Şampiy10
Magazin
Gündem

Tatilde işini bile özleyenler...

İnsan...

Hem de tatilde...

Tatilde bile işini özler mi?

Çok açık ve net:

Özler.

“Uzanmış kumsalda, güneş damlıyor içine, kurumuş dudaklarında unutulmuş bir beste, yaşıyor aheste” ama...

İşini özlüyor...

Salak mı bu?

Yooo...

Özler özler; sana ne?

Özlüyorsa vardır bir sebebi!

Vardır.

Evet ama bunun işiyle bir ilgisi yoktur!

Yani işini, iş yerini, oradaki arkadaşlarını çok sevdiğinden falan değil tabii ki!

Peki neyle ilgisi vardır?

Bakalım...

En masumundan başlayalım...

Yalakalık günleri...

Çok çocuklu çalışan anneler...

Hele ki gittiği yerde bir yardımcısı yoksa ve kocası da bir danaysa, ki yüzde 90’ımız böyle, tatilin dördüncü gününden itibaren işini özlemeye başlar. Evini de değil, işini... Kafasını dinleyeceği tek yer orasıdır. Tabii, iş yerinde çok ama çok gıcık olduğu biri yoksa... Yine de bir muhasebe içine girebilir; “Tatil mi, o mu?” diye...

Bütün babalar...

Hele hele eşi çalışmıyorsa... Yandı! Geçen gün uzun uzun anlattığım suçluluk duygusu yeter onlara... Tatil onlar için yalakalık günleridir. Bir de üstelik yaşam alanları kısıtlıdır. Bir otelde ya da bir tatil köyünde ne kadar özgür olabilirsin ki? Her hareketleri denetim altındadır. Onların da işlerini özleme süresi en fazla 4 gündür.

Dördüncü gün onlara 24’üncü gün gibi gelir.

Yok, 34, 44...

Nereye kadar?..

Ailesiyle tatil yapanlar...

Hani tatile gidecek kimseyi bulamayıp tıpış tıpış yazlıklarına gidenler... Oysa orada çok da güzel yan gelip yatarlar... En fazla haftada 1-2 arabayla alışverişe götürür annesini, o kadar! Ama gel gör ki, bir süre sonra işini özlemeye başlar. Ama onların özleme süreleri biraz daha fazladır; 8’inci gün. Evet, 8’inci günden sonra bunlar kaşınmaya başlar:

- Ben döneceğim...

- Niye yavrum?

- Anne işim var, işim!

- 15 gün değil miydi iznin evladım?

- Çağırdılar anne, çağırdılar. Çok iş çıkmış!

- Peki çocuğum, peki...

Ne yapsın kadın? Sanki anlamadı.

Veee...

Sevgilisi olanlar...

Sevgilinin ille de iş yerinde olması gerekmiyor; yaşadığı şehirde de olabilir... Onlar zaten aslında, tatil sevmezler!!! Prensip olarak yani!!!

Oldu! Biz de yedik!

Zaten genellikle şartlı çıkarlar tatile... Önceden planlarını yaparlar; “Benim bir ara dönmem lazım, toplantıya...” falan...

İyi, dön!

Dön, dön, nereye kadar!

Yazının devamı...

Tatil kadını...

Tatil erkeklerine salladık, sıra tatil kadınında!

Böyle de tarafsız ve hakkaniyetliyimdir!

Açık açık yazıyorum: Tatil kadını da gıcıktır.

Mecburen...

Zira tatile çıkan kadının bütün düzeni bozulmuştur. Yaşam alanı dağılmış, daralmıştır.

Bu da onu sinir eder.

O da böylece sinir olur!

Çünkü tatildeki kadın kendisi değildir! Ya da şehirdeki...

Yani ikisinin arasında dağlar kadar fark vardır.

Maddi manevi...

Ama daha çok fiziki...

3 - 0 geriden başlar

Bu yüzden hemen hepsi gözlük takar.

Düşünsene, saçlar fönsüz dolayısıyla abuk sabuk, surat fondötensiz...

Göbeği, selüliti ortada...

E, topuklu ayakkabı da yok. (Umarım!)

Savunmasızdır yani...

Fiziken mağlup başlar tatile...

Aslında artıları da çoktur ama eksiler bunları görmesini engeller.

Manen...

Evet manen de 3-0 geriden başlar tatile...

Birinci golü eşinden/ sevgilisinden yemiştir.

Eşiyle çıkıyorsa... O zaten, penaltı! Sevgiliye gelince: Ya sevgilisi ekmiştir ya da tatilde burnundan getirmektedir.

İkinci golü, arkadaşından/arkadaşsızlığından...

Tatile birlikte çıkabileceği bir arkadaşı yoktur. Ya da kime el attıysa boşa çıkmıştır. Sonunda ailesinin yanına ya da ailesiyle tatile çıkar. Sorunca da...

“Ya bizimkileri yalnız bırakmadım!” der.

Oldu! Biz de inandık!

Sanki bıraksan, dillere destan bir tatil yapacak!!!

Üçüncü golü de, beklentilerinden...

Ya otel kötü çıkar, ya hava, ya deniz ya kum...

Ya da insanlar... Yani görmek istediklerini göremez.

Bu işin sonu belli...

Tek başına tatili becerebilen veya tatilin tadını çıkarabileceği bir arkadaş bulabilenler bir elin parmaklarını geçmez.

Ama şimdilik...

Bu tatiller böyle iğrenç geçe geçe iyi tatilin peşine düşüleceğine inanıyorum ben.

Bu işin sonu belli:

İnsanlar tek başına tatil yapmayı öğrenecekler. Sonra da bunun tadını çıkarmayı...

Hem kimbilir, belki hayallerindeki tatile ve/veya insanlara o zaman ulaşacaklar.

Belli mi olur?

“Amma yazdın ha! Senin tatilin ne ki bu kadar atıp tutuyon!” diyenler olacaktır.

Cevabım hazır:

“Çok tatil yaptım! İyisini de kötüsünü de yaşadım. Uzununu da kısasını da bilirim” diye başlarmışım...

Yok, yok... Cevabım kısa ve net:

“Tatilin iyisi - kötüsü yoktur!!!”

Yazının devamı...

Tatil danası...

İddia ediyorum, insanların yüzde 90’ı tatil yapmasını bilmiyor.

Ama bu yüzde 90’ın içinde bilip yapamayanlar da var.

Bu bilip yapamayanlar da kendi aralarında ikiye ayrılıyor:

Maddi yetersizlikleri olanlar ve manevi yetersizlikleri olanlar diye...

Maddi yetersizlikleri olanları ayrı tutuyoruz; ama paralansalar bile nasıl tatil yapacakları hakkındaki şüphelerimiz baki kalmak şartıyla...

Manevi yetersizliği olanlar...

Derken?

Yani evli olanlar, sevgilisi veya tatile gidecek arkadaşı olmayanlar, hepsi olup da tatilde ne yapılacağını bilmeyenler...

Yani tatil yapmak zor zanaat!

Suçluluk duygusu!

Bütün sene çalış çalış, 10-15 günlük yaz tatilini iple ve hasretle çek, sonuç:

“Tatilin iyisi kötüsü olur mu?“

Olur tabii...

Hem de öyle bir olur ki, işini bile özlersin!

İşini özleyenler çoğunlukla erkeklerdir...

Özellikle de evli erkekler...

Zira tatil onlar için bütün kış işledikleri suçların cezasını çektikleri bir...

Adeta hapishanedir.

Bunlar bütün sene boyunca her türlü danalığı yaparlar, sonra da tatilde bunun bedelini öderler.

Ama kendi değerlerine göre öderler!

Yani aslında bu neyi gösteriyor? Danalıklarının farkındalar...

Ne kadar itiraz etseler de, ne kadar hak ettiklerini düşünseler de için için bunun farkındalar.

O yüzden tatilde bir suçluluk duygusuyla hareket ederler.

Bakın...

Tatilde bulunan dana

Mesela plaja, havuza inerken çocuklarla ilgilenen hep babalardır. Kadınlar ise haklı bir edayla adamın hâlini umursamazlar bile... Bir nevi intikam.

“Onu al, bunu yap, şuraya git.”

Her türlü kaprise ayarlamıştır zaten o. Çeker!

Ama sevgili danası tatilde hiç çekilmez...

Sevgili dana... Yok, dana sevgili...

Amaaan neyse işte!

Bunlarda, “Seninle tatile geldim, daha ne istiyorsun!“ efekti vardır.

Mesela dikkat edin, ağır hareket ederler. İçgüdüsel mi, ne?

Sevgilisini başka yere bakarken dinler falan.

İlişkileri yeniyse, bir bira almaya gider, 45 dakikada döner. Eskiyse, “Bi bira alıp gelsene” der!

Sinir!

Tatil danası gerçekten hiç çekilmez.

En iyi dana, tatilde bulduğun

danadır.

Bulabilirsen...

Yazının devamı...

Yastık sohbetleri bitmez...

Yastık sohbetimiz yarım kalmıştı, devam edelim mi?

Hani, “Kim olsa beni aldatırsın?”la başlayıp “Kalk kendi yemeğini kendin yap!”la biten...

Tabii o sohbet henüz bitmemiş, hatta yeni başlamıştır!

Aslında bir öncesi vardır. Bu konunun yolunu açan o sohbet:

“Ben ölürsem...” çıkmazı...

Evet, yine önce veya sonra... Ama genellikle ‘ondan‘ sonra...

- Ben ölürsem ne yaparsın?

- Ne yapacam? Şöyle çıtır bir tane alır, keyfime bakarım. Seni de arada sırada ziyaret ederiz, merak etme!

“Yaaa... Cıvıtma! Gerçekten ne yaparsın?”

Adam cıvıtmıyor ki! Aslında gerçeği ya da gerçekten içinden geçeni söylüyor!

Ama o inanmaz, niyeyse? İnanmak istemediğinden mi?

Yok, duymak istediği başka şeyler de ondan...

“Ölürüm, biterim, ben de ölürüm!

falan...

Oldu!

Adam sorduğunda...

Peki aynı soruyu adam sorunca ne olur?

Bakalım ne olur?

- Ben ölürsem sen ne yaparsın?

Nispet yapacak ya:

- O zaman ben de bir yakışıklı, hoş, kibar çok zengin birini bulurum...

- E, şimdi bulursan zorluk çıkarmam, ona göre... Beni dert etme sen!

- Yaa... Ne var? Çok mu zor sanıyorsun? Şimdi bile...

- Bana bak! Öldürürüm lan seni! Önce seni, sonra adamı sonra... Yok, yok! Önce adamı sonra seni... Gelsene sen şuraya bakiimmmm...

Yani...

Aynı yastık sohbetinde kadın kırılırken adam tahrik olur.

Bu da tuhaf!

Tepeden bakıldığında

Bir de, “Tependen bakarım ona göre!” geyiği vardır.

Eğer sohbet tahrik unsurları içermiyorsa...

İki taraf da, “Ölürüm, biterim” türünden cevaplar verdiyse...

Ona da inanmazlar...

- Şimdi böyle diyorsun ama o zaman alırsın birini...

- Yok, almam.

- Bakarım ama yukarıdan...

Oldu!

Arada yanlışları da düzeltirsin!

“Hoop! N’apıyon lan sen? Hiç hoşlanmaz bu durumdan, çek lan elini...”

“A-aa.. Kadına bak! Bu duruma gelebilmek için biz aylarca hatta yıllarca uğraştık, kadın dakka bir, gol bir! Ah Tahsin ah! Hani böyle kadınlardan hiç hazzetmezdin! Gelirsin sen buraya elbet!”

Heh hee...

Yastık sohbetleri çok zevklidir de... Zevkle başlar ama aynı zevkle bitmez.

Hatta hiç bitmez!

Konu açıldıkça açılır... Dallanır budaklanır...

Pekiii... Yastık sohbetlerinin başladığı gibi aynı tatla bitmesine imkân yok mudur?

Vardır.

Vardır ama...

Yastık sohbeti yapmak belli bir yaşanmışlık ister. Olgunluk gerektirir.

Tabii yanınızdaki, “Kim, seni ne yapsın?” demediği sürece!!!

Yazının devamı...

Yastık sohbetleri...

Önce veya sonra...

Yatakta veya kanepede...

Ama mutlaka başını bir yastığa koyduğunda, koyduğunuzda laf açılır. Konu nasıl oraya gelir; kim, niye açar, orası karışık. Ama biri, bir gün o soruyu mutlaka sorar:

“Mesela, kim olsa beni aldatırsın?”

Haydaa...

Bela geliyorum demezmiş!

Sanki hayatta aldatmaz da, hani...

“Hayır, yani imkân olsa...”

İmkan derken?

“Farzet, öyle bir tesadüf oldu ki...”

“Tanıdıklardan mı?

“Yuh! Öyle biri mi var?”

“Yok da, soruyu iyice anlamak bakımından...”

Duuur... Sıra oraya da gelecek ama şimdi değil. Önce buna bir ısının... O, başka bir yastık sohbetinin...

Tanıdıklardan kim olsa?

“Peki tanıdıklardan kim olsa..” diye masumca başlayan bir yastık sohbetinin konusu...

Şimdi alıştırma turlarındayız...

Bir internet sitesi, “Hangi ünlüyü eşinizi aldatmaya değer buluyorsunuz” konulu bir anket yapmış.

Ankette tek başına atıp tutmak kolay.

Aslında yastık sohbetlerinde de kolay. Seçerken, söylerken zevkli bile...

Her şey böyle masumca başlar.

Ta ki...

O isim ağzından çıktığı ana kadar!

Danalar önce bu sorudan kıllanırlar. Altında bir şeyler ararlar. Ama ararken egolarına yenilip isimleri saymaya başlarlar. Zaten şu egolarına sahip çıkabilseler, hayat hepimiz için çok daha güzel olacak ama...

Dar omuzlu vakası...

Kadınların aklında biri zaten vardır, o ismi söylerler. Genelde tek isim...

Zaten kendisinden ve seçiminden emindir!

Sonra...

Sonrasında yastık sohbeti trajikomik bir hâl almaya başlar.

Kadınlar kimi seçerse seçsin, adam ona “gey” der! Bir süre gey mi değil mi tartışması yapılır.

Adam seçtiğinde ise durum biraz daha farklıdır.

“Ay, o muu? Neresini beğeniyorsun be onun? Basit bir kere, basit! Kadının omuzlarını görmedin galiba!”

“Omuzlarını???”

“Evet! Dar-dar, çekmiş gibi! Ayrıca boyu da çok kısa, bakma sen resimlerde öyle göründüğüne...”

“Dar-mar, tutuluyor mu sen onu söyle!”

“Allah belanı versin! Zevksizsin, zevksiz! Beni nasıl beğeniyorsun anlamıyorum. Onu beğenen, beni nasıl beğenir???”

“Seni..”

“Sus! kalkıyorum ben. Gidip bir şeyler yiyeceğim.”

“Bana da hazırlasana...”

“Kalk kendin hazırla! Ya da dar omuzlu sevgilin hazırlasın! Böyle

küçük küçük hazırlar artık! Adama bak yaa...”

Heh hee...

Dana, hayatının hatalarından birini yaptı, farkında değil!

Bu dar omuzlu hatun meselesi yeni açıldı, daha çok uzar, çook!

Yazının devamı...

Aklımdan geçenler...

Hiç tadım yok.

Hiç!

Aklım başka yerde, dilim başka, elim...

Hele hele vicdanım...

Yerlerde...

Belki birilerine bulaşırsam hafiflerim.

Belki!

Kime bulaşırım ben?

Dünkü konuya devam...

Hani erkeklerin akıllarından geçenlerde 13‘te kalmıştık ya...

Takiye mi diyorsun?

14. Düşündüğünden çok daha güvensizim. Neden senin güvenine bu kadar ihtiyacım olduğunu sanıyorsun?

(Şu anda memleketin yüzde 50’si kendini güvende hissetmiyor. Sen hissetmesen ne?)

15. Üzgün olduğumda, ses tonuna karşı çok hassas olurum. Nasıl söylediğin ne söylediğinden daha önemli olur.

(Sana versinler bakalım bi müebbet, ne söylediğin mi, nasıl söylediğin mi önemli oluyor.)

16. Komplimanlarımı kesmenden nefret ediyorum. Bu tavrın, bir daha yapmamayı düşünmeme yol açıyor.

(Biz buna tehdit diyoruz ve inan bundan hele şu sıralarda hiiiç hazzetmiyoruz1)

17. Her zaman ne hissettiğimi bilmiyorum. Bu yüzden sana da söyleyemiyorum.

(E, iyiymiş! Bazen de ne hissettiğini çok iyi bilirsin de, söyleyemezsin!)

18. Eğer başka şey söylüyor ama başka şey yapıyorsam, hareketlerime dikkat et! Gerçekten kalbimden geçeni sana belli edecektir.

(Takiye mi diyorsun yani... Biz konunun uzmanı olduk zaten, merak etme!)

Aldatmalar küçük kalır

19. Eğer ne düşündüğümü paylaşmıyorsam, bunun sebebi, bölmeden dinleyemeyeceğini bilmemdir.

(Eğer ne düşündüğümüzü paylaşmıyorsak, bunun sebebi ölmeden, hapse girmeden dinlenmeyeceğini bilmemizdir.)

20. Hâlihazırda bahsettiğin kıyafeti giyinmişken, bana “Bunu mu giyeceksin?” diye sorma!

(Olur. Zaten soru sormamaya da alıştık!)

21. Bir centilmen, toplum içinde, kadını tarafından her zaman saygı görmelidir. Aralarında fikir çatışması olduğunda bile.

(Bir kadın, her yerde, bütün erkekler tarafından her zaman saygı görmelidir. Aralarında fikir çatışması olduğunda bile!)

22. Bazen tuhaf düşüncelerim olur ama kendim de ciddiye almadığım için seninle ya da bir başkası ile paylaşmak istemem.

(Keşke herkes bunu yapabilse!)

23. Eğer beni aldatırsan, bunun üstesinden gelmem neredeyse imkânsız olur.

(Şu dünyada olup bitenlere bakınca, aldatılmaların falan ne kadar küçük kaldığını görürsen belki rahatlarsın.)

Yazının devamı...

Aklından ne geçiyor?

Erkeklerin akıllarından geçen 25 evrensel gerçeği ortaya çıkarmışlar. Dikkatinizi çekerim, “evrensel” gerçeklerden bahsediyoruz.

Şöyle bir baktım, gerçekten de hiç yabancı olmadığımız “gerçekler”...

Tamam, onların akıllarından geçenler gerçek olabilir ama benim onlara vereceğim cevaplar da en az onlarınki kadar gerçek!

Hadi bakalım...

Uzlaşma derken?

1. Seks için her şeyi yaparım; hatta hayatımı sana adarım.

(Evet, biliyoruz. Ama bu sözleri seksten sonra da alabilir miyiz?)

2. Seninle kavga etmekten nefret ediyorum. Bir uzlaşma yolu bulmayı tercih ederim.

(Uzlaşma derken? Susalım ve konuyu kapatalım demek istiyorsun. Uzlaşmaya bak!)

3. Uzun saç seviyorum. Üzgünüm ama seviyorum.

(O zaman kısa saçlı dekoltelilere niye bakıyorsun?)

4. Gerçekten öğrenmek istemiyorsan, lütfen bana nasıl göründüğünü sorma.

(Olur! Bulduğum an başkasına sorarım!!!)

5. Aramız kötüyken, gözlerim başka kadınlara daha çok kayıyor.

(Oysa biz, aramız kötüyken size daha fazla bağlanıyoruz! Sanki!)

6. Eğer seni mutlu ettiğimi hissedemezsem, gerçek bir erkek olmadığımı hissederim.

(Peki, mutlu ettiğini hissetmiyorsan gerçek bir erkek olmaman ihtimali var mı? En azından o sırada!)

7. Eğer çocukluklarıma katlanamazsan, üzgün olduğumda açılmak için de çok zayıf olduğunu düşünürüm.

(Hı?)

8. Akıl okuyamam, unutma ben bir kadın değilim.

(İnsan da mı değilsin! Şuna açık açık, ‘Uğraşmak istemiyorum’ desene...)

İktidar mı demokrasi mi?

9. Modadan anlıyor olabilirsin ama ben beni hoşnut etmek için giyinmeni tercih ederdim, diğer kadınları değil.

(O zaman giyinmem değil, soyunmam gerekmiyor mu? Heh hee...)

10. Eğer saçımı kaybediyorsam, bu komik değil. Sana kilonla ilgili şaka yapmamı ister misin?

(Yapıyorsundur zaten! Zira hiçbir kadın durup dururken dökülen saçlarla dalga geçmez! Bu uzun süredir beklenen bir intikam yemeğidir!)

11. Yardım istemediğim zamanlar ne yapmam gerektiğinin söylenmesinden nefret ediyorum. Böyle zamanlarda, annemmişsin gibi hissediyorum.

(O yine iyi! Yanındaki erkeği gelişmemiş bir ergen gibi hissetmekten daha iyi!)

12. Eğer yatıya kalırsan, nihayetinde seninle evlenebilirim, ama daha isteksiz olurum.

(Sanki yatıya kalınmasa, sonra çok istekli olacak!)

13. Saygı görmek benim için sevilmekten daha önemli.

(Zaten hep neyin daha önemli olduğunu karıştırıyorsun. ‘Asıl’ olanın hangisi olduğunu da! Mesela iktidar mı yoksa demokrasi mi önemli? Hangisiyle ayakta kalırsın?)

Hadi bakalım...

Yazının devamı...

Mutlulukla randevu...

Öyle bir şarkı vardı ya:

Mutlulukla randevum vardı/ Geç kaldım gidivermiş

Yıllar yılı beklemiştim/ Belki de hiç gelmemiş

Bakar mısın? Mutluluktan randevuyu almış ama geç kalmış! Ne yapıyordun da geç kaldın? Bir de hani öyle böyle biri de değil, mutluluk! İnsanın hayatta bundan daha önemli bir randevusu olabilir mi?

Geç kalmış! Bir de üstüne, “Gidivermiş” diyor. Yüzsüzlüğün bu kadarı olur! Hani bir de sonra ara, özür dile, bir şans daha iste falan, yok! “Gidivermiş” deyip oturmuş şarkı söylüyor!

O zamanlar böyle randevular rutindi herhalde... Neyse uzatmayayım. Asıl konumuz şu: En iyi ilk randevu günü...

Hafta sonu riskleri

Hangisidir? Hafta sonu, hafta içi veya hafta başı... Genellikle hafta sonu olur değil mi? Kadınlar da erkekler de özellikle ilk randevu için hafta sonunu seçer. En azından beklenti o yöndedir.

Biriyle tanıştığın zaman ne düşünürsün? “Bakalım hafta sonu bir yere davet edecek mi?” Ya da “Onu hafta sonu bir yere davet etsem mi?”

Ama yanlış! Niye?

Çünkü ertesi günün ucu açık! Gecenin de... Bu kadar özgürlük insanı hem beklentiye hem korkuya ve dolayısıyla hem de strese sokar. Bir de üzerine detaylı bir program gerektirir. İki tarafa da kusur arattırır.

Üstelik tanıdıklara rastlama ihtimali de yüksektir. İlk randevuların çoğunun hayal kırıklığı yaratması ya da yaratma ihtimalinin yüksek olması hep bu yüzdendir.

Hafta başı da olmaz. “Sabah sabah...” efektinde bir şey! daha kendine gelemeden, afyonun patlamadan!

İşe başlama tarihi gibi!

Zaten düşünsene, kadına/adama, