saçlara gelir. Dip boyaları yaptırılır, fön falan...

Ama o akşama göre içine sinen bir kıyafeti yoksa o da uzun alışveriş turlarından sonra ve büyük bir olasılıkla ayrılan paranın iki-üç katına kıyılıp alınır. Gözü dönme durumu vardır çünkü!

Ne acayip değil mi? Sen o randevu için güzel giyinmeye odaklanıyorsun, karşı taraf ise onları çıkarmaya...

Tutarsızlık mı desem, çelişki mi desem, nedir yani?? Bir gariplik yok mu?

Neyse durun, daha “oraya” gelmeye çok var!

Sonra gidilecek yer seçilir. Kendi seçmez de, dana onu oraya götürmüşmüş!

Yemeğe giderler, ki orada bütün konuşmalar ona iltifat ve vaatlerden ibarettir. Adam bütün gece buna türlü jestler yapar. Hâlâ hayaldeyiz ha, ona göre...

Yemekten sonra, hadi kısa keseyim, eve gidilir. Kahve, konyak ve müzik...

Adam önce ellerini tutar, gözlerinin içine bakar, “Çok güzelsin” der. Ama öyle bir der ki, kendini dünyanın en güzel kadını zannedersin. Kötü tarafı, uzun bir süre buna inanırsın! (Halbuki bunlar herkese “Güzelsin” diyorlar. Ama bunu çözmen yıllarını alır.)

Sonra seni öper. Öper, öper... “Mis gibi kokuyorsun” der.

Yine öper...

Hayal derken?..

O öperken sen uykuya dalarsın...

Hayal oraya kadardır. Ha, belki biraz daha ilerler. Ama çok değil!

Basit bir randevunun bir kadın için maddi manevi maliyetine bak!

Üf! Yazarken bile içim daraldı.

Bu ara kimseyle buluşmayacağım!!!

Hayalimde...

Heh heee...

Başka hayallere takılacağım.

Piyango hayali her zaman iş yapar! Hazır gelecek planlarımı revize etmişken!

Peki ya onlar??

Danalar?

Danaların hayali tam kadının bıraktığı yerde başlar.

Öperken...

O da, dana romantikse!

Değilse...

Yazının devamı...

Yatakta sizi ne bekliyor

Heh heh hee... Hiç güleceğim yoktu! Ne bekleyecek? Şimdi böyle bir sorunun aslında tek cevabı olur değil mi?

Gerçeği yansıtmasa da, yakışan cevap o! Ayıp ama kabahat soruda...

“Yatakta sizi ne bekliyor?”

Heh heh hee...

(Sinirim bozuldu!)

En iyisi, fantastik cevapları düşünmek yerine gerçeklere dönelim.

Bir insanı yatakta ne bekler ki?

Beklese beklese...

- Ya

Karısı/kocası bekler... Bekler derken, beklentiyle karıştırmamak lazım! Yani orada o olur!

- Ya

Sevgilisi... Yok, sevgili beklemez! Onlar birlikte giderler yatağa ya da başka yerlere... Hiç, “Ben yatıyorum“ diyen sevgili olur mu? Olmaz.

- Ya

Kedisi bekler... Sıcacık, yumuşacık koynuna girer. Sonra kırr kırrr seni de yumuşatır. (Köpek beklemez, onunla birlikte gider, sevgili gibi! E, hareketleri de benzer zaten! En azından ilk zamanlarda...)

- Ya

Umutları, hayalleri bekler...

Olaylar gelişir...

Gününe göre... Bazen piyangodan para çıkar, bazen birinin intikamını alırsın. Birisiyle tanışırsın, olaylar gelişir. Bazen önce olaylar gelişir, hep olaylar gelişir! Yahu bir gece de oturup konuşalım dersin, daha ilk cümleden sonra... Olaylar gelişir! Gerçek hayatta olsa, “Bu yoksa beni sevmiyor mu?” triplerine girersin ha! “Beni vücudum için mi istiyor” sendromu... Sanki vücudu da, Halle Berry vücudu! Bazen cevabını veremediğin bir sorunun peşinden gidersin. O anın tekrarını yaratırsın. Cevaplardan cevap seçersin. İçine sinene kadar...

Üstelik bütün bunlara o gece, bir gece yetmez. Her gece farklı versiyonlarını hazırlarsın. Eğlencelidir...

- Ya da

Korkuları bekler...

“Fareler gibi yalnız başıma ve titreye titreye öleceğim“ sendromu... Sanki herkes maaile ölüyor! Bavullarını falan hazırlayıp! Daha başını yastığa koyar koymaz bu aklına gelir: “Yalnızım, yalnız öleceğim.” Hayır, ölme planı yapmasa neyse! Hani, “Yalnızım, biriyle yaşasam, şunları şunları yapsam” dese, yalnızlığını anlayacağız da! Hayır, o yatırımını ölmeye yapıyor; “Şimdi birini bulsam, anca...”

9,5 hafta...

Bazılarını da yatakta panik bekler. Aklına şu gelir: “Bugün de bir şey yapmadan, bir şey olmadan geçti. Bütün hayatım böyle geçecek!” paniği...

Sanki herkes 9,5 hafta yaşıyor! Bunların zaten sık sık uykuları kaçar. Ertesi gün yatar. “Bak bugün de bir şey olmadı!” Hay senin... “Git yap o zaman” desen... İstediği gibi biri de yok! “Bugün de bir şey olmadı” dediği, aşk-meşk ha! Diğerlerini “bir şey”den saymadığı için!

Herkesi biri ya da bir şey bekliyor.

Yatakta...

Yazının devamı...

Aşklar nereye gider?

Hani, “Evrende hiçbir şey kaybolmaz” teorisi var ya, sesler ve bütün konuşmalar da... Herhâlde aşklar da kaybolmuyor...

Tıpkı artık duymadığımız gelmiş-geçmiş bütün sesler gibi, şimdi hissetmediğimiz aşklar da bir yerlerde duruyor mu acaba?

Düşünsene, bir zamanlar “Sana âşığım, hem de nasıl” demişsin; bir kere de değil üstelik, defalarca...

O ses duruyor!

O adam ya da o kadın da duruyor.

Ama aşk?

Yok!

Nerede?

O da evrenin algılayamadığımız bir yerlerinde bekliyor mu?

Hisler de mi kaybolmuyor?

Sadece unutuyoruz, söylediğimiz sözler gibi...

O kadar uzak, o kadar geçersiz...

Şefkatle!

Yok canım, kaybolmuyor.

Arada bir hatırladığımzdan belli!

Heyecanla, şefkatle, nefret ya da pişmanlıkla hatırladığımızdan...

En güzeli, heyecanla hatırladıklarımızdır. Aklına geldiğinde hâlâ heyecanlanıyorsan, içini bir gülümseme kaplıyorsa, belli ki kimsenin kimseyi incitmediği bir aşkmış. Düşüncesi bile seni yeniler.

Şefkatle aşk mı hatırlanır? Evet, hatırlanır. Genellikle karı kocalarda yaşanır bu. Bir zamanlar tutkuyla yaşanan o aşk sevgiye, arkadaşlığa dönüşebildiyse, onu şefkatle hatırlarlar.

Bazen sadece biri hatırlar, bazen öteki...

Bir de terk edenler, terk ettiklerini şefkatle hatırlar.

Terk edilenler ise...

Yeter ki karşılaşma!

Nefretle hatırlananlar: Evrende en fazla onlar var herhâlde... Hele bu aralar! Çok mu yoğunlaştılar, ne? Yeni aşkların da üzerine çöktüler! Bir kez bile nefret etsen, onun gölgesi yenisinin üzerine düşüyor.

Ama kimbilir nasıl incindiysen... Nasıl canın yandıysa...

