Şampiy10
Magazin
Gündem

Hedef yanlış!

“Diğer yüzde 50 ne düşünüyor?” diye yazdığımda, itiraf edeyim, daha farklı tepkiler bekliyordum.

Ama iyi oldu!

Gelen cevaplara bakınca fotoğraf iyice netleşti.

Netleşince “o” ayrıntı iyice ortaya çıktı.

“Diğer” yüzde 50’den gelen cevapların hemen hepsinde “o” vardı.

Ve hemen hepsi şöyle başlıyordu:

“Madem sordun söyleyeyim.”

İçerik de hemen hemen aynıydı...

“Geçmişte zorla başörtüleri çıkarıldı, ikna odaları kuruldu kimse terör estirmedi, acaba memlekette demokrat mı yoktu o zamanlar?..”

“28 Şubat’ta, öncesinde ve sonrasında neredeydiniz? O zaman hümanist değil miydiniz?”

“Diğer” yüzde 50, farklı cümleler ve farklı üsluplarla bunları yazdılar.

Kimi çok kızgın ve kinli, kimi daha sakin; kimi uçarak, kimi örnekler vererek...

Kızgın olanlardan birine şu cevabı yazdım:

“Sizin bu kininiz kime?”

Hedef biz değiliz...

Meydanlardakilerin büyük çoğunluğu ‘bir zamanlar’ baş örtülerini zorla çıkaranlar değil ki! Bunu anlatmaya çalışıyorum.

İntikamınızın hedefi yanlış!

Hiçbir baş örtülü kadının da savunmasız hâlde öyle dururken suratına biber gazı sıkılmasına dayanamam. Ve bunu samimiyetle yazıyorum.

Keşke inansanız ve kininizi yenseniz...”

İşte fotoğraftaki ayrıntı da buydu:

Hedef...

Hedef ben değilim.

Meydanlardakilerin büyük çoğunluğu da değil!

Greve gidenler, hastaları iyileştirmeye çalışan doktorlar da değil!

Sanatçılar da...

Bir zamanlar birilerinin yaptığı ister hata deyin ister zulüm deyin, onları biz yapmadık ki!

Hatta şunu da rahatlıkla yazabilirim:

Biz Başbakan’ın gitmesini de istemedik. Attığı büyük adımları tartışarak, ama onayladık.

Tek söylemek istediğim, bizden intikam alınmamasıydı...

Çünkü:

Hedef biz değiliz!

Yüzde 70’e dayanırdınız

Gelen cevaplara hep bunu anlatmaya çalıştım.

Ama şunu da eklemem lazım; mail’lerin hemen hepsi şu hesapla bitiyordu:

“İki tane % 50 yok. BİR TANE % 50 var. Bir de % 26, % 13 ve % 6 var.”

Ben hiçbir hesapla bu yazıyı yazmadım. Ama...

Ama ille de bir hesap yapacaksak...

Benim hayali hesabım şöyledi:

AKP’nin taban oylarına, yetmez ama evetçiler eklenmişti (Sanırım şimdi onlar çıktı.) Ve yüzde 50’ye böyle dayanmıştınız.

Şimdi...

Bu fırsatı değerlendirseydiniz... (Ki hâlâ vakit geçmiş değil.)

Yüzde 70’e dayanırdınız..

Fena mı olurdu?

Ve hep beraber güle oynaya bu memleketi kimsenin hayal bile edemeyeceği bir seviyeye getirirdik!

Yazının devamı...

Aslında tam zamanı...

Ben bazen hayal kurarım..

Aslında bazen değil, çok hayal kurarım...

Gerçekleşmesi olanaksız, olabilir ya da olmuş şeylerin hayalini...

Gece başımı yastığa koyduğumda bir hayal konusu seçip başlarım kurmaya...

Tabii çoğunun sonu gelmez, uyuyakalırım.

Ama konu sıkıysa, ertesi gün bıraktığım yerden devam ederim.

Bugünlerde de yeni bir partinin hayalini kuruyorum...

Tam zamanı gibime geliyor.

Adını bile düşünüyorum;

Tabii ilk akla gelen, “Gezi Partisi“... Amblemi de ağaç!

Ama bu isim çok da içime sinmiyor; eksik gibi...

Neyse iş ona kalsın...

Dönemi de benzettiğimden herhâlde, Özal gibi biriyle, ANAP gibi bir parti ortaya çıksa...

RedHack+Çarşı+Gezi

Özal ve ANAP derken, 80 darbesinin ardından yapılan ilk seçimde, bir anlamda göstermelik bir parti olarak kurulmasına rağmen tek başına iktidar olarak çıkması bağlamından...

Hayal ya bu!

Hani RedHack‘in konuşmasından sonra herkes yazıyordu ya,

RedHack, Çarşı ve Gezi‘den oluşan bir parti kurulsa diye...

Onun gibi...

Ben de bunu biraz daha geliştirip, şekillendirdim. (Hayalimde...)

İçinde sağcı, solcu, muhafazakâr, ulusalcı, etnik vb. olmayan...

Ya da içinde hepsini birden ve eşit olarak barındıran bir parti.

Bize o tarafsızlık duygusunu verebilecek, herkese eşit mesafede yaklaşacak bir parti!

Yani bizi yansıtan...

Bizim gibi!

Şimdi diyeceksiniz ki, gerçek gezi eylemcilerinin partiyle, politikayla işleri-ilgileri yok!

E, bizim de yok!

Aslında bütün seçimlerde, “kararsız çoğunluk” denilen grup da, bu değil mi?

Hümanist olup, kimseyle özel bir meselesi olmayan, apolitik insanlar...

Her yaştan...

Herkesin hakkını verip kendi hakkını da savunanlar...

Yaşamak, var olmak ve haklarını alabilmek, hatta günlük angaryaları bile çözebilmek için hiçbir parti, grup, örgüt veya çeteye dâhil olmayanlar...

Bunu tercih etmeyenler...

Biz!

Güzel hayal, devam...

Buraya kadar çözdüm.

Şimdi biraz daha ileri gidip, hayali gerçekle karıştırmak lazım.

Mesela bu partinin Genel Başkanı kim olabilir?

Genç mi olsun, olgun biri mi? İş adamı mı olsun, akademisyen mi? Zengin mi olsun, fakir mi? Sakin mi olsun, aktif mi?

Benim aklımda birkaç isim var ama...

Mesela nasıl bir seçim propagandası yapılabilir?

Kim bilir ne sloganlar çıkar, onu tahmin bile edemiyorum...

Güzel hayal!

Devam...

Yazının devamı...

Yeni Türkiye’ye eski yöntem

Üfff... Dün sabah kalkıp Taksim’deki manzarayı görünce omuzlarım düştü:

“Üffff...” dedim, “Üf!”

Hâlâ mı?

Hâlâ mı aynı söylem, aynı yöntem?

Seyret seyret aynı film! Üstelik kötü bir prodüksiyon, demode bir senaryo...

Sanki bir 12 Eylül, 28 Şubat vb. belgeseli izliyorum... TRT’den!

Senaryo aynı ama oyuncular farklı!

Belgeselin ilk bölümü...

Zaten akşam Tunalı‘dan belki de Kızılay‘dan evin içine kadar gelen gaz bombası seslerini dinleyerek kahrolmuşum... Her patlama sesinde içim cız etmiş...

Ama hâlâ bir umudum var; Başbakan görüşmeyi kabul etmiş, şu iki günü atlatsak her şey, herkes durulacak diye düşünüyorum. “Bir yol bulmuştur” diyorum. O zaman biraz rahatlıyorum. Ama uyanır uyanmaz, Taksim’in gaz bulutları içindeki hâliyle karşılaşınca...

Üfff... Diyorum, Üf! Yine mi aynı

senaryo!

Senkron tutmuyor...

Sonra Başbakan’ın grup toplantısında yaptığı konuşmayı dikkatle dinliyorum.

Başbakan iktidara geldiklerinden beri yaptıklarını anlatıyor. Oysa hepsini biliyoruz. Hatta anlatmayı unuttuklarını da...

Kötü dönemler geçirdiklerini anlatıyor. Onları da biliyoruz. Baş ortülü kadınların çektiklerini...

Evet.

Sanatçı, medya, sivil toplum örgütlerinden her daim bu muameleyi gördüklerini... Ve hâlâ aynı baktıklarını...

“Bize anlayış göstermediler” diye haykırıyor.

Oldu-olmadıya girmeden, böyle hissediyorlarsa, sadece böyle hissettikleri için bile haklıdırlar diyorum.

Ekonomimiz iyi diyor...

Evet, iyi.

Terörü bitirme sürecinde kararlılıkla ilerlediklerinden bahsediyor.

Doğru.

Evet, diyorum. Da, ötesini anlayamıyorum....

Bizden önceki veya bizim dışımızdaki ve gençlerin hiç alakası olmayan bir dönemin cezasını şimdi “Yeni Türkiye” neden ödesin ki?

Hiçbir siyasi gruba dâhil olmayan, marjinal gruplarla hiç ilgisi olmayan Yeni Türkiye’nin...

Bir kısmımıza bunları siz öğrettiniz, bir kısmı bunları sizde gördü, bir kısmının da zaten eskilerden haberi bile yoktu.

Nasıl olduysa oldu ve biz değiştik.

Biz yeni Türkiyeyiz...

Yeni Türkiye’ye uyum sağlayanlarız.

Tunalı’da ve Taksim’de biz de varız.

Ama...

Bu yeni Türkiye’ye eski yöntem ve söylemler hiç yakışmıyor.

Uymuyor! Senkron tutmuyor bir kere!

Böl - yönet taktikleri, düşmanlar icat etmeler, marjinallerin oyununa gelmeler falan... Tam herkes birleşmişken hem de!

Yeni bir yöntem ve söylem bulunamaz mıydı?

Üff... Üf!

Yine mi başa döndük?!!

Yazının devamı...

Beklerken...

Bekliyoruz...

Beklemedeyiz...

Ben de oyalanmak için hafif ve neşeli bir şeyler yazayım dedim; oyalanırız...

Mesela Balık burcu erkeklerine bakalım biraz...

Belki etrafınızda bir balık vardır...

(Bir siteden aynen ama mecburen biraz kısaltarak:)

* “Zodyak’ın en anlaşılmaz erkeklerinin Balıklardan çıktığını söyleyebilirim. Onlara baktığınız zaman ilk aklınızdan geçenleri hafızanıza iyi kaydedin. Ve sonraki günler, duygularınızı altüst edecek davranışlarıyla karşılaştığınız zaman sakın şaşırmayın.

Fakat, ne söylersem söyleyeyim, nasıl olsa Balık Erkeği, sizi şaşırtmayı başaracaktır. Üstelik bunları sizi şaşırtmak için de yapmayacaktır. İçinden öyle gelmiştir. Nedeni yoktur. Hesapçı, plancı, art niyetli değildir.

O sadece bilir. Kimi zaman nedensiz bilir. Nasıl bildiğini bilmeden bilir ve bu yüzden kendine değil, sezgilerine güvenir.

Kendine olan güveni, öngörüşleriyle karşılaştıkça yükselir. Yükselen bir Balık’la birlikte olmaktan daha müthiş başka bir şey olamaz. Çünkü, kendisiyle birlikte bulunan ne var ne yok her şeyi de beraberinde yükselir.

Tabii durum her zaman böyle değildir.

Yükselirken iyi de...

Bazı Balık Erkekleri gerçek sezgileriyle, gerçek olmayan hayalleri birbirine karıştırabilirler ve gerçek dışı pırıltıların peşine düşebilirler.

Şayet böyle bir tiple birlikteyseniz, vay hâlinize...

Çünkü, Balık tıpkı yükselirken olduğu gibi batarken de etrafındakileri kendiyle birlikte sürükler.

Üstelik öylesine romantiktir ve öylesine duygularınıza hitap eder ki, gemiyi terk edip gitmek aklınızın ucundan bile geçmez.

Balık Erkeği zekâ ve sezgilerini birleştirip kullanmaya başladığı andan itibaren yapamayacağı hiçbir şey yoktur.

Hele bir işe girişirse... Tuttuğu işi bırakmaz ve şan, şeref, zenginlik; aklınıza gelebilecek her şeyi kazanır.

Balıkların dinlenmeye ve sükûnete ihtiyacı vardır.

Aşırı duyarlı olduğu için çevresinde ne var ne yok her şeyi emer ve sonunda yorgun düşer.

Bu yüzden de yalnız kalmaya ihtiyaç duyar. Kendisiyle baş başa kalmak isteyen bir Balık Erkeğini mutlaka anlamalısınız.

Zaten anlamasanız bile yapabileceğiniz fazla bir şey yok. Çünkü o, yapması gereken ne varsa, kimseye sormadan yapacaktır.

Bir Balık’ı anlamak neredeyse imkânsızdır. Fakat o, etrafında bulunan her şeyi çok kolay anlar. Hem de tahminlerin ötesinde...”

Yani?

Yazının devamı...

“Hadi çocuklar ‘bi’ konuşalım” deseydi...

Ondan yeni bir “balkon konuşması” beklemiştik. Pek umudumuz olmamasına rağmen “belki” diye bekledik... İstedik...

Onun zekâsından, belagatinden bir şeyler umduk.

Geldiğinde ortalığı toparlayıp sakinleştireceğine dair, dile getirmesek de, ufak bir ihtimal dahi olsa da, içimizde bir umut, bir temenni vardı.

Ne bileyim, “Ne oluyor çocuklar? Hadi gelin ‘bi’ konuşalım, şurada şu saatte randevu veriyorum” deseydi...

Hem de aynen böyle, yazılı bir davet mektubunda da “bi” konuşalım.. deseydi...

Meydanlar onu alkışlamaz mıydı?

Onlarla birlikte Gezi’ye gitseydi...

Sonra da, bir ara çözüm

bulsaydı...

Onun zekâsına böylesi yakışırdı.

Bu kadar işi becermiş Başbakan’dan çok şey mi beklemişiz?

Hayır. Ama o öyle yapmadı.

Peki, meydanlardakilerin partici, terörist olup olmadıklarını bilmediğinden mi? Hayır. O kadar da değil!

Meydanlardakilerin kim olduğunu gayet iyi biliyordu...

Eldeki yüzde 50...

O hâlde neden?

“Neden böyle davranıyor?“ diye sordum. İşte o andan itibaren de empati yapmaya çalıştım.

Eh, artık az-çok tanıyoruz da onu...

O imişim gibi düşünmeye başladım.

Olayları politik bir arenaya çekmeye çalıştığına, meydandakileri “seçmen” olarak tarif etmeyi “bilerek” tercih ettiğine göre...

Şöyle düşünüyor olabilir:

“Bunlar zaten hayatta bana oy vermezler. Bu projeden vazgeçsem bile... Şimdi onlara ‘boyun eğersem’, hem yaranamam, üstelik bundan sonra her yapacağım işte ayağa kalkarlar; başa çıkamam, hem de kendi seçmenimden olurum.”

E, tabii önümüzde seçimler de var, mutlaka oy hesabı da yapıyordur.

“Elimdeki yüzde 50 bile bana yeter” diyordur.

Haklı da!

Yüzde 50 az mı?

Değil.

% 70 olmaz mıydı!

Ama elinde olmayan yüzde 50 de az değil, o ayrı konu...

Ayrı konu çünkü o, orada değil artık!

Evet, empati yapıyorum da, şurada takılıyorum:

Şimdi “Yüzde 50’yi aldık” diyorlar da...

Bu yüzde 50’nin içinde, tabanın haricinde ona güvenenler, istikrarı tercih edenler ve şimdi meydanlara çıkmış “Yetmez ama evet”çiler de var...

Artık onları çıkar...

Sadece tabana mı kalacaklar?

Taban zaten taban!

Yani şimdi, “Hadi ‘bi’ konuşalım” deseydi...

“Benim polisim”le beraber, “benim eylemcim” de deseydi...

Alacağı oy, yüzde 70 olmaz mıydı?

Ve bunu denemeye değmez miydi?

Yazının devamı...

Balkon konuşması...

Fazla mı ileri gitmiş olurum?

Yeni bir “meşhur” balkon konuşması hayal edersem çok mu hayalperest ya da çok mu saf olurum?

Parti binasının balkonuna çıksa, başka balkon da olur; hadi balkondan vazgeçtim, herhangi bir yerde... Ama içerik, o sonuncu balkon konuşması gibi olsa...

Gerçi gelen haberler hiç o yönde değil; Tunus’ta gelirayak yaptığı konuşma, anlayabildiğimiz kadarıyla, biraz biber gazı etkisi yaratsa da, hâlâ biraz hayal kurmanın zararı yok. En azından gelene kadar...

Hatırlıyorsunuz değil mi, o meşhur balkon konuşmasını yaptığında, “herkesin başbakanı” olacağını söylemişti.

Kimse “azınlık” değildi.

O kapı hâlâ aralık

O zaman, sözlerine kimimiz inanmış, kimimiz inanmamış, çoğunluk da hiç tahmin etmese de bir açık kapı bırakmıştı.

Bugün meydandakilerin büyük bir kısmı gençlerse diğer kısım da, işte o kapıyı açık bırakanlar...

Gerçi o kapı hâlâ aralık...

Yine umut etmeseler de bir balkon konuşması için kapıyı aralık tutuyorlar. O aralık kapılardan şimdi bu insanlar ve çocukları çıkıp Taksim’e, Kızılay’a ve diğer şehirlerin meydanlarına gidiyorlar.

Hiçbir partiyle bağlantısı olmayan, provokatörlere Hükümet’ten ve Emniyet’ten daha fazla tepki gösteren bu insanlar; bir zamanlar Başbakan’ı ve ailesini inciten veya muhafazakâr düşünceyi taraf olarak gören insanlar değil.

En azından artık değil! Üstelik onlar bir intikamın muhatabı bile değiller.

Çok mu safım?

Ben hâlâ ve inatla Başbakan’ın daha meşhur olacak bir balkon konuşmasını yapacağı bir Türkiye hayal ediyorum.

Birlikte, yan yana ilerleyeceğimiz bir Türkiye...

Biz ona yaklaştıkça, bizden uzaklaşan, bizi iten bir anlayışla değil, kendi kapısını da aralayan bir yönetimle... Çok mu safım?

Belki... Ama aslında bu aralar herkes saf değil mi? Sonra da ister istemez aklıma şu soru geliyor:

Herkesin başbakanı olmak bu kadar zor mu?

Hem de... Yüzde 50’nin değil de, yüzde 80’in, 90’ın başbakanı olabilmek bu kadar kolay görünürken...

Bu kadar yaklaşmışken...

Yazının devamı...

Gelince ne yapacak?

Bugün geliyor... Ve sanırım hiç kimse ama hiç kimse onun gelince ne yapacağını bilmiyor.

Nasıl bir tavır alacağını...

Kimse kestiremiyor...

Yokluğunda Türkiye’de olup bitenleri, ona kimin ve nasıl anlattığını da bilmiyoruz.

Yorumsuz ve gerçekten olduğu gibi mi anlatıyorlar acaba?

Yumuşaması gerektiğini, ‘geri adım’ atmasının onu ileriye götüreceğini hissettirerek mi?

Yani acaba ona, “Meydanlardaki bu insanlar, ‘yeni gençlik’ ve sade vatandaşlar. Üstelik kesinlikle partici değiller; galiba Türkiye değişti” diyebilen biri var mı?

Aslında övünmesi gereken bir gençlikle karşı karşıya değil, yan yana olması gerektiğini anlatan birileri...

Yeni Türkiye’ye, eskimiş söylemlerle ve yöntemlerle ulaşamazsınız diyebilen!!

“Sallandıracaksın ya da gözaltına alacaksın ki ibret olsun” gibi sindirme operasyonlarının demode olduğunu...

Bu yeni gençliğin “orada” olmadığını...

Hepimizin üzerindeki yanlış anlaşılma, taraf sanılma, ‘ideolojik’leştirilme, yalnız bırakılma pasını akıttıklarını...

Hiç kimsenin kimsenin adamı

olmadığını...

Ve bütün bunların aslında Türkiye’miz için fırsata dönüşebileceğini...

Aslında belki de, kendi yapmak istediğinin tam da ortasında olduğunu...

Yani bu meydanların şimdiye kadar bildiklerinden çok farklı meydanlar olduğunu anlatan biri, birileri var mı acaba?


O biliyor...

Bugün geliyor...

Ve sanırım hiç kimse ama hiç kimse onun gelince ne yapacağını bilmiyor.

Nasıl bir tavır alacağını...

Kimse kestiremiyor...

Onun gelişine dair bildiğimiz tek şey, AKP İstanbul İl Başkanlığı’nın ‘misilleme’ sayılabilecek bir karşılama törenini iptal ettiği. Ama “Hâkim olabilir miyiz bilmiyoruz”u ekleyerek...

Oysa kimse orada da değil!

Kimsenin derdi, fikri AKP’li olanlarla değil!

Tıpkı durup dururken gaz atan, su fışkırtan polislerle olmadığı gibi...

Keşke öyle bir mesaj gönderseydi ki, hep beraber karşılamaya gitseydik!

Bugün geliyor...

Ve hiç kimse ama hiç kimse onun gelince ne yapacağını bilmiyor.

Ama...

Birileri söylese de söylemese de:

O, meydandakilerin kim olduklarını ve ne düşündüklerini biliyor...

Yazının devamı...

Biz bu işten ne anladık?

Nasıl ki, “Gezi” eylemleri sadece 12 ağaç için değilse, bizim de bu eylem sayesinde anladıklarımız sadece doğayla ilgili değil...

Unuttuğumuz, bilmediğimiz, atladığımız birçok duygu, fikir ve tavırla da karşılaştık.

Hem şaşırdık hem sevindik...

Kendimizle, başkalarıyla ilgili neler neler öğrendik...

Kendimizle başkalarıyla ilgili neler neler öğrettik...

Yanımıza kalanlar

- Bu milletin, herkesin neredeyse emin olduğu gibi “koyun” olmadığını anladık.

- Meğer koyun görünümlü şahinmişiz!

- Düşünen ve duygulanan insanlar olduğumuzu hatırladık...

- Kendimizi en “yalnız” hissettiğimiz anda, hem de bir anda aslında ne kadar kalabalık olduğumuzu gördük...

- Tam da çaresiz olduğumuzu düşünürken meğer çare bizdeymiş, öğrendik...

- Korkak olmadığımızı öğrendik, öğrettik...

- Belki 10 yıldır karşılaşmadığımız komşumuzu gördük ve ona selam vermeyi öğrendik...

- Bana mı öyle geliyor, bilmiyorum ama sanki trafikte bile kibarlaşmaya başladık...

- Hırsla kornaya basmamaya, birbirimize küfretmemeye de...

- Yardımlaşmayı, birbirimizi kollamayı hatırladık...

- Düz yolda yürürken çarpıp geçenler, ‘gazdan kaçarken bile’ ayağına basınca dönüp pardon demeye başladı...

- Sanal âlemin insanları hiiç de asosyalleştirmediğini anladık...

- Gençlerin bütün gün ve gece internette sadece oyun oynamadıklarını da...

- Ağaçlara tırmanarak, sokaklarda oynayarak büyüyen gençlerden daha temiz ve bilinçli olduklarına şaşırdık...

- 17 yaşındaki liseli bir gencin, yüzlerce çapulcuyu idare etmesine, tahriklere karşı uyarmasına hayran kaldık...

- Kendimizi çocuğumuz yaşındaki o çocuklara bırakmanın, onun dediklerini yapmanın tuhaf sevincini yaşadık...

- Onlara bu cesareti ve temizliği kazandırmış anne-babalarla gurur duyduk...

- İntikamı unuttuğumuzu anladık...

- İntikamcıları dışladığımıza sevindik...

- Tek başına sokağa çıkıp bomboş bir caddenin ortasında tek başına tencere çalarak cesaretimizi sınadık...

- Polisle karşı karşıya kalsak da, aslında aynı tarafta olduğumuzu bildik.

- Birbirimizin zekâsına hayran kaldık, hep birlikte gülmeyi hatırladık...

- Birlikte olmayı özlediğimizi anladık...

- Değiştiğimiz gördük...

- Bizi değiştirenleri de değiştirebileceğimizi...



Hiçbir şey olmasa, değişmese de...

Bunlar da bizim yanımıza kalanlar.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.