Şampiy10
Magazin
Gündem

Aşksız olur ama onsuz...

Şimdi de şöyle bir durum var: “Bir ilişki aşksız sürebilir ama sekssiz süremez...” Bütün olay, geçen gün benim “Âşıkken yapılan seks, zekâyı artırıyormuş!” araştırmasına yaptığım yorumla başladı.

Ben, “O zekâ için âşıkken ille de seks yapılması da gerekmiyor. Sadece âşık ol yeter! Seks de tek başına bir işe yaramaz. Hatta belki insanı daha da fena, kötü, duyarsız ve doyumsuz hâle getirir” diye yazmıştım.

Konu zekâdan, ilişkiye kadar geldi...

İlk bakışta mantıklı gibi duruyor

değil mi?

Ama oradaki büyük yanılgıyı görmezsen, mantıklı!

Yani amaç sadece ilişkiyi

sürdürmekse...

Bunun mantıklı mantıksız bir sürü yolu var. Hatta hem aşk hem de seks olmadan yürüyen ilişkiler ülkesinde yaşadığımız bile söylenebilir.

İçini doldurmak

Hadi bu durum evlililer için geçerli diyelim...

Peki diğerleri?

Aşksız ama seksli ilişki yürütenler...

Daha doğrusu yürütmeye çalışanlar çok!

Peki, üç-beş sevgili durumları tam da buradan çıkmıyor mu?

Aslında belki de, bunun adına “ilişki” dememek gerekiyor.

Peki ne demek gerekiyor?

Belki de bir isim koymadan ama içini doldurmak yeterlidir!

Tıpkı onun yazdığı gibi:

n “Öncelikle aşk zorlama ile oluşmaz... Arayarak, sevgiye/aşka muhtaç kalarak vs. yollarla gelmez. Biraz da nasip işidir, belki hiç gelmez:)

Ancak... Seks denen bir olgu daima vardır. Yabana atılacak bir olgu değildir, hayatidir...

Burada sorun nedir bilir misiniz? İnsanların âşık olsun olmasın birbirlerini ‘mal’ gibi görmeleridir. Saygı göstermemeleridir. Sekse de sadece boşalım ve ihtiyaç giderme olarak bakmalarıdır. Erkeği de öyle keza kadını da...

Âşık olsun olmasın bir çift, yatağa girdiğinde birbirini mal yerine koymayıp, insanca saygı gösterip ve bunun da üzerine seksi layığı ile yaparlarsa inanın zekâlar üst seviyeye gelir. Gelişkin olan toplumlarda herkes âşık mı? Ama zihinleri açık, pırıl pırıl... Daha doğrusu bizim insanlara göre çok daha berrak. Çünkü birbirlerine saygıları var ve sekse boşalım aracı olarak değil, bütünleşme/paylaşım olarak bakıyorlar ve doyumlu seks hayatı yaşıyorlar. İşte zihni açan da budur, tek başına aşk değil...”


Aşkçılar/seksçiler

Yani aşkçılar ve seksçiler diye ikiye ayrıldık galiba...

“Ben zihni açan, aşktır” diyorum.

Bazıları da:

“Zihnin açılması için ‘düzgün’ seks yeter” diyor, “aşka gerek yok!”

İşte işler de böyle karışıyor zaten...

Bu sorudan yola çıkarsak doğruya uluşabilir miyiz?

Aslolan hangisi?

Aşk mı, seks mi?

Hayati olan mı, ruhani olan mı?

Aşk mı, seks mi?

Belki önce aralarındaki farkı anlamak gerekiyor:

Her aşk aslında sekstir ama...

Her seks aşk değildir!

Buyrun, bu da bugünün lafı!

Yazının devamı...

Çünkü aşk yok!

Aşıkken yapılan seks, zekâyı artırıyormuş!.. İnanırım. Zira bunca yaratıcılık başka türlü olmaz!

Ayrıca o zekâ için âşıkken ille de seks yapılması da gerekmiyor. Sadece âşık ol yeter!

Zekân, yaratıcılığın tavan yapar!

Sağlaması sanatçılarda...

En güzel besteler, resimler, şiirler âşık insanlardan çıkmaz mı? Bi evlenirler, sanat hayatları biter!

Son yıllarda insanlar neden

seme gibi?

Neden herkes saldıracak yer alıyor?

Neden içgüdüsel hareketler çoğaldı?