At onu “Pişmanlıklar” listesine... At da kurtul! Çünkü pişmanlıkla hatırlamak trajikomiktir. Hatta zaman geçtikçe sadece komikliği kalır, trajedisi evrendeki yerini alır.

Pişmanlıkla hatırladığın her aşkın altında bir hikâye vardır. Onu hatırladığında bazen güler bazen de iğrenirsin. Hatta ikisi bir arada bile olur. Ha, iğrendiğin sen misin, öteki mi? O da belli değil. Büyük olasılıkla bir boşluğuna geldi, yani hata sende ya, pişmanlık da oradan zaten, kendine kızarsın. Sonra da kendine gülmeye başlarsın. Yeter ki onunla karşılaşma!

Yani...

Sanırım aşklar kaybolmuyor.

Hatırladığımızdan belli...

Yazının devamı...

1 gecelik aşklar nereye gider?

Yazıyla değil, sayıyla: “1” gecelik... “Bir” gecelik değil! Yazıyla olunca daha anlamlı çünkü! Rakamın önemi başka yerde!

“Bir Gecelik Aşklar Nereye Gider?” aslında Mehmet Altan’ın bir kitabının ismi, biliyorsunuz.

Şimdi yeniden basıldığını okudum. Haberde kitabı şöyle tanıtıyorlardı:

“Mehmet Altan öykülerini bir araya getirirken okurlarını yeni, şiirsel bir dille karşılıyor. Okuru, Çehov’un, Balzac’ın satırlarında dolaştırıyor ve Schumann’ın bestelerinde, New Orleans cazının notalarında gezdiriyor.”

Hemen alıp okuyacağım ama... Okumadan hem de şimdi, o sorunun cevabını arayacağım. Ama daha basit yerlerde...

Evde, arabada, barda falan...

“Bir gece”yi de, “1 gece” diye değiştirerek... Böylelikle haksızlık yapmamış olurum belki!

Bir ilk var ama...

Zaten “Bir” gecelik aşkı, Çehov’da, Balzac’ta arayabilirsiniz... Bir New Orleans cazı dinlerken, pis pis sırıtabilirsiniz. “Ne sırıtıyorsun öyle? diye soranlara da, “Hiiç, aklıma bir şey geldi de...” cevabını verirsiniz.

“Ne geldi?” diye ısrar ederlerse... “Herhâlde okula başladığım ilk gün değil!” dersiniz. İsterseniz, “Olayda bir ‘ilk’ var ama...” diye itlik de yapabilirsiniz...

Ortamdan kopar, o ritimde o geceye dönersiniz...

Güzel hatırlarsınız yani...

İkinci gecenin yokluğunu hissetmeden hem de!

“Bir” geceyi, bir şiirde, romanın bir cümlesinde, bir resimde bulursunuz.

Ya da o sizi bulur. Pis pis

gülümsersiniz...

Ama...

“1” gecelik aşkı?..

O şarkılar!

Bilemiyorum, Schumann’ın bestelerinde aramamak lazım!

Onları daha çok, “Yatcaz-kalkcaz,

yatcaz-kalkcaz” gibi şarkılarda bulabilirsiniz.

Duruma, sonuca göre başka yerlerde de arayabilirsiniz...

Mağdursanız mesela...

“Vicdansız ara sıra bile beni aramadın, sesimi duyunca demek çıkaramadın, bu hareketin üzerine adının önüne

zalim gelmez miiii, ooo, insan sevmez mi?”lerde...

Bunlar çalınca hınçla, maçtaymış gibi el kol hareketleriyle ve tabii bağıra bağıra söyler, nakaratlarda onu bulursunuz.

Anca orada bulursunuz zaten!

Yok, kaçansanız...

Şarkılar falan geçmez size...

Ne geçer?

O 1 gecelikle ansızın karşılaşmanız... Hem de o şarkılar çalarken! İyi ve anlamlı davranmak zorunda kalmalar falan...

Filan..

Yani “1” gece var,

“Bir” de gece var!

Bir gece...

Heh heee...


Yazının devamı...

Banal ve sıkıcı olmanın hafifliği...

Hani hep “bir şeylerin” yok olduğundan hayıflanıp duruyoruz ya... “Eskiden...”le başlayan cümleler. Genellikle eskinin sadece güzelliklerini hatırlayarak...

Kokulu ve sulu domatesler, saf arkadaşlıklar, okula yürüyerek gitmeler, sokakta oynamalar, boş boş gülmeler vs...

Onlarla birlikte veya onlardan sonra bazı duygular da yok oluyor. Bazı durumlar da...

Yok, öyle gerçek aşk, vefa, saygı gibi ağır toplara girmeyeceğim. Daha kişisel şeyler...

Daha basit...

Sıkılmak mesela... Bir zamanlar sıkıldığımı hatırladım.

Canım sıkılırdı...

Bunalmaktan bahsetmiyorum, basbayağı yapacak bir şey bulunamadığı için sıkılmaktan söz ediyorum. O zamanlar gerçekten yapacak şeyler mi azdı yoksa bunun yaşla-başla mı ilgisi var? Bilmiyorum... Akşamları eve gelince, yapılacaklar ve yapmak istediklerim listesi günden güne artıyor...

Bir de gelmeden yapılacaklar var!

Gelirken yapılacaklar...

Panik!

İdrak edemiyoruz!

İşte böyle günlerden birinde, “bir zamanlar canımın sıkıldığı” aklıma geldi. Gülümseyerek... Üstelik o zamanlar kendimi nasıl hissettiğimi de hatırladım. O duyguyu...

Hangisi daha kötü?

Kesinlikle can sıkıntısı...

Tam da bu sırada, can sıkıntısıyla ilgili bir araştırma okudum.

Beni bulur!

Biraz can sıkıntısının iyi hatta yararlı olduğunu anlatan bir araştırma... Uzmanlar, can sıkıntısının beynimizi farklı yönlere gitmeye ve yaratıcı olmaya zorladığını söylüyor.

“Sıkıntı, beynin başka bir şey yapmamızı söylemek için başvurduğu bir yoldur” diyorlar.

Niye açık açık söylemiyorsa? Bir de onu mu anlamaya çalışacağız?

Beyin bu! Daha ötesi var mı?

O bile kapris yapıyor; “Hareketlerimden anlasana!!”

“Biraz da sen beni anlasan!”

Beyinle konuşmak da böyle bir şey herhâlde! Ama beyin yapacak en iyi şeyi her zaman bilmiyormuş.

Bilmediğini biliyoruz!

Bazen bilse de bize söz geçiremiyor. Söylüyor söylüyor, anlıyoruz ama idrak edemiyoruz. Bu ne iş?

Dağıldım yine...

Ritminizi yumuşatın...

Tamam sıkıntıya dönüyorum.

Hâlâ sıkılanlar için bir reçete var: “Sıkıldığınızda enerjinizi gitar çalmaya veya yemek yapmaya harcarsanız mutlu olursunuz. Ama televizyon seyretmek, bir süre mutlu etse bile, uzun vadede size iyi gelmeyecektir.

Sıkıldığımızda oyalanmayı ve kendimize daha fazla hâkim olmayı öğrenebilir, sürekli hareket hâlinde veya teknolojiyle iç içe olmadan da rahat etmenin mümkün olduğunu anlayabiliriz. Basit şeylerle yaratıcı olmaya yöneliriz.”

Tüketme, üret diyor yani...

Benim gibi sıkılmayı unutanlara da bir tavsiyeleri var:

“Arada bir gevşeyin. Fişi çekip sessizliğin tadını çıkarın. Bazen banal ve sıkıcı olmak gerekiyor; ritminizi yumuşatıp yavaşlatın, zihninize huzur verin.”

Banal ve sıkıcı olmak!

Hı?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.