Neyin peşindesin?
Önceki gün iki adamdan bahsettim ya... Biri, ilişkilerde hayvanlık yaparak kazandığını iddia eden, diğeri de kazandığının değerini ve keyfini bilen adam... İlkini biliyoruz...
Hatta onlara “Dana” diyoruz!
Demek ki çok da haksız değilmişiz! Baksana kendini zaten öyle tarif ediyor!
Hayvanlık yaparak kazanıyormuş ya!
Hayvanlık yaptığını biliyor yani!
Akıllı hayvan!
Gerçi hayvanlık yapanın, hayvanlık yaptığını biz de biliyoruz da...
Benim aklıma takılan şey başka!
Bu durumdan ne kazanıyor?
Kazandığını iddia ediyor ya! Gerçekten ne kazanıyor acaba?
Bir kadına, birkaç kadına dolaylı-dolaysız kötü davranarak ne elde ediyor?
Çok merak ediyorum doğrusu...
Acaba aslında kendini kolluyor da, kazandım mı sanıyor! O zaman da insanın aklına başka bir soru geliyor:
“Kendini neden kolluyor?”
Daha çok kadınla...
Ben biliyorum bunları...
“Kadına kötü davranırsan sana köpek olurlar” kafası bu! Aynı kafa bu savının sağlamasını da yapar:
“Kadına iyi davranırsan kıçı kalkar abi!”
Tabii asıl soru şu:
Bunların kazanmaktan kastettikleri ne?
Onu da biliyoruz,
Daha çok kadınla yatmak!
Kazanç dediğine bak!
Sevgisi, aşkı intikama dönüşmüş hırçın, hırslı kadınlar...
Tıpkı çok para kazanıp nasıl harcayacağını bilmeyenler gibi bunlar...
Hani alıp alıp tatmin olamazlar ya!
Çünkü ne aldıklarını dahi bilmezler.
Dünyanın en değerli tablosunu satın alsa ne yazar?
Ona bön bön baktıktan sonra!
Devam edin danalar
Kimin, neyi, ne zaman, niye çizdiğini bilmeden o tablodan nasıl zevk alabilir ki!
Önce bileceksin, anlayacaksın sonra seveceksin ve nihayetinde alacaksın!
İşte o zaman o tablonun değerini bilip onun zevkini çıkarabilirsin...
Ona her baktığında yüzün gülecek.
Her seferinde başka bir rengini görecek, hayret edeceksin. Işığın her değişiminde o da değişecek, alışmayacaksın.
Değer vermediğin hiçbir şeyden, bir insan veya bir eşyadan zevk alamazsın ki!
Mutlu olamazsın ki!
O halde neyin peşindesin?
Ne kazandın da, neyi harcıyorsun?
Kimi kazandın da, kimi harcıyorsun?
Devam edin danalar, devam...
Siz kazanın da, biz kaybedelim!
Razıyız...
İki adam...
Bir iki ay önceydi...
İki ayrı gazetede, iki ayrı adamın röportajlarını okumuştum.
Biri, “Hayvan” isimli bir kitabın yazarı Oben Budak. Röportajın başlığı da şu:
“İlişkilerde ne kadar hayvanlık yapıyorsan o kadar kazanıyorsun”.
Anladığım kadarıyla erkek dünyasında yaşananları kitabında böyle anlatıyormuş...
Kadınların “Hayvan” diye hitap ettikleri adamları, hayvanlık yapan adamları...
Okuduğum diğer röportaj da, Nermin Bezmen‘in, Tolga Savacı ile yaptığı...
Aşk üzerine konuşuyorlar...
Daha doğrusu Nermin Bezmen soruyor, Tolga Savacı anlatıyor...
Ne de güzel anlatıyor...
‘Limiti olmaz aşkın’
Şimdi diyeceksiniz ki, “Tabii ki sevgilisi/eşi sorunca güzel anlatır!”
Hayır.
Yanılıyorsunuz.
Anlatmaz.
Bırakın gazeteyi, kendisine bile anlatmaz!
“Ya, bi git” der geçer...
“Sevmesem seninle birlikte olmazdım” diye kendini bahşeder falan...
Anlatacak daha fazla bir duygu ve düşünceleri yoktur.
Anlatacak bir şeyi olmayanlar, hayvanlıktan prim yapmaya çalışanlar anlatmaz.
Zaten ne anlatacak?..
Ama Tolga Savacı aşkını, aşkı, erkekleri ve kadınları, ilişkilerdeki yanlışları öyle güzel tarif etmiş ki...
“Aşk, iki kişinin birbirine ne kadar açık, diğerlerine ve onların etkenlerine ne kadar kapalı olduğuyla bağlantılı” diyor mesela...