Neden herkes suratsız?

Neden herkes birilerini aşağılama ihtiyacı içinde?

Neden herkes herkesi zora sokmaya çalışıyor?

Neden kimse kimseye yol vermiyor?

Neden erkekler kadınları saymıyor?

Neden kadınlar erkeklere çemkiriyor?

İnsanlar insan gibi değil!

Çünkü aşk yok!

Seks de tek başına bir işe yaramıyor! Hatta belki insanı daha da fena, kötü, duyarsız ve doyumsuz hâle getiriyor.



Zekâ yerlerde...

Düşünsene acıkmışsın; yiyorsun yiyorsun, doymuyorsun. Ya da hiçbirinden zevk, tat almıyorsun. Yemek çok güzel ama tadı tuzu yok!

E, sinirlenmez misin?

Kızmaz mısın?

Suçluluk duymaz mısın?

Bıkmaz mısın?

Bunu fiziksel olarak da doğrulamışlar...

Bilim insanları, uzun süredir evli olan çiftlerden ve âşık çiftlerden kan örnekleri almış.

Evlilerden alması zor olmuştur! Damarı falan bulamamışlardır. Kan da ağırlaşmıştır!

Hani böyle espri yaparsın da, biri çıkar, “Niye ki?“ diye sorar ya...

Ya da göz göze geldiğinizde gülersin, “Niye güldün?“ der, seni çıkmazlara sokar...

İşte o da aşksızlıktan.

Zekâ düşmüş, yerlerde sürünüyor!

Seni de aşağıya çekmek istiyor!

Neyse, yapılan incelemeler sonucunda insanların âşık olduklarında sinir hücrelerinin daha yoğun olduğu belirlenmiş.

Zekâ ve tepki verme yetisi de artıyormuş.

Şimdi anladınız mı, neden çarşıda, pazarda, telefonda, herhangi bir kurumda birisine mantıklı bir soru sorduğunuzda saçma sapan ve soruyla alakasız cevaplar aldığınızı...

Ve neden çileden çıktığınızı...

Abuk sabuk ilişkilerden kurtulamamalar...

Onlara razı olmalar...

Molalar...

Aldatmalar...

Aldanmalar...

Neden?

Çünkü aşk yok!

Yazının devamı...

Sen gitmezsen, o gelmez!

Gitmek mi zor, kalmak mı? Soruya bak! Tabii ki, kalmak zor. Neresi ya da ne şartlarda olursa olsun, ‘gitmekte’ en azından bir hareket ve yenilik var. Zaten seçeneğin varsa ve gitmeyi seçiyorsan, hayıflanmanın anlamı da yok.

Ama kalansan...

Hele kalmak zorundaysan...

Hani kaç gündür “mola vermek”ten bahsedip duruyoruz ya, yine oraya geleceğim aslında... Mola isteyip gidenlerin yolu açık olsun, biz bugün kalanlarlayız...

Bekleyenlerle...

Zaten hep kalanlar mail atmış, gidenlerden tıs yok! Eee.... Yoğunlar herhâlde!

Kalanlar da, açıkça yazmak zorundayım, kusura bakmayın ama durumunuz içler acısı... Peki ne yapmanız gerekiyor?

Önce ne yapmamanız gerektiğini yazacağım. Zira çoğunuz yapmamanız gereken iki şeyden birini mutlaka yapıyorsunuz.

Birincisi, ona kızmak...

Bindiğin dalı kesme!

Kızman doğal da, kızgınlığını ondan çıkarman doğru değil. Kızdığın için ona ters ters davranman, kızdığın için ondan hırsını almaya çalışman. Hele hele “madem öyle, bende de böyle!” hareketleri bindiğin dalı kesmekten başka işe yaramaz. Öyle nispet yapmalardan bahsediyorum. Ters teper!

İkincisi de, kuzu kuzu onu beklemek... Yalakalık yapmak, ezilmek büzülmek ona kızmak kadar hatta belki daha fazla itici...

Her ikisi de, kızmak da, ezilmek de gideni rahatlatır. Kendisini hâlâ güvende hisseder. Çünkü her iki tepki de onunla ilgilidir. Onu çağırır. Çağrıldığından emin olan da, daha fazla şımarır.

Peki ne yapacaksın?

Tek yolu var: Sen de git!

