Şampiy10
Magazin
Gündem

Genç kalmaya gerek var mı?

Hiç göstermiyorsun!” En sinir olduğum sözlerden biri de bu. Hatta çeşitli cevaplar da hazırladım; söyleyenine göre...

“Ben gösteriyorum da, sen görmüyorsun...”

“Evet, herkese göstermem!”

“Israr edersen gösteririm.”

“Gösterirsem ne yaparsın?”

Yani aslında, “İçinde bulunduğun yaş kötü de, sen belli etmiyorsun“ diyor.

Gerçi bunu söylediğini bilmiyor, aklı sıra sana iltifat ediyor. Bazı aymazlar da bu iltifata seviniyor. “Ay ne güzel, göstermiyorum...”

Göstersen ne, göstermesen ne? Benim iddiam, herkes aslında yaşını gösteriyor. Bütün estetikleri; botox, dolgu daha ne varsa, ne yaparsa yapsın boşuna...

Gösteriyor...

Hatta biliyorsunuz, tuhaflaşıyorlar. Onları eleştirenler bile bir süre sonra aynı tuzağa düşüyor, genç görünme arzusuna yeniliyorlar.



Şuursuz bir neşe ve...

Aynı kavram kıyafetlerine de yansıyor. Gençler gibi giyinince, gençleşeceğini, gençleşince de mutlu olacağını sanıyor.

İşte yanlış da burada başlıyor: İnsanların mutluluğu gençlikte, gençliği de fiziksel görünümlerinde aramalarında...

Ne büyük

hata!

Mutluluğu gençlikte aramak kadar büyük dangalaklık olur mu?

Aklının, öngörülerinin, zevklerinin, bilginin

gelişmediği bir döneminde mutlu olunur mu?

Olunmaz.

Olunsa olunsa, şuursuz bir neşe ve tatlı bir vurdumduymazlık içinde olunur. Gençlik dediğin bu değil mi?

Ama sen 45 yaşında botox yaptırıp, saç ektirip, outlet pantolonun altına topuklu ayakkabı giyerek o neşe ve vurdumduymaz hâline dönemezsin ki!

45, 50, 55, 60 yaşında bunlardan mutlu da olamazsın. Başka kıstasların olmalı...

Kimsenin mutsuzluğunun nedeni içinde bulunduğu yaşta değil ki! O yaşı iyi ya da kötü yaşayabilmekte...



Rahatlıkla gösterirsin

Kabahat yaşta değil!

Oraya kadar nasıl geldiğinde... Orayı nasıl yaşadığında...

İyi yaşıyorsan “göstermiyorsun”, kötü yaşıyorsan ne yaparsan yap “gösteriyorsun”...

İyi yaşıyorsan bulunduğun yaş, saklanılacak kötü bir şey değil.

Rahatlıkla gösterirsin yani!!

İstediğine...

Ama insanlar sana “göstermiyorsun” der!

Ne tuhaf!

Aslında insanlar yaşını değil, mutsuzluğunu saklamaya çalışıyor gibi...

Mutluluğu da yanlış yerde arıyorlar galiba...

Sen iyiysen, mutluysan...

Genç kalmaya gerek var mı?

Yazının devamı...

Bir kurbağanın isyanı!..

Çıkar mı çıkmaz mı? Daha da önemlisi, kurbağalar mı prens olmayı bekliyor yoksa prensesler mi kurbağanın prense dönüşmesini umuyor?

Asıl mesele bu...

Aslında cevabı da belli; kurbağalar prense falan dönüşmek istemiyor. Hatta prense dönüşmekten belli ki ve belki de haklı olarak çok sıkılmışlar; kurbağa olarak bataklıkta vıraklamayı bile yeğliyorlar.

Niye?

Çünkü onlar vıraklıyor, bataklık kenarına gelen bütün prensesler onları öpüyor. Öpmek için birazcık çamura basıyorlar ama bir daha da kurtulamıyorlar, bataklık onları içine çektikçe çekiyor. Vay be!

Ben bu bataklık-kurbağa ikilisinden daha ne hikâyeler çıkarırım da...

Dayanamayacağım hikâyeyi tamamlayacağım: “Oysa dursa, bi beklese... Kurbağa kendini kurtarıp prensesin yanına gelse... Gelirse...”


9 soru 9 cevap

Zaten bütün bu karmaşa gelmedikleri için. Niye gelmiyorlar? Bu sorunun cevabı Ali‘nin kurbağa-prens-prenses üçlemesine yönelttiği sorularda gizli.

Sorularda biraz isyan kokusu var.

O halde ben cevabını vereyim.

(Haklı olduğu yerler de var ama o bizi ilgilendirmez!)

1. Kadın niçin öpecek bir kurbağa arar?

Kadın öpecek kurbağa aramıyor, adamı bataklıkta vıraklamaktan kurtardığını sanıyor. Hoş, adam da o izlenimi veriyor. En azından bir süre...

2. Piyasadaki erkeklerden bu kadar mı umudunu

kesmiştir?

Piyasada erkek merkek yok! Sadece kurbağalar var. Bir de danalar!

3. Kadın için bir prense ulaşmanın

bedeli nedir?

Bataklıkla savaşmak!

4. Yani bir prense ulaşabilmek için tek çıkar yol kurbağaya dokundurulacak sihirli bir öpücüğe sahip olmak mıdır?

Elini uzatsa, tutacak mısın? Sana masallar anlatsa dinleyecek misin? Ayrıca mutluluğun resmini çizebilir misin!!!

5. Başkaca bir numarası yok mudur

kadının?

Senin vıraklamaktan başka numaran nerede saklıysa onunki de oradadır belki!

6. Yani prens kurbağa olmasa ve kadının öpücüğüne mecbur olmasa aslında bu kadının yüzüne bile bakmayacak mıdır?

Bir dakika! Kurbağa her kadının öpücüğüyle prense dönüşmüyor. Zaten dönüşse ortalık prensten geçilmezdi!

7. Kadın bu kadar zavallı mıdır?

Kim daha zavallı artık belli değil. Ama iki taraf da zavallı...

8. Üstelik bu kadın bir prensesse buna rağmen niçin bir kurbağayı öpmek

zorunda?

Belki o zaman prensese dönüşüyordur!

9. Bugün kurbağa öpen yarın neleri

göze alır?

Kadın alır da, kurbağa prense dönüştükten sonra ne yapar, o önemli. “Bir öptün diye canımı mı alacan?” noktasına ne kadar sürede gelir? Yani...

Kurbağadan prens çıkarmak, biraz geçmişin piçinden delikanlı yaratmaya benziyor. Prenseslik meselesine gelince...

Bilmem ki, gelelim mi?

Yazının devamı...

Prensesini arayan kurbağalar...

Kurbağanın içinden prens çıkar mı? Masala göre, “Evet“; kurbağanın içinden bir prens çıkabilir...

Peki gerçek hayatta? Geçenlerde Mehmet Y. Yılmaz‘ın köşesinde okumuştum; o günkü başlığı, “Kurbağanın içinden bir prens çıkarmak!“tı ve her masalın bir gerçekten çıktığını ve sonunda o gerçeğe referans olduğunu yazıyordu...

“Olabilir“ diyor yani... Gerçek hayatta da kurbağanın içinden prens çıkabilirmiş!

Bilen bilir, Mehmet Y. Yılmaz hep kadınlardan yanadır. Yan yanadır... Hatta çoğunlukla erkeklere kıssadan hisse hikâyelerle, “danalığın” lüzumu olmadığını hatırlatır.

İşte o günkü yazısı da bu mealdeydi...

Bu sefer Dean Martin‘in bir şarkısından yola çıkmıştı.

“You’re nobody till somebody loves you”

(Birisi seni sevene kadar bir hiçsin!)

Erkeklerden itirazlar gelince de o meşhur masalı hatırlatıyor:

“Hani bir prenses kendisini öpene kadar kurbağa gibi vıraklayıp duran prensin öyküsü var ya!”

Sonra da soruyor:

“Düşünün bir bakalım; kendinizi bir prens gibi en son ne zaman hissettiniz?“

Cevap şıklarını da yazmış:

“Maaşınıza zam aldığınızda mı, takımınız galip geldiğinde mi? Yoksa o çok özel kadının dudakları, dudağınıza değdiğinde mi?”

Yazıyı güzel bitirmiş ama...

Ama bu sorunun cevabı maalesef artık ‘o‘ değil!

O sorunun cevabı “O çok özel kadının dudaklarında“ değil!

Çünkü kurbağalar artık o eski kurbağalar değil!

Artık “Prensesini arayan kurbağalar” yerine “kurbağa arayan prensesler“ dönemindeyiz...



Ha çıktı ha çıkacak!

Bütün prensesler ayaklanmış önüne gelen her kurbağayı

öpüyor.

Öpüyorlar, öpüyorlar... Hatta bir kurbağayı birkaç prenses birden öpüyor...

Ama “tık” yok!

Vırak vırak vıraklıyorlar, içinden prens ha çıktı ha çıkacak...

Tıh! Çıkmıyor!

Çıkıyor da, çıkan prens değil! Fazla öpülmekten mi nedir, bu öpüşler onlarda danalaşmaya neden oldu.

Kurbağaların genetiği

bozuldu!

Hani portakal kokulu elma falan yapıyorlar ya, bunlarınki de o hesap; ama bunlar fazla öpülmekle aşılandılar...

Ortaya ne çıktı? Kurbağa görünümlü dana!

Ahhh, ah!

Nerede o eski kurbağalar!!..

Kokuları bile bir başkaydı!

Yazının devamı...

Kadına şiddet değil, erkeğin şiddeti...

Öldürülen kadınlar...

Tecavüze uğrayan kadınlar...

İşkence yapılan kadınlar...

Dayak yiyen kadınlar...

Okutulmayan kadınlar...

Küçük yaşta evlendirilen kadınlar...

Kovulan kadınlar...

Tacize uğrayan kadınlar...

Ezilen kadınlar...

Kapatılan kadınlar...

Açtırılan kadınlar...

Kendileri ya da temsili resimleri...

Onları bilmeyen kalmadı.

Onlara acımayan da yok.

Onları görüp empati yapmayan...

Onları duyup isyan etmeyen de yok.

Ama bu kadınlara bu şiddeti uygulayan erkekler ortada yok!

Bunca katliam, “Kadına şiddet“ diye adlandırılıyor.

Yine erkek kayırılıyor.

Kadın, sosyal sorumluluk projelerinde bile edilgen!

Hâlâ...

Peki gördüklerimiz, duyduklarımız neler? Kadınların kan revan içinde fotoğrafları...

Kadınların görüntüleri...

Kadınların başına gelenler...

Kadınların çaresizliği...

Kadınların umutsuzluğu...

Peki bunları yapan erkeklere ne olmuş? Ne oluyor?

Haberi olan var mı?

O kanlar içinde yatan kadını vuran adamın başına neler gelmiş?

Hatta, acaba bir şey gelmiş mi?

O küçükcük kıza tecavüz eden 14 cani şimdi nerede, ne yapıyorlar?

O küçük kızın ismini biliyoruz, resimini görüyoruz da o 14 hayvanınkini niye bilmiyoruz?

Ortada her türlü şiddete maruz kalan kadınlar var.

Sanki o şiddeti sanal eller uyguluyor!

Görünmeyen hayali bir güç geliyor, kadınları öldürüyor, dövüyor, tecavüz ediyor ve yok oluyor.

Yani:

Bu kadınların hâlini gören;

Ve o potansiyeli olan hangi erkek kadına şiddetten kaçınır?

Oysa kendi hâlini görse...

O yumruğu patlatırsa kendisinin ne hâle geleceğini görse...

Tecavüz ederse başına gelecekleri bilse... Kız çocuğunu okutmayan, küçük yaşta evlendiren adamın bir zararı olsa...

Taciz eden adam, taciz edilse...

Biz biraz da onların çaresizliğini izlesek...

O adamların mahvoluşlarını seyretsek... Onlar da görse...

Asıl onlar görse!

Bizim gördüğümüz ne?

Kadının her türlü şiddeti gördükten sonraki zavallılığı...

O kadınların yanındayız da, bu adamlara neden karşı değiliz?

Nerede o adamlar?

Ne yapıyorlar?

Bunun adı neden “Kadına şiddet?”

Neden erkeğin şiddeti değil?

Yazının devamı...

Güvenmesek ne olur?

Bir ilişkiyi ilk terk eden nedir?” diye sormuştum. Önce ne biterse gerisi çorap söküğü gibi gelir?

Ya da domino taşları gibi, biri yıkıldığında önüne hepsini katar...

Sonra da aklıma gelen taşları sıralamıştım;

Aşk, sevgi, saygı, seks, fedakarlık, sadakat, paylaşım, hoşgörü, sabır, empati...

Hangisi?

Erkeklere sorarsanız cevapları belli: “Önce seks gider, peşinden aşkı götürür. Diğerleri de onları takip eder.”

Yüzde 90’ı böyle düşünüyor.

Gerçi bu yüzden yani seks ve aşk bittiğinde onların gözünde ilişki bitiyor da, ilişkiyi bitirmiyorlar, o ayrı! Kadınların tarafında ise farklı bir kıstas var:

Onlar için ilişkinin tek taşı, güven... Biri, “İlişkiden güven duygusunu alın, geriye paranoyak kişiler ve güvensizliğin getirdiği zincirleme reaksiyonla ilişkinin bitişi kalıyor” diye tarif etmiş.

Ama... Ve ne yazık ki... Bir kadının, erkeğe güveni kalmadığında evet ilişki bitiyor ama ilişkiyi bitirmiyor!

O halde...

Acaba gerçek neden bunlar değil mi? İster istemez aklıma takılıyor:

İlişkinin tek taşı erkekler için seks ve aşk, kadınlar için de güven olsaydı, diğer taşları da beraberinde yıkar mıydı?

Yıkmıyor!

Yıkamıyor.

Yıkacak kadar ağırlığı yok.

Sallıyor, sallıyor ama yıkmıyor.

Şimdi ben bir mantık zincirine kapıldım gidiyorum, bakalım nereye kadar gideceğim??

Diyorum ki: Madem öyle; seks, aşk ve güven bir ilişkiyi yıkamıyor, o gücü yok ama ıstırabı var, öyleyse bunları aradan çıkarsak!

Çıkarsak derken? Yani bunlar mesele olmaktan çıksa... Sonuçta o da bir tabu değil mi?

Kendi yarattığımız ve içinde cebelleştiğimiz bir tabu!

Mesela:

Hiç güvenmesek...

Ya da tartışmasız güvensek!

Çünkü arada kaldığında bu, ıstıraptan başka bir şey vermiyorsa, şüphemizden bile emin olamıyorsak...

Çıkaralım bunu aradan...

Ama bu, “Gitsin ne halt yerse yesin” anlamında değil, “ne halt yediğinin peşine düşmemek” manasında...

Tabii bunu sindirerek ve inanarak yapmak şartıyla... Aklen! Basit ve pratik bir-iki örnek vereyim mi?

Mesela adam telefonlarını açmadı, eve de geç geldi. Ve dedi ki, “Ya telefonumun şarjı bitti sonra da lastik patladı”

Mesela adam tuhaf telefon görüşmeleri yapıyor, kıllanıyorsun, “Amaan, yine bankalardan arıyorlar” diyor.

Hadi bakalım... Güvenme ya da güvenmeme zamanı... Güvensen bir türlü, güvenmesen başka türlü...

İşte ben de diyorum ki, bu durumu güven meselesi olmaktan çıkar! Kapsama alanını daralt!

O anlık, o konuluk mesele olarak gör.

Onu çöz! Ha, aleni bir şeyler yapıyorsa zaten o güven meselesi değildir artık!

Denemeye değer... Mi?

Yazının devamı...

İlk giden nedir?

İlk gidenin kim olduğu önemli değil. En azından bugün... Zaten gitmiş, olan olmuş yani...

Aslında gidenin kalandan farkı, daha cesur olması değil mi?

Yoksa bir ilişki, bir taraf için bitmiş öteki açısından gayet güzel gidiyor olamaz. Belli ki, bir şeyler bitmiş! İşte şimdi biz tam oradayız...

Ne bitmiş?

Daha doğru soru:

“Bir ilişkiyi ilk terk eden nedir?” Hani gerisi çorap söküğü gibi gelir denir ya, neyin gerisi...

Ya da domino taşları gibi, biri yıkıldığında önüne hepsini katar ya...

İlişkilerin o tek taşı nedir?

Önce bütün taşları gelişigüzel dizelim...

Aşk...

Sevgi...

Saygı...

Seks...

Fedakârlık...

Sadakat...

Paylaşım...

Hoşgörü...

Sabır...

Empati...

Başka var mı? Vardır da, aklıma ilk gelenleri sıraladım. Şimdiii...

Bunlardan hangisi önce biterse, diğerlerini de önüne katar?

Bazılarının ağırlığı, ilişkinin diğer öğelerini yıkacak kadar güçlü olmayabilir... Şöyle bir sallar... Sallar sallar ama yıkmaz. Ama bazıları var ki, hatta tek biri bile olabilir, o düşünce hepsi düşer!

İşte o hangisi ya da hangileridir?

Big Bang teorisi

Ama dikkatinizi çekerim, bir evliliğin bitmesinden bahsetmiyoruz. Zira o yukarıda sıraladıklarımın hiçbiri olmadan evliliklerin sürdüğünü görüyoruz.

Evlilik sürer ama ilişki biter ya, bahsettiğimiz o. Sadece evlilik için de değil, özellikle uzun süreli ilişkiler için de geçerli. Hatta yeni başlayan ama tutmayan ilişkiler için de...

Hangisi önce gider?

Ve diğerlerini de peşinden sürükler... Belki tek başına bir ilişki kurmaya gücü yetmez... Ama yıkmaya yetebilir...

Bu ne be?

Sanki Big Bang teorisi...

Biz de evrenin sırrını çözüyoruz! Gerçi evrenin varoluşundan beri hiç kimsenin çözemediği bir konunun peşindeyiz ama!!!

Ali diyor ki:

n “Bir ilişkide ilk önce seks biter, sonra da aşk. Aşkı ilk terk eden sekstir.”

Benim tarifime uymuyor değil!

Hani “Tek başına bir ilişki kuramaz ama yıkabilir” tarifime...

O halde gelin bir sağlama yapalım: Bir ilişkiden sevgi, saygı, fedakârlık, sadakat, paylaşım, hoşgörü, sabır ve empatiyi çıkaralım.

Sadece aşk ve seks kalsın...

“For sentimental reasons” yani... Ama öyle tek gecelik ilişki değil bu.

Böyle bir ilişki olabilir mi?

Diğerleri olmadan değil, onlara gerek duymadan bir ilişki oluşturulabilir mi?

Hadi bakalım, düşünelim biraz...

Belki doğru yol buradan çıkar!

Belki...

Yazının devamı...

Türk usulü ‘friends with benefits’

Arkadaştan öte, sevgiliden az” diye tamınlamıştım ya... Arkadaşk da olabilirdi. Yeni ilişki biçimi olan “friends with benefits“ten bahsediyorum. Aslında düşündüm de, tam çevirisini yapsak, ortaya “avantajlı arkadaşlık” gibi bir şey çıkıyor.

Yani arkadaşın bir de avantadan getirileri var! Arkadaşlık falan artık kalmadığı için! Yok, pardon, sevgili kalmadığı için arkadaşlara dadanılmaya başlandı. Elde ne var ne yok, harcanıyor!!!

O hâle geldik!

Okumayanlar için özetleyeyim; birlikte yemeğe gidiliyor, sohbet dans, sinema falan... Gece birlikte olunuyor. O kadar. Sorumluluk, ertesi gün falan yok. Friends with benefits, yeni ilişki biçimi olarak geçiyor ama bizde ismi konmadan, çok da gerekirse “kırık” denerek zaten yaşanıyor demiştim.

Hemen geldi.

Hem de bir kadından...

- “Boşandıktan sonra bir yıl kadar bu tip ilişkileri çok yaşadım. Tabii ki bilinçli olarak:) Gayet memnun kaldım“ diye yazmış.

- “Tabii bizimkiler biraz ‘ortadirek’ işi oldu:). Yani yok restoranlarda yiyip içmeler, sonrasında dans etmeler falan filan olmadı. Kafede oturmak gibi faaliyetlerin üzerine gerçekleşiyordu en fazla:)”

İşte! dans olsaydı... Her şey farklı olurdu!!

- “Hiçbiri de çok uzun sürmedi; zaten kapıyı öncelikle ben kapıyordum. Bir tanesine kapılanmak manasız oluyordu:) Erkek tarafının bulması zor, çünkü hatunlarımızın çoğu hâlâ açık görüşlü değil. Ama benim gibi olanlar için cennet oluyordu:) Karşınızdakini ‘insan’ gibi görüp, hem sohbet muhabbet olarak iletişim kurup, hem de yatakta güzel uyumlu bir ilişki yaşıyorsanız hiç sorun değil. Sorun bizde. Her ilişkiye sonuna kadar bağlılık/aşk etiketi yapıştırmaya çalışmamızda. Özellikle kız çocuklarına dayatılıyor bu ve büyüyüp ‘kadın’ olunca doğru dürüst kadınlıklarını yaşayamıyorlar aşk aşk diye ümitsizce gezerken...”


‘Onlar da insan’

Vay be!

Aşk aşk diye gezerken ha!

- “Hem rahat olursanız, açık olursanız, bunu bilinçaltınıza kadar işlerseniz karşınızdaki bağlanabilir de... Gerçi bildiğiniz kafa, bildiğiniz mantalite hâkim erkeklerde ama onlar da insan ve böylesine rastlayınca bırakmak istemiyorlar:) Artık zaman o yöne doğru yavaş da olsa ilerliyor:)”

Evet, ilerliyor.

İlerliyor da, oraya mı?

Eksikleri ve fazlalıkları var.

Üstelik orası ne doğal ne de bizim amacımız bu.

Başka bir yol olmalı...

Yazının devamı...

Arkadaştan da öte...

Yeni bir ilişki türünden bahsediyordu, “Friends with benefits“ diye... Geçenlerde Radikal‘de Dr. Alper Hasanoğlu’nun köşesinde okumuştum. “Türkçede anlamının tam karşılığını bulmakta zorlanıyorum” diye yazmıştı.

Oysa aynı isimli Amerikan filmini, “Arkadaştan öte” diye çevirmişler...

Güzel olmuş!

“Arkadaştan öte” bir ilişki biçimi...

Tarifini de şöyle yapmış:

“Ne bir sadakat söz konusu ne de fuck body ilişkisinde olduğu gibi mutlak bir iletişimsizlik var. İnsanlar buluşuyorlar, yemeğe çıkıyorlar, içkilerini içiyorlar, gidip dans ediyor ya da bir film izleyip gülüp eğleniyor sonra da sevişiyorlar.”

Normal bir ilişki gibi duruyor değil mi?

Hayır.

Bu ilişki yatakta durduğu gibi durmuyor!

Bu ilişkide:

Birbirlerine karşı sorumluluk yok. Kapris yok. Küsmek, soru sormak yok. Hatta ikinci randevunun garantisi bile yok. Bir başka önemli özelliği de, her iki tarafın hemfikir olması...

Yani: Arkadaştan öte...

Sevgiliden az...

Arkadaşk olsun

Bu tür yeni olgulara, genelde iki kelimenin birleşiminden oluşan yeni bir isim koyarlardı. “Smoking ve flirting” birleşiminden çıkan smirting gibi. Bunu bulamamışlar...

Ben buldum: Arkadaşk...

Buldum ama sevinemiyorum çünkü bu ilişki türü yeni değil ki. Bizde epeydir yaşanıyor. İsmi de çoktaan kondu bile:

Kırık...

Yaşanıyor yaşanmasına da ufak bir farkla!

Bizde “kırık” olan kırıklığını bilmiyor! Fark ediyor da... Bilmiyor.

Bilmek istemiyor.

Yani karşılıklı bir anlaşma söz konusu değil. Yemeğe gidip sohbet edilip danslar falan, yatılıyor ya... Taraflardan biri bunu, 10 gün kadar falan, normal ilişki sanıyor! Doğal olarak...

Büyük inişler çıkışlar yaşadıktan sonra... Ya kabul ediyor ya da şaşkınlık içinde çekip gidiyor.

Hayır, işin tuhafı ikincide de şaşırıyor!!!

Ama anlaşmalı olarak yapılırsa...

Olabilir mi acaba?

Tabii daha önemli bir soru var burada:

Olsun mu?

Yüzyıllardır aradığımız ilişki biçimi bu mu?

Dr. Alper Hasanoğlu bunun cevabını vermiş: “Modern zamanlara fazlasıyla uyan bu ilişki türü aslında insanın doğasına uymuyor.” İnsanların, güzel şeyler yaşadıkları kişiyle bir süre sonra tüm zamanlarını da paylaşmak istediğini söylüyor. Yani, “bildik kısırdöngü bir kere daha başlıyor...”

Nasıl bir doğaymış kardeşim bu!!

Bizde de tuhaflık var ama. Bunca yüzyıl geçmiş, bi kendi doğamızı bulamadık!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.