“Uzun bir içki sofrası, bir seyahat ilişkinin nasıl gideceğini anlatıyor aslında“ diyor...
(Bunu biz de daha sonra işleyelim.)
“Genellikle aşk ile ilgili anlatılanların peşinde insanlar“ diyor...
(Buna da bir ara bakalım.)
“Limiti olmaz aşkın. Ancak öz benliğinle çatışmaya başlamışsan bitmiştir aşk” diyor...
(Buna da...)
“Neyi beklediğimi bildiğim için yaşadığımla yetinmedim hiç. Başladım diye, alışkanlık diye devam ettirmedim“ diyor...
(Bunun bakılacak bir tarafı yok. Sadece tebrik etmek lazım.)
Sonra da sevdiği kadına onu nasıl, niye ve kadar sevdiğini anlatıyor.
Ona da, bize de anlatıyor...
Kazandıkları neyse...
İşte!
Alın size iki adam...
Hayvanlıktan kazanmaya çalışanlar...
Ne kazanıyorlar, ayrıca onu da merak etmiyor değilim!
Ve...
Sevdiği kadının ve ilişkisinin değerini bilip keyfini çıkarmaya çalışanlar...
İkisi de adam!
İki adam...
Gezi kızları...
Tamam, tamam...
İyi ki Gezi erkeklerini pardon danalarını yazdım... Hemen “Siz kendinize bakın”lar başladı....
Ne ilkelsiniz yahu!
Bunlar gaz yememiş danalar
herhâlde!
Üstelik hepsini kötülemedim bile... Alınmaca var galiba!
Ama olsun, hatırınız kalmasın; Gezi kızlarını da yazayım...
Onlar da 2’ye ayrılır:
Gezi’ye çıkanlar ve çıkmayanlar...
Ve yine onların da alt grupları var.
Meydana inenler...
Gece inenler, gündüz inenler...
Balkonda tencere çalanlar...
Evde takılanlar...
Meydanlardan başlayalım o zaman...
Daha ne olsun!
Kız arkadaşlarıyla birlikte çıktıysa, evet belli ki sevgilileri yok. Bu durumda kıyafetlerine bakmak lazım. Çok süslü püslülerse ümitlerini hâlâ yitirmemişler demektir.
Baştan söyleyeyim, onlar hâlâ mutluluğun bir adamda olduğunu sanmaktadırlar. Yerse!
Yok eğer kotu çekmiş, saçları toplamış ve az makyaj yapmışsa yalnızlığa alışmaya hatta yalnızlığı sevmeye başlamış demektir. Bunlardan iyi sevgili olur. Artık kaprisleri, şımarıklıkları bir tarafa bırakmıştır. Kendi başının çaresine bakmayı da öğrenmiştir. E, daha ne olsun?
Yalnız, onun karşısına kıçı başı ayrı oynayan bir dana olarak çıkmamak gerekiyor, ona göre... Kocasıyla, sevgilisiyle inenleri anlatmıyorum. Size ne ki?
Kendi özgürlüğü için
Bir de meydana değil de, caddelere çıkanlar var.
Caddedeki kalabalıklara karışıp tencere, düdük çalıp klasik sloganları atanlar...
Bu kızlarla evlenilir.
Ama...
Caddeye tek başına çıkıp tencere çalıyorsa...
Yeni ayrılmıştır...
Büyük ihtimalle bir yasak ilişki yaşamıştır ya da yaşıyordur ve adamı 83. bırakışıdır...
Aslında o tencereyi kendi özgürlüğü için çalmaktadır. Bir türlü alamadığı özgürlüğü için. Kurtulamadığını zannediyordur oysa onu tutan da yoktur! Ya da tercereyi adamın kafası gibi görüyor da olabilir! kısaca, ona bulaşmayacaksın!
Zor ama eğlenceli
Gelelim evde takılanlara...
Pencereden öteye geçmiyorsa, (geçemiyorsa değil, ona göre) bu kız insanın için çürütür. Pasif agresif kadınlar vardır ya, onlardandır.
Evde film-dizi seyredip arada bir “Gezi kanallarına“ bakıyorsa, ondan ne sevgili ne de eş hatta arkadaş da olmaz! Zaten tembel ve bencildir...
Akşam çıkıp, müdahale başlayınca eve dönüp Twitter’dan gece ikiye kadar Gezi’yi takip edenler...
Bak onlardan çok iyi arkadaş çıkar. Sevgili olarak zor ama eğlenceli tiplerdir. Huyuna suyuna gidersen, sen kazanırsın...