Sen de gideceksin, başka çaresi yok! “Sen de git” derken, “Onu terk et”, “Sen de gününü gün et” anlamında değil!

Onsuz bir hayat kur. Onu bekleme. Kafayı onunla bozma. Sen böyle yaşadığın zaman, seni kaybetmeye başladığını anlayacak. İşte o zaman ya gelecek ya da gidecek! Arada derede yaşamaktan kurtulacaksın.

Yürü kızım diyeceksin!

Şimdi, “Böyle uzaktan ‘Git- gel’ demek kolay!” diyeceksiniz...

“Benim de aklım böyle diyor ama aklıma söz geçiremiyorum” diye bana kafa tutacaksınız... Ama...

İnsan bazen hayatta, kendi kendisini sırtından itmek zorunda kalıyor.

Paraşütle atlamak gibi... Öyle uçağın açık kapısının önünde duramazsın, kimse de seni itmez. “Yürü kızım”, “Hadi aslanım” deyip kendini atman gerekir...

Atacaksın başka çare yok! Atmazsan, korku içinde sinik ve gurursuz yaşarsın.

Ha, o gurur başkalarına karşı değil ha! Belki kimse bilmeyecek atladığını, belki herkes bilecek ama önemli olan kendi kendine gurur duyman.

Zorla kendini! Kalk sinemaya git! İmkânın varsa bir seyahate git! Arkadaşına, sergiye artık nereye olursa... Her gün başka bir yere...

Ama git! Gitmezsen, gelmez!

Yazının devamı...

Mola alış-verişi...

Mola deyip geçmeyeceksin... Alan var, veren var. İkisinin ayrı ayrı ruh hâlleri, düşünceleri, planları, olurları, olmazları var. Özellikle de ilişkilerde...

Taraflardan biri mola istediğinde...Ne der? “Bir süre görüşmesek...”, “Bir süre ayrı kalalım” falan...

Yani: “Ben bi etrafı kolaçan edeyim, sen de bekle; daha iyisini bulamazsam gelirim.”

Ya da, “Ben bitirdim bu işi de, sana açıkça bunu söyleyemiyorum. Mola ayağında fırtarım” demek istiyor.

Onun ne dediği belli de, mola teklifi muhatabının tepkisi ne olur? Gidenin ya da kalanın kadın ya da erkek olmasının fark etmediği nadir durumlardan biri bu. Giden aynı niyetle gider, kalan aynı kaygılarla...

Kalırsa tabii... Beklerse yani...

“Mola teklifi” kimden gelirse gelsin, ötekinin tepkisi sırasıyla şunlardan biri olur:

Ya kabul etmez...

Ya kabul eder...

Ya rest çeker...

Ya da hem eder hem etmez...


Sorun orada başlar

Kabul etmeyenler:

Azınlıktadır. Kilometrekareye düşen 10 mola teklifinden 9’u kabul edilir. O kabul etmeyen de, ya daha önce böyle bir durum yaşamıştır ya onun da aklında başka biri vardır ya da yaşı... Orta yaştadır. Tabii menfaat ilişkileri bizi ilgilendirmiyor...

Kabul edenler...

Bir ilişkisi yokken böyle bir teklifi asla kabul etmeyeceğini söyleyenlerden çıkar. Kabul eder ama aynı zamanda almaza yatar. Sabah kalkar kalkmaz arar, ikide bir programını yoklar, kendi o gün yapacaklarının listesini verir. Hatta arada reddedemiyeceği ortak bir program dahi yapar. Sanki sorun sadece akşam yatmalarıymış gibi! Gerçi sorun orada başlar ama!

Rest çekenler...

“Sen yaparsan ben de yapa-rım”cılar... Beklemem der ama bekler. Ha, o arada bir-iki etrafı yoklama girişimi olur ama

sonuçsuz kalır. Ona geri dönmek korkutucudur.

Hem kabul eden hem de etmeyenler...

Çoğunluk yani... Mola görüşmesinden çıktığında neye ve niye mola verdiğini bilmez. “Niye ara verdiniz, neymiş derdi?” diye sorsan, cevabı şudur:

“Ne bileyim, sinirden soramadım.”



Alabilirsin, verebilirsin!..

Sonra diyalog şöyle devam eder:

“E, ne kadar ara verdiniz?”

“Ne biliim... O sırada bunu mu soracaktım? 1 aydır herhalde... Daha mı fazladır yoksa?”

“Peki ne yapacaksın?”

“Bilmiyorum, kararsızım.”

“E, ona ne dedin?”

“Bir şey demedim...”

“Sen ne yapıyorsun?”

“Ne yapacam, söyledi söyledi, gitti.”

“Bekleyecek misin peki?”

“Bilmiyorum...”

“Beklemeyecek misin?”

“Ne biliim...”

“Oldu o zaman...”

Dedim ya, mola deyip geçmeyeceksin, bir gün herkesin başına gelebilir!

Mola alabilirsin...

Verebilirsin...


Yazının devamı...

...ve ihtiyaç molası...

Devam ederken... Herhangi bir işe, bir duruma devam ederken... “Sen bi burada dur, ben geliyorum” diyorsun... Daha kötüsü, biri bunları sana söylüyor!

“Biraz mola verelim...”

Haydaa...

E, peki niye?

İnsan durup dururken mola vermek istemez. Çalışırken bile mola veriyorsan bir nedeni vardır.

Aslında bütün molaların nedenleri aynıdır...

Yorulmuşsundur...

Sıkılmışsındır...

Kıçın kalkmıştır...

Aklın başka yerdedir...

Tıpkı otobüs seferlerinde olduğu gibi, bir mola vermek istersin. Otobüsten inip bir hava almak, bacaklarının tutukluğunu açmak, etrafa göz atmak için, “çay ve ihtiyaç molası” alırsın ya.


Adını sen koy...

Hayatta da aynen böyle...

Bazen bir hava almak için, bazen hava atmak için bazen ruhunun tutukluğunu açmak, etrafa göz atmak için bir molaya ihtiyaç duyarsın.

“... ve ihtiyaç molası...”

Fill in the blanks... Boşluğu sen doldur! Artık ne molası alıyorsan, ismini sen koy!

Ne olabilir? Ya ilişkine ya evliliğine ya da kariyerine mola veriyorsundur.

İlişkine mola veriyorsan onun adı:

“Bakma ve ihtiyaç molası”dır.

“Ben etrafa bi göz atayım, daha iyisini bulamazsam geri gelirim” demektir.

Evliliğine mola veriyorsan:

“Özgürlük ve ihtiyaç molası.”

“Ben çok daraldım, kendime gelmek, eskisi gibi neşeli ve özgür olmak isityorum” demektir.

Bir de kariyerine ara verenler var ya, çocuk veya evlendikleri için... Onun adı da:

“Tembellik ve ihtiyaç molası.”

“Ben asılnda yaptığım işi sevmiyorum, bu da bana bahane oldu” anlamına gelir.


Ya geriye döndüğünde?

Ama hayatta aldığın molalar biraz risklidir.

Hatta biraz değil, epey risklidir.

Çünkü geri döndüğünde artık hiçbir şey eskisi gibi değildir...

Sevgilin, seni beklediğini sandığın sevgilin eğer kabul ederse, bunun acısını senden misliyle çıkartır.

Eşin, bakarsın senden önce özgürlüğün tadını almıştır...

Kariyerin zaten seni beklemez!

Mola vermek, onu kaybetmenin ilk adımıdır aslında...

Daha doğrusu provasıdır.

Yoksa:

İyi veya sevdiğin bir işe, güzellikleri kötülüklerinden daha fazla olan bir ilişkiye, yolunda giden sevgiye dönüşmüş bir evliliğe ara verilmez.

Araya herhangi bir pürüz girdiğinde...

Başka bir yol veya arası bulunur ama...

Ara verilmez...

Mola hiç verilmez!

Yazının devamı...

Yattığın yerden para kazanmak...

Bu iş hiç kolay değil: “Yattığın yerden para kazanmak.” Ohh... Kulağa ve dile güzel geliyor değil mi? Hem yatacan hem para kazanacan! Oldu!

Hem de kadınlarla yatacaksın...

Hani tilkiye “Tavşan ister misin?“ diye sormuşlar da, gülmekten cevap verememiş, bizimkiler de onun gibi...

Sanki onlara da, Angelina Jolie gibi kadınlar gelecek!..

Şefkat-Der geçen hafta, “Erkek genelevi de açılsın“ diye bir çıkış yapmıştı ya, dün okumuşsunuzdur, derneğe tam 2000 kişi başvurmuş!

Şaka gibi!

Gerçek olduğunu kabul edemiyorum; aklımın bir köşesi “Yok canım...“ diyor hâlâ...

Ama...

2000 kişi başvurmuş, bir de akıllarına bazı sorular bile takılmış! Şefkat-Der bu sorulara ne cevaplar verdi bilmiyorum ama ben onları aydınlatmak isterim.

Buyurunuz...

Onların sorularına benim cevaplarım:

- Nereye başvuracağız?

Sen o başını önce taşlara vur! Belki kendine gelirsin.

- Vesika gerekiyor mu?

Yok; sen evden izin al, yeter!

- İstifa hakkım var mı?

Tabii, olma mı? Kıdemini falan da alır, evinin erkeği olursun... Atılsan daha da iyi; iki katı.. Ama niye atılacaksın, bi düşün! O siciline işlenir!!!

- Vizite ne kadar?

Artık o performansına göre değişir! Biliyorsun kadınlar öyle kolay kolay para vermezler, sıkı pazarlık ederler, ayrıca tüketici haklarını iyi bilirler!

- Vergi verecek miyim?

Evet ama birtakım ilaçlarını vergiden düşebileceksin! Amortisman da düşülür! Ayrıca öğle yemeği ve Ego kartı ve sigortan da var.

- Emekli olabilir miyim?

20 sene o performansı gösterebilirsen bir de madalya takarlar!

- Güvenlik olacak mı? Namus cinayetine maruz kalabilir miyim?

Seni mi koruyacak yoksa birilerini senden mi koruyacak bir güvenlik?

- İstediğim zaman bırakabilir miyim?

Tabii canııım... Sen hatta canın istediğinde gel, çalış; sıkılınca gidersin. Hatta müşteri de seçebilirsin!

- Evliyim, olur mu?

Olur olur! Biz yengeyi idare ederiz! Sen yeter ki çalışmayı iste! Çalışmamak ayıp!

- Çocuklarım ne olacak? Vesikam onların özel mesleklere girmesinde olumsuz etki yapar mı?

Ha, bu “genel” meslek ya! Özeller farklı tabii... Bunları kafana takma sen. En kötüsü iş görüşmesinde, “İnsan babasını seçemiyor ki!” der...

Yok canım...

Bütün bunlar şaka herhâlde değil mi?

Yazının devamı...

Bazen ruhun da değişir...

Değişir... 10 saniyeliğine de olsa başka bir ruh hâline bürünürsün. Bambaşka bir insan oluverirsin.

Görünüşün değil, bu sefer ruhun değişir. Hoş, değişiklik görünüşüne de biraz yansır ama bunun da sebebi o ruh hâlidir.

Fazla sürmez, dedim ya bazen 5, bazen 10 saniye,

en fazla 10-15 dakikadır.

İşte o sırada ruhunun videosu çekilse...

Ya da hayatına o ruh hâliyle devam etsen...

Kendinden hiç hazzetmezsin... Sadece kendin olsa iyi! Başkaları da senden hiç hoşlanmaz.

Peki ruhun ne zaman değişir?

Mesela...

- İzin isterken...

Manasız bir izin isterken, bir sürü yalan hazırlamışsın ve içinde de gereksiz detaylar var ya, onları sıralarken... O kendine güvensiz, yalancı ruh senin değildir.

- İzni alınca...

İzni aldın ya, hemen akabindeki ilk 3 saniyede bir ruh hâlin vardır, “Amaan n’apayım? Yalansa yalan...” diyen bir ruh. Haksız yere vurdumduymaz bir hâl! O basit ruh da senin değildir.

- Şarkı söylerken...

O sırada artık kimi baz alıyorsan onun farzettiğin ruh hâline girersin. Hatta kaptırıp etrafını da aşağılarsın. Sanki o şarkıcı herkesi aşağılıyormuş gibi! Demek ki sen onun karşısında kendini aşağılıyorsun. Yani o sıradaki aşağılık ruh, senin ruhun değildir.

- Haksız olduğunda...

İşte bir insanın en kötü hâllerinden biri... Belki de birincisi! B.k gibi kalırsın ya, o ezik ruh kimindir?

- Yenildiğinde...

İçindeki çirkef midir, yoksa sadece o anda gelip giden bir hezeyan mıdır seni hırçınlaştıran?

Bu sen olamazsın değil mi?

- Kazandığında...

Yuh! O kibir, o ukalalık hep içinde var mıydı yoksa geçecek mi? Kazançlarına kanacak mısın, yoksa onlarla eğlenecek misin? Şu ruh hâlin bi geçsin de, düşün...

- Ayrılırken...

Her zaman bu kadar zavallı değilsin. Ya da her zaman bu kadar zalim de değilsin. E o zaman sen kimsin?

- Pot kırdığında...

Bu kadar salak, bu kadar yalaka bir ruhun olamaz. Hayır, olamaz, olmamalı...

- Kendi kendine konuşurken...

Belli ki önemli bir konuşma! Önemli olmasa içinden konuşur, çözersin. Dile geldiğine göre... Kimin taklidini yapıyorsundur Allah bilir? O yapmacık hâlin suçlusu sen değilsindir, o sırada girdiğin ruh hâlidir.

Bunları yazarken düşündüm de...

Kimbilir belki asıl sen, o anki sensindir...

Kimbilir?

Yazının devamı...

Sen ne zaman sen değilsin?

Bazı durumlar vardır ki, orada, o anda sen, sen değilsindir... Yani o an bir fotoğrafını çekseler, o karedeki adam/kadının suratının, bakışlarının, duruşunun seninle alakası yoktur.

Olsa da, kendinden utanırsın...

En azından bildiğin kadarıyla kendin böyle birisi değilsindir.

Mesela?

Sen ne zaman sen değilsin?

- Trafikte birine çemkirirken... Ya da garip bir hırsla kornaya basarken... O suratını çekseler, sana hiç benzemez!

- Tencereden yemek yerken... Hani gece uyanıp ocağın üstündeki tencereden atıştırırsın ya... O hâldeki sen misin?

- CD jelatinini açmaya çalışırken... O dişlerini geçirdiğin zaman falan... Ya da ayı pençesi gibi tırnaklarınla garip hareketler yaparken...

- İlk gittiğin bir otelde musluğun duşa nasıl çevrildiğini keşfetmeye çalışırken... Yok canım normalde bu kadar aptal görünmezsin.

- Üzerine düşen kırıntıları atarken... Onları kazağının ortasında toplayıp fazla kımıldamadan balkona ya da mutfağa doğru ilerlerken...

- Sofra toplarken... Ya da sehpanın üzerindekileri bir kerede toplayabilmek adına yaptıkların... Hele dört bardağı dört parmağına geçirişin, o sırada aklından geçen maliyet hesabının yüzüne yansıması ve o şekil yürüyüşün... David Copperfield’in bile moralini bozabilir!

- Kürdan yerine... Bulamayınca onun yerine geçecek bir madde aranması... Tabii daha da kötüsü bulunması... Bulunduktan sonra olanları anlatmak istemiyorum. Ama o anda fotoğrafın çekilse...

- Şişeden su içerken... Aborjinliler gibi... Bir de lok lok lok içerken bir yandan da televizyona ya da sana bakar. Nasıl göründüğünü bilmeden!

- Aynaya bakarken... O bakış, o hâller, o eda, o dudak büküş, o arayış kimde var? İnan sende de yok!

- İş yerinde porno seyrederken veya oyun oynarken, biri özellikle de patron ya da müdürün geldiğinde o site bir türlü kapanmadığında... Kapanmadığı gibi sürekli flaş yapmaya başladığında senin hâlin...

- Soyunma kabininde kendine bakarken... Bir de şaşırırsın ya, kendini daha güzel sanıyorsundur... O kendine inanmayan suratın...

- Sarhoş vaziyette dans ederken... Bırak sen olmayı, o an insana bile benzemezsin ki! Hele o sıradaki yüz ifaden... Artık hangi ruh haline girdiysen...

- Evde sakız çiğnerken... Aslında o anın fotoğrafını değil, videosunu çekeceksin; birinden sebepsiz ayrılmak istediğinde o görüntüyü sızdıracaksın. Ama arada arkadaşlarının da senden sıtkı sıyrılabilir, göze alacaksın artık!

- Ceza yerken... Arabadan inip trafik polisinin yanına giderken yürüyüşün, kaşlarının yavaş yavaş birleşmeye başlaması ve ses tonun... Kendinden iğrenirsin!

- Cama çapınca... Cam kapıya, vitrine falan kafayı geçirdiğinde...

Heh heh hee... Gerçekten de, bazen sen gerçeksen sen değilsindir...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.