Şampiy10
Magazin
Gündem

Saygı ve ceza...

Her zaman uzaktan gazel okumak kolaydır...

Senin başına gelmemiş ya, hiçbir sorumluluğun da yok, ohh...

At atabildiğin kadar!

“Hayır, asla olmaz” de, “Evet olur” de...

“Asla yapmam” de, “Ben yaparım” de...

Nasıl olsa sağlaması yok!

Ancak birkaç kere tükürdüğünü yaladıysan, “Büyük konuşmamak lazım!” dersin, yoksa...

Yoksa atış serbest...

Eee?

Şimdi biraz uzaktan gazel okuyacağım da!

Ama dersini almışlardanım, bu yüzden çok uçmayacağım!

Dün gazetelerde okumuşsunuzdur, Hülya Avşar’ın kızı Zehra da Gezi eylemine katılmış ya...

Annesi, “Gitmek istedi, saygı duydum” demiş.

Babası ise, “Çok kızdım ve gereken cezayı verdim“ demiş...

Sen olsan?

Bunları demişler ya da dememişler, bizim için önemli değil. Zira biz genel bir duruma bakacağız şimdi!

Yani “Sen olsan...”

“Sen olsan ne yapardın?”

Ya da:

“Ne yapmak lazım?”

Çocuğun, kız ya da erkek fark etmez, daha

15-16 veya 17 yaşında...

Bir bakıyorsun, evde hazırlık yapıyor!

“Hayrola nereye?” diye soruyorsun...

Nereye gitmeye kalktığını biliyorsun da, zaman kazanmak için

soruyorsun...

Hadi bakalım...

Ne yapacaksın?

Bir tarafta, hakkını aramak istemesinden hoşlanıyorsun. Hatta biliyorsun ki, ön saflarda ve marjinallerin arasında da değil.

Çocuğunun, herkesin övünçle bahsettiği “yeni gençlik” içinde yer aldığını da görmek istiyorsun belki...

Ama diğer taraftan...

Bir kör kurşunun hedefi olması an meselesi...

Ve yine biliyorsun ki, çocuğunun gözü gittiği zaman ya da başına kötü şeyler geldiği zaman tek başınasınız...

Çocuğun ve sen...

Evinde oturup balkondan yarım saat tencere tava çalanlar senin için de yarım saat üzülecekler, o kadar!

Sorumluluk olmasa...

Çocuklarına söz geçiremeyen karı-koca arkadaşlarımdan biri, oğullarıyla aynı meydana gitmişlerdi. Ondan görüş mesafesi uzaklığında durarak...

Zor!

Gerçekten zor...

Öyle, “Ben olsam gönderirim”, “Hayatta göndermem” diye uzaktan gazel okumamak lazım.

Ayrıca evde oturup, balkondan, ekrandan bütün yükü gençlerin üzerine de atmamak lazım!

Şu sorumluluk da olmasa, anne-babalık çok güzel bir şey ama!!!

Hani bu durumlarla karşı karşıya kalınmasa...

İzin vermek mi zor, vermemek mi?

Saygı mı göstermek lazım, ceza mı vermek?

Yazının devamı...

Ah benim yalnızlıklarım...

Ne güzel şarkıdır o...

Sevdalı Başım...

Ne zaman dinlersen dinle!

İster âşık olduğunda...

İster ayrıldığında...

İster kendine acıdığın

zamanlarda...

İster kendini çok kuvvetli

zannettiğinde...

Biri geldiğinde, öteki gittiğinde...

Ama en çok da kendini yalnız hissettiğinde...

Mutlaka yakalar seni. Yakalar ve bırakmaz.

Artık sen mi onu içine alırsın o mu seni içine alır, orası karışık!

Her seferinde başka bir dizesi yakalar seni...

Kopamazsın...

Müziği dünyadan bir süreliğine ayrılır, meydanı sözlere bırakır...

Artık ağlar mısın, güler misin; kendini iyice bırakır yoksa toparlar mısın?

Ruh hâline, nereye takıldığına

bakar.