Benden yazması...
Danalar 2’ye ayrılır...
Hani hep tarzına veya hareketlerine göre kategorize ediyorduk ya...
Danaları...
Şimdi öncekilere yeni bir kriter daha eklendi.
Danalar 2’ye ayrılır:
- Gezi’ye çıkanlar ve çıkmayanlar...
Tabii bunun alt grupları da var:
- Gezi’de turistik gezi yapanlar, aktif olanlar...
- Tesadüfen gaz yiyenler, taammüden gaz yiyenler...
- Evde film seyredenler, televizyondan Gezi’yi seyredenler...
- Balkonda tencere çalanlar...
Bunların hepsi ayrı tipler...
“Çeşit çeşit kullarını...” demiş ya, öyle!
Çeşit çeşit bunlar!
Seçmece...
Dönmeme riski!
Şimdi ben anlatayım, siz seçin.
Dananın hası Gezi’ye çıkandır. Gezi’ye çıkıp kırmadan, vurmadan TOMA’nın önünde gidendir.
Gezi’ye tek başına da gidebilendir. Tahrikleri durduran, ihtiyacı olanlara yardım edendir...
Bir de üzerine hepimizin paylaştığı tweet’ler atıyorsa...
Hele hele komikse...
Ancak bunların Gezi’den dönmeme riski de vardır!
Gezi’de Gezici bir kızla falan!..
Kız olmasa da dönünce seni yavan bulabilir. O sırada nasıl davrandığına bağlı..
Ama belli olmaz tabii; bakarsın sana daha âşık olarak dönmüş! Bu ihtimal de az değil!
Hele sen de onunla çıktıysan...
Ha, akşamüstü turistik Gezi‘ye çıktıysa dana...
Akşam olunca da evine girdiyse...
Bu dana sinsinin önde gidenidir. Hayatı boyunca atar tutar ama bir yere varamaz. Küçük küçük aldatmaları olur. Hani kıçı olmadan kıçı kalkanlar var ya, öyle yani...
Bir de gereksiz yere aktif olanlar vardır. Kırıp dökenler... Seni de kırıp dökerler, ona göre...
Gaz yiyenler iyi kalplidir. Tesadüfen veya taammüden fark etmez, ikisi de iyi niyetlidir. Bunlardan iyi koca olur, güvenebilirsin yani...
‘Gezi’de ne yaptın?’
Gelelim balkonda, evde takılanlara...
Balkonda tencere çalan adam büyük ihtimalle evlidir. Evlenince hayallerini, zevklerini, coşkusunu da nikâh masasına bırakan evlilerden... Bi boşansa... Bi boşansa çok şey yapacak da!!!
Hiç ilgilenmeyip ya da televizyondan arada bir Gezi’ye bakıp asıl film, dizi falan seyrettiyse... Ne diyeyim ki? Bundan dana bile çıkmaz!
Bir de hiç evden çıkmayıp ama non-stop hem televizyondan hem de Twitter’dan takip eden bir kısım danalar var. Yok, “Sabah erken kalkacaktım, gidemedim” yok, “Hastaydım, gidemedim”ciler... Bunlardan hayatta bi b.k olmaz. Ne arkadaş ne sevgili ne koca... Hayatta güvenemeyeceğin bir tip. Bu bir işe girer mesela, çalışarak değil de hinlikle bir yerlere ulaşmaya çalışır. Bir de ulaşamaz. Hep daha iyisine layık olduğunu düşünür ama bunun için kolunu kıpırdatmaz falan... Sana da öyle davranır ha!
Böyleler yani...
“Gezi’de ne yaptın?” diye sorun, ona göre seçin.
Seçin ama!
Aşka Gezi’nti...
Olaylar hafifleyince şöyle bir düşündüm;
“Gezi’nin aşklara - meşklere bir etkisi oldu mu?” diye...
Gördüm çünkü!
İzliyorum...
Mesela, o sıralarda ayrılık yaşayanlara, “Gezi” ilaç gibi geldi. En azından acı konsantrasyonları dağıldı.
Ne yapacaktı ki? Millet yani bütün arkadaşları meydanlarda, balkonlarda sonra da Twitter’ın başında sabahlıyor, yaratıcılık tavan yapmış, Gezi ruhu herkesi sarmış, bu arkadaşını arayıp “Ay çok fenayım, hep onu düşünüyorum” mu diyecek?
Hayır.
Zaten onu dinleyecek kimseyi de bulamazdı...
Hem dikkatleri geziye dağıldığından hem de konuşarak acısını daha fazla kaşıyamadıklarından ayrılık arada kaynadı gitti.
Zihin açıyormuş!
Kimi de o hırsla attı kendini meydanlara... Bağırdı çağırdı, içini döktü. Suyu, gazı yedi, kendine geldi.
Bak bu da bir fikir; ayrılık acısı çekenleri yollayacaksın bir eyleme... Tahrir mi olur, Brezilya mı olur, artık acısının derecesine göre... Bazıları takılıp kalıyor ya, onları Suriye ya da İsrail’e...
Dönüşte turp gibi olurlar. Ruh sağlığı bakımından!
Bu arada biber gazı yiyenlerin zihinlerinin açıldığı da tespitlerim arasında!
Üstelik hem erkeklerin hem kadınların...
Ya gaz iyi geldi ya tazyikli su ya da koşmak... Ama büyük ihtimalle gaz!!!
İthal ya ondan mı, ne!!!
Sanki herkes şöyle bir silkindi...
Hani kediler, köpekler ıslanınca şöyle bir silkinirler ya, onlar gibi üzerimizdeki ataleti atmışız gibi!
Sığlıklar azaldı sanki...
Sığ düşünceler...
Sığ beklentiler...
Yeni kıstas...
Herkes kendisinden başka bir şeyler de düşündüğü için herhalde... Mecburen de olsa, başka zekâlardan etkilendiği için de olabilir.
O sırada herkes biraz “az”, biraz “eksik” kaldı ya...
Kısa bir süre için bile olsa, hayat odakları değişti. Ve tabii dolayısıyla gördükleri ve görüşleri de...
Kızlar biraz toparlandılar; adam gibi adamın nasıl bir şey olabileceğini görüp diğerlerinden vazgeçer gibiler...
Erkekler de galiba seçmeye başladılar...
Bir tek evde oturanlar aynı kaldı.
Eski kaldı...
Oysa artık hiçbir şey “Gezi”den önceki gibi değil.
Hiçbir şey!
Aşklar bile...
Bence bundan sonra şöyle bir kıstas getirebiliriz.
Geziye katılanlar, katılmayanlar...
Adam, “Yok yaa, benim Gezi’yle ne işim olur” falan diyorsa...
Kadın, “Çok kalabalıkmış öyle miiii?..” diyorsa...
İkisine da aynı cevabı verebiliriz:
“Hımm... Tamam o zaman! Ben seni ararım...”
Twitter’cı olunmaz, doğulur...
Ak Parti, teşkilatı için yazılı olarak Twitter kullanma kurallarını hazırlamış.
Okuyunca biraz içim kıyılmadı değil!
Yine de hiç yoktan iyi.
İyi de... Bazı eksiklikler ve yanlış anlamalar var gibi. Ben de biraz yardımcı olayım dedim... Gerçi Twitter’cı olunmaz, Twitter’cı doğulur ama...
Neyse artık!
1- Siyasetçiler sosyal medya kullanımı eğitimi almalı.
(Bir anda kendimi anneme iPhone öğretirken hissettim de, fena oldum!)
2- Tweet’lerde görselliği iyi kullanın, kişisel paylaşımlarda inandırıcı ve samimi olun. Kısa ve özgün mesajlar ile inandırıcı olun.
(Benden duymuş olmayın ama Twitter’da zaten uzun ve genel olamazsınız.)
3- Sosyal medyayı çoğunlukla ergenler kullanıyor. Bu mecrayı rahatlama alanı olarak görüyor. Bu kitleyle etkileşim halindeyken resmi bir dil veya ebeveyn tarzı buyurgan bir dil etkili olmuyor.
(40+’da ergen olduk ya la!)
4- Tweet atarken fazla kontrol samimiyetin kaybolmasına neden oluyor. Fazla samimiyet ise imaj zadelenmesine yol açıyor. Bu yüzden ortayı bulmak lazım.
(Bunu söyledin ya, işte şimdi kaybettin! Tam bir şey yazacakken, dondu kaldı o! Öyle mi iyi, böyle mi derken konu 9 kere değişti bile!)
5- Doğal süreçlerle atılan mesajlar daha etkili.
(Yok! Böyle olmayacak! Telefon mesajlarında kalsalar daha mı iyi acaba?)
Doğrudan şaşma!
6- Hoşgörülü olun. Her eleştiriye kızan, her yoruma tepki veren siyasetçilerin sosyal medyadan uzak durması daha iyi olur. Eleştirilere bile pozitif mizahi cevaplar veren siyasiler daha başarılı.
(Bu, adrese teslim bir kural gibi ama!!!)
7- Hedef kitlenin dertlerine, umut ve beklentilerine göre tweet atın. Özellikle yerel meselelerle ilgili etkin kullanılması gerekir.
(Baştan söyleyeyim, Twitter’dan kömür falan dağıtılamıyor!)
8- Sosyal medyada bir var bir yok olamazsınız. Sürekli var olmak ve tutarlı mesajlarla pozisyonunuzu güçlendirmelisiniz.
(Parti içinde bu kadar çalışsa daha iyi yere gelir, benden söylemesi... Twitter’da kıdem falan yok! SSK‘sı, öğle yemeği falan da yok, ona göre...)
9- Yakın zamanda sosyal medyanın etkisiyle siyasi partilerin organizasyon yapısı ve seçim kampanya süreçleri değişecek.
(Redhack gibi yayın yapan yırtar, söylemedi demeyin!!!)
10- Artık siyaset toplumsal denetim altında. Siyasetçinin bir söz veya davranışı birkaç saniye içinde milyonların gözü önünde...
(Hem de sağlamasıyla... Onun için doğrudan şaşmamak gerekiyor!)
Ya yazdığın gibi ol...
Hepsi iyi hoş da...
Böyle kuralla falan olmaz.
Aslında benim başka bir fikrim var.
Bence herkesi doğal hâline bıraksınlar, hepsi tweet atsın. Sonra iyi tweet atanları ayırsınlar.
Niye?
Çünkü Twitter’cı olunmaz, Twitter’cı doğulur!
Ha, belki bir tavsiye gerekirse, o da hazır:
Ya yazdığın gibi ol, ya da olduğun gibi yaz!
Not: Bu arada bir de slogan ve eylem dosyası hazırlansa...
Normale döndük mü?
Bir de bu var ya:
“Normale dönelim artık!”
“Normale döndük gibi!”
Normal derken?
Herkesin “norm”ali(!) farklı tabii...
Mesela benim “normalim”, kendi konularıma dönüp, “Biber gazı danaları nasıl etkiledi?” başlıklı bir yazı yazmam...
Devamı da gelir, “Tazyikli suyun ilişkilere yansıması...” falan...
Yok, yok... “Danalar ikiye ayrılır: Tazyikli suyu sevenler ve deniz suyunu sevenler...”
Ya da tam tersi, “Kadınlar hangi danayı sever? Gaz yiyeni mi, parfüm sıkanı mı?”
“Gaz yiyenle evlenilir, parfüm sıkanla eğlenilir!!!” mi mesela?
Yoksa tam tersi mi?
Normali hangisi???
Ruh yelpazesine bak!
Konu çok yani...
Belki acısıyla değil de, tatlısıyla “Gezi” anıları da yazılabilir...
Tıpkı daha dün duyduğum hikâye gibi:
Gece yarısı TOMA’lardan kaçan üç adam pardon üç dana nereye sığınmışlar?
Pavyona...
Durun, daha bitmedi...
Canhıraş içeri girmişler, şarkıcı neyi söylüyormuş?
“Şehirlere bombalar yağardı her gece
Biz durmadan sevişirdik...”
Tam da o mısralarda...
Yok artık!
Hikâyeye bak!
Normal mi yani?
Onların normale dönmedikleri kesin!
Ama bazı hikâyeler yalan olamayacak kadar saçmadır ya...
Belki de öyledir, gerçektir!
Şarkıcı da, “Gezi’ye benim de bir katkım olsun!” dedi herhâlde...
Ha, bu arada üç danaya, “Orada başka seçenekler olduğu halde neden pavyona sığınmayı tercih ettiniz?” diye sormadım mı?
Sordum tabii ki!
Ne cevap verdiler peki?
“Ne bilelim, o telaşla önümüze ilk gelen yere attık kendimizi...”
Yalannnn!!!
Ama tabii bu arada, ruh yelpazesine bak!
Eylemden, pavyona...
Ne ruh ama!
Normale(!) dönme yolunda ruh!
1 kez çıkan 1 daha?..
E, “Hadi artık normale dön, eski yazılarını özledik!” diyenlerin sayısı epey çoğaldığına göre, normale(!) döndük mü acaba?
İki hafta önce “Gezi”de kalabalıkların arasında kameralara özgürlük
çağrısı yapan ünlüler de özgürlüklerini seçmişler, Bodrum’da, Çeşme’de stres atıyorlar...
Onların “normal”i de o tabii...
Onların ve birçoklarının...
Herkesin kendine göre bir normali var.
Anormal olmanın ise tek şartı: O da sokağa çıkmak...
Bir içeri, bir dışarı...
Bir normal, bir anormal...
Bak bir yazı konusu daha çıktı:
“Bir kere geziye çıkan, hep
çıkar mı?”