Âşıksan, buraya takılırsın mesela:

‘Ah benim sevdalı başım

Ah benim dünya telaşım

Ah benim sarhoşluğum

Ah çılgın yüreğim

Sus artık uslandır beni...’

Ayrıldıysan

Biraz şımarık ama sevinçli de...

Yok eğer ayrıldıysan:

‘Kaç okyanus geçtim böyle

Kaç denizde yitip gittim

Kırılmış direkler yırtık yelkenlerle

Kaç seferden yorgun döndüm...’

Buraya takılırsın. Belki ağlayarak ama biraz da mağrur... Bütün acıların, “Kırılmış direkler yırtık yelkenler“in arasında kaybolmaya başlar. Tamir olursun...

Bir hata mı yaptın yoksa karşılığını mı bulamadın? Yanıldın mı?

Al!..

‘Ah benim yaralı ruhum

Ah benim insan kusurum

Ah benim isyanlarım

Ah yalnızlıklarım

Gel artık uslandır beni’

Sap gibi ortadayken

Bazen de...

Bir kavganın, bir iddianın ortasında, doğru bildiğin yolda ilerlerken... Başkaldırırken veya sana başkaldırırlarken... Sap gibi ortada kalmışsındır.

Koskoca dünyada, ülkende hatta bazen evinde bile kendini yapayalnız hissedersin. Arkanda, önünde, yanında kimse kalmayıvermiştir.

Dedim ya, en çok da kendini yalnız hissettiğinde diye..

O zaman şarkının sonunu beklersin:

‘Ah benim iyimser yanım

Ah benim aldanışlarım

Ah benim kavgalarım

Ah pişmanlıklarım

Sus artık uslandır beni...’

Sen de uslanmayı beklersin...

Yazının devamı...

Uzuvlar yer değiştirince...

Ayaklar, baş...

Başlar ayak olunca... Bilim-kurgu filmlerindeki, kitaplardaki gibi...

Öyle olsaydı...

Olabilseydi...

İstediğimiz zaman, istediğimiz uzuvlarımızın yerini değiştirebilseydik...

Gerçekten ayaklar başta, başımız ayaklarda olabilseydi...

Bir işe yarar mıydı bilmiyorum ama...

Başımız bir çaresini bulurdu herhâlde! Ne bileyim, amuda kalkıp yürümeye çalışırdı falan...

Ya da hayatını ona göre düzenlerdi...

Önemli olan kafanın çalışıyor olması!

İster yerde, ister yukarıda, ne fark eder!

Ama düşündüm de, arada bir yer değiştirmesinde fayda var.

Ağzımızla burnumuz...

İşte onu diyorum, keşke istediğimiz zaman değiştirebilseydik...

Ya da gerektiği zaman kendi kendine değişebilen bir yapımız

olsaydı...

Bir süre için en azından...

Kendine gelince, dengelenince bütün uzuvlar, organlar

yerine yerleşiverseydi...

Mesela duyduklarını anlamıyor musun? Ya da iyi göremiyor musun?

Hoop! Gözlerle kulaklar yer değiştirecek!

Düşünsenize, o zaman gözlerimiz, etrafımızda olan bitenleri daha iyi görebilir, kulaklarımızla yüzümüze karşı söylenenleri daha iyi anlayabilirdik...

Mesela ağzımızla burnumuzun yerini değiştirsek, biraz konuşamaz, belki daha iyi koku alabilirdik...

Çok mu yiyorsun, midenle başının yerini değişecek...

Akciğerinle, karaciğerinle...

Neren zayıfsa oraya

Dedim ya, başının nerede olduğu değil, sana ne dediği

önemli!

Bazen kafanı yerinden çıkarıp ellerinin arasına alacak, bakacaksın mesela...

Ne hâldesin göreceksin.

Gülümsüyor musun? Çirkinleşmiş misin? Hırs mı basmış? Huzurlu musun?

Yüzün sana nasıl bakıyor?

Neren zayıfsa aklını oraya koyabileceksin mesela...

Evet bazen ayaklarına, bazen ellerine, bazen diline...

O zaman daha çok yürüyüp, daha çok yazabileceksin ve daha çok konuşabileceksin...

Değiştirebilseydik...

Böyle bir yeteneğimiz

olsaydı...

O zaman belki;

Aklımızla kalbimizin, hırslarımızın yerini değiştirmeyi de öğrenebilirdik...

En azından bir süreliğine...

Yazının devamı...

Neden?

Günlerdir aynı şeyi düşünüyorum...

Kendi kendime, “Neden?“ diye soruyorum ve cevabını bulamıyorum. Dinliyorum, okuyorum, (tıh...) yok!

Başa çıkamıyorum...

Başa çıkabilen olursa, beni ve benim gibi düşünenleri bi aydınlatsın...

Biliyorsunuz “Gezi“ olayları başladığında Başbakan Kuzey Afrika’daydı. İtiraf edeyim, birçok kişi gibi ben de dönüşünde olayı akıllı bir balkon konuşmasıyla çözeceğini ummuştum.

Bunu çok istemiştim.

Çünkü birçok kişi gibi, bu krizin hepimiz için büyük bir fırsata dönüşebileceğini görmüştüm.

Ama olmadı.

Hatta tam tersi oldu!

Ve o günden beri yani yaklaşık 15 gündür ve her gün, hatta dozunu artırarak yaptığı konuşmalarda uzlaşmayı, anlaşmayı seçmedi. Bunu istemedi.

Neden?

Aslını bile bile...

İşte bir bunun cevabını bulamıyorum, bir de...

15 gündür bütün konuşmalarında üzerinde özellikle durduğu konular:

Mesela camide içki meselesi... Mesela 100 erkeğin saldırısına uğrayan baş örtülü kadın meselesi...

Mesela marjinal gruplar

meselesi...

Mesela meydandakilerin terörist olmaları meselesi...

Mesela gençlerin

illegal örgütlere kanmaları meselesi...

Mesela faiz lobisi

meselesi...

Mesela dış mihraklar meselesi...

Ben bütün bu meselelerin ‘aslını’ bildiğine inanıyorum.

Buna herkesin inandığını da biliyorum.

İşte o zaman yine soruyorum; bile bile...

Neden?

Tali olasılıklar mı?

Hep birlikte olmak, daha ileriye gitmek ve üstelik tabanının üzerine misliyle çıkabilmek için iyi bir fırsat çıkmışken...

Neden?

Dinliyorum, okuyorum, olmuyor.

Bulamıyorum...

O zaman da başka olasılıklar aklıma geliyor...

Tali olasılıklar...

Büyük ve daha güçlü bir Türkiye rüyasının yanında çok küçük kalan olasılıklar...

Bulduklarıma da, itiraf edeyim, inanmak dahi istemiyorum.

Ama aklıma başka bir fikir de gelmiyor!

Diyorum ki;

Ya kendi tabanından olmayan kimseyi gerçekten sevmiyor, güvenmiyor ve istemiyor...

Ya oyların çok düştüğünü fark etti ve kendi tabanını kuvvetlendirmeye çalışıyor. Yani seçime endekslendi...

Ya ekonomi kötüye gidiyor ve bunun faturasını üzerinden atmak istiyor...

Ya bizim bilmediğimiz derin uluslararası

komplolar var...

Ya da...

Ne?

Neden?

Yazının devamı...

"Diğer" yüzde 50 ne düşünüyor?

“Diğer” diye yazıyorum, öyle tarif ettiklerinden... Ben “diğer” olarak görüp değerlendirdiğimden veya öyle hissettiğimden değil.

En azından, AKP’ye oy verenlerin hepsini aynı kefeye koymadığımdan...

Tıpkı diğer partilere oy verenleri tek tip düşünmediğim gibi!

Partisiz bir kişi olarak merak ediyorum...

Diğer yüzde 50’yi’yi zor tutuyorlar ya...

Diğer yüzde 50 parti mitinglerinde ya...

Diğer yüzde 50 tweet atıyor ya...

Ben de şimdi ciddi ciddi, “O yüzde 50 ne düşünüyor?“ diye merak ediyorum.

Mesela, gerçekten Taksim ve Gezi Parkı’nın Başbakan’ın planındaki gibi olmasını mı istiyorlar?

Mesela polisin bu kadar acımasız olmasını...

Mesela, çoluk-çocuk, genç-yaşlının hiç beklemedikleri anda üzerlerine ilaçlı su sıkılıp gaz bombası atılmasını?

Onaylıyorlar mı?..

Mesela Gezi Parkı dağıtılırken içinde hastalar olan revire gaz bombası atılmasını...

Mesela kapalı yerlere sığınmış içlerinde annelerini kaybeden çocukların da bulunduğu mekânların içine gaz bombaları atılmasını...

Mesela, insanların gözüne, kafasına nişan almaları...

Ve bu yüzden gencecik insanların ölmesini...

Yaralılara tedavi etmeye çalışan doktorlara müdahaleyi...

Mesela, polisle halkı karşı karşıya getirmeleri...

Hepsi haksız dahi olsalar, bu şiddeti...

Mesela, bu meselenin barışçıl bir biçimde çözülemeyeceğini...

Onaylıyorlar mı?

Bu konularda kişisel fikirleri ne?

Var mı?

Yoksa olaylara sadece bir partizan gözüyle mi bakıyorlar? Kendilerini Başbakan’ı desteklemek zorunda kalmış mı hissediyorlar?

Olayın artık bir demokrasi değil, “diğer” yüzde 50 meselesi olduğuna mı inanıyorlar?

Bu “diğer” yüzde 50’nin hepsi aynı mı düşünüyor?

Bıraksalar meydanlardakilere sopalarla saldırmak mı isterler?

Sanmıyorum...

Hiç sanmıyorum...

Hangi hükümet olsa...

Ne bileyim, belki de sanmak istemiyorum...

Çünkü:

Ben, herhangi başka bir partinin hükümeti, aynı saldırıyı, aynı biçimde “diğer” yüzde 50’ye yapsa aynı tepkiyi gösterirdim.

Kırmızı başörtülü bir genç kadına o şekilde gaz sıkılırsa isyan ederdim.

Onun için meydanlara çıkardım.

Onun için yazardım.

Gezi parkında, Taksim’de; Ankara, İzmir’de ve diğer şehirlerdeki meydanlarında bulunanların da aynı düşüncede olduklarından eminim.

Çünkü biz, olayların başından beri anlatmaya çalıştığımız gibi, hiçbir partinin, hiçbir ideolojinin, hiçbir gücün vesayeti altında değiliz.

Ne bir zamanlar kimseye eziyet

edenlerden...

Ne saygısızlık edenlerdeniz...

Ne 12 Eylülcü, ne 28 Şubatçıyız...

Sadece hümanistiz.

Onun için merak ediyorum;

“Diğer” yüzde 50 acaba ne

düşünüyor?

Onların arasında da hümanist olanlar var mı?

Yazının devamı...

Yeni eylemci portresi...

Şortlu kızlar...

Elbiseli genç kadınlar...

Yırtmaçlı elbiseler...

Kolsuz tişörtlü, jean pantolonlu delikanlılar...

Dövmeler, makyajlar...

Şapkalar, bandanalar...

Eyleme bak!

Daha doğrusu,

Eylemciye bak!

Bizim bildiğimiz eylemci, parkalı, birbirine benzeyen benzemeye çalışan erkekler ve uzun etekli uzun saçlı, makyajsız ve bakımsız kızlardan oluşurdu.

Değil mi?

Belki onlar, bir ideolojinin parçası olduklarından böyleydiler...

Hatırlasanıza, bakınca saçından, bıyığından, paltosundan kim olduğunu anlardınız!

Ne tuhaf(!)mış!

Nasılsa, öyle...

Bir de şimdikilere bak...

Hepsi pırıl pırıl...

Hepsi farklı!

Eyleme gidiyorum;

Belki düşerim diye şortunu çıkarmıyor, koşarken açılır diye yırtmacından vazgeçmiyor.

Neyse, meydanda da o!

Kılık değiştirmiyorlar.

Ne “Yanlış anlaşılırım” diye ne de “Uygun olmaz” gibi yapmacık ve ahlakçı bir tavırları var!

Muhtemelen kılık değiştirmeyi ahlaksızca buluyorlar...

Hatta bence bunun üzerinde düşünmemişlerdir bile...

O kadar doğallar.

Öyle ki, kendini “Eyleme giderken etek mi giyilir?” diye düşünürken yakaladığında sen utanıyorsun!

Ya delikanlılar...

O eski sağcı-solculardaki maço tavrın esamesi yok!

“Kadınım” sendromunu falan... Belki de bunu zaten hiç bilmiyorlar...

Yırtmaçlı sevgilisiyle meydana gelmiş, basınçlı suyu yerken ona sarılıyor!

Fotoğraf bu!

İşte o fotoğrafta ne bir ideoloji, ne dış mihrak ne de bir parti var!

Sadece ve oldukları gibi kendileri var!

Bu gençlere bakınca

Kendi olmayanlar zaten o kadar açık seçik ortada ki!

Duran adamların karşısına geçmişler:

Onlar da genç.

Üstlerinde bir örnek, üzerinde “Duran adama karşı duran adam” yazan beyaz tişörtler giymişler.

Bir nevi üniforma...

Eskimiş bu tavrı görünce

üzüldüm. Keşke daha yaratıcı olabilselerdi...

Bunu dalga geçmek için

yazmıyorum, gerçekten böyle düşünüyorum.

Duranların karşısına durarak ve üniformalı değil de, daha üst bir tavırla çıksalardı...

Neyse...

Kızlar fıstık gibi, kadınlar kadın gibi!

Erkekler, erkek gibi değil, “insan” gibi...

Yeni eylemcilerimizi seviyorum.

Kimsenin yadırgamadığı gençleri, 68 kuşağı televizyondan izliyor,

X jenerasyonunun yarısı meydanda, yarısı pencerede tencere tava

çalıyor...

Bu gençlere bakınca...

Her şey bir tarafa, insanın içinden; “Şimdi eylemci olmak vardı anasını satayım...” diye şarkı söylemek gelmiyor mu?

Geliyor!!!

Yazının devamı...

Bu çocukların anne-babaları yok mu?

Olayın ilk gününden beri “yeni gençler” tartışılıyor. Daha doğrusu, anlaşılmaya çalışılıyor...Sanki uzaydan geldiler!

Baktılar ki, Gezi Parkı’ndaki ağaçlar gidiyor, bir günde uzaydan Dünya’ya iniverdiler!

Ağaç takıntıları varmış meğer!

Masum gençler...

Anarşik(!) gençler...

Zeki gençler...

Kandırılan gençler...

Esprili gençler...

Zeki gençler...

Türkiye’de 30+ herkes kendini yaşlı görmeye başladı!

Hatta yaşlı da değil, “eskimiş!..” Daha da kötü yani...

Sonra da başladılar onları incelemeye...

Onları kim yetiştirdi?

Hani uzaylıya(!) taş atan biri vardı ya, bazıları da bu bilinmeyene taş, gaz, su atmaya başladı.

N’oluyoruz yahu?

Gençler en küçüğü 15 yıldır bu dünyada, bu ülkede yaşıyor!

Hem, bu çocukların anne-babaları yok mu?

Onları yetiştirenler...

Yani şimdi 45-50, 55 yaş aralığında olanlar...

Bir zamanların “kayıp kuşak” diye adlandırdığı, 80 öncesi ve sonrasında, siyasi çalkantılar, ekonomik krizler, yokluklar ve çatışmalarla büyümüş ama şimdi Twitter kullanan anne-babalar...

Ergenlikleri 80 darbesine denk geldiği için apolitik olmakla damgalanan kuşak!

Erbakan-Demirel, Ecevit, Evren ve Özal döneminde yetişenler...

Çocuklarıyla hiç mi ilgilenmediler? Ne yaptıklarını, huylarını hiç mi bilmiyorlardı?

Asıl önemlisi onları nasıl yetiştirdiklerinden haberleri mi

yoktu?

Hayır.

Bu çocuklara haklarını almayı, cesur ve hümanist olmayı onlar öğrettiler. Çünkü o anne babalar da böyleydi ya da böyle olmak istiyorlardı.

İspatı ortada!

Meydanların ortasında!

O meydanlarda sadece gençler mi var?

Sadece gençler mi tencere-tava çalıyor?

Sadece onlar mı tweet atıyor?

Anne-babaları o sırada dizi mi seyrediyor?

Yanlarında olalım

Hayır.

Onlar da sokakta...

Pencerede, Twitter’da...

Üstelik çocuklarına hiç şaşırmadıkları gibi, “dur” da demiyorlar.

Yeni Türkiye’ye şaşıranlar anne-babalar veya o yaştakiler değil!

Dedeleri, nineleri şaşırıyor!

Yani 68 kuşağı...

68 kuşağının, hâlâ orada kalan, kalmayı tercih eden kısmı...

Bir de işine gelmediği için “eskimiş“ kalanlar...

Yani...

“Gençler yapıyor”, “gençler şöyle diyor?”, “gençler böyle düşünüyor”‘lara takılmamak lazım.

Onların arkasına sığınmaya ne gerek var! Yanlarında olalım...

“Gezi” meselesi ne sadece ağaç ne de sadece gençlerin meselesi...

Bunu bilelim ve kabul edelim de...

Sonra tartışmaya devam edelim...

Diyorum!

Yazının devamı...

Kapılar kapanmadan...

Bir film vardı, “Sliding Doors” diye, hatırlar mısınız? Türkçeye, filmin ruhunu hiç de ifade etmeyen bir isimle, “Rastlantının Böylesi” diye çevrilmişti.

Hani, kadın işten atıldığını öğrenince evine dönmek için hareket etmek üzere olan metroya doğru koşuyor ama yetişemiyordu. Metronun kapısı yüzüne kapanıyordu...

Ve hayatı kapının yüzüne kapanmasının sonrasıyla devam ediyordu...

Ya o kapı kapanmasaydı?

Kadın o metroya binip evine gitseydi...

Seçeneklerden biri

Filmde eş zamanlı olarak o ihtimali de seyretmiştik.

İki hayat da akıp gidiyor...

Sonuçta ikisini de yaşıyorsun. Sonuçta belki kadere engel olamıyorsun ama...

Bu bir tesadüf değil, seçenek olsaydı...

İşte ben de günlerdir hep o seçeneği düşünüp duruyorum. Onu anlatmaya çalışıyorum...

Ve üzülüyorum...

Gerçekten üzülüyorum.

Bir senaryo yazmaya kalksan, senaryoyu da geç, elinde böyle bir malzeme varsa...

Zeki, belagati yüksek, birtakım vesayetlere kafa tutan, isterse herkese birlikte yaşamayı öğretecek cesur bir başbakan...

Ekonomisi iyi, sağlam adımlar atan, yükselen bir ülke...

Bir tarafta muhafazakâr, dini değerleri yüksek insanlar...

Bir tarafta muhafazakâr modernler...

Bir tarafta hümanistler...

Bir tarafta partizanlar...

Bir tarafta marjinaller...

Süper gençler...

Ve kim oldukları bilinen, sayıları yüzdeye bile girmeyen ve yukarıdaki herkesin dışladığı teröristler...

Ufak bir ayarla, teröristleri dışlayıp birbirini kabul edecek bir halk...

Elimizdeki malzeme bu! Ben baktığımda bunları görüyorum.

Kapı hâlâ aralık

Şimdi metroya doğru koşuyoruz...

Kapılar kapandı kapanacak! İlk adımımızı attık!

Önümüzde iki seçenek var.

İstersek o kapıyı açacağız, istersek kapatacağız...

İstersek o kapıyı açıp hepimiz içeri gireceğiz ya da yarımız dışarıda kalacak. Daha doğrusu bir parçamız...

Ben hepimizin içeride veya hepimizin dışarıda olduğu bir Türkiye hayal

ediyorum. Hâlâ hayal etmeye devam ediyorum.... Ama kahrolduğum şu:

Neden hep birlikte olup yolumuza devam etmiyoruz?

Böyle bir gücü, böyle bir fırsatı neden heba ediyoruz?

Bu kadar da kolayken!

Şimdi metroya koşuyoruz...

Ve bence o kapı hâlâ aralık...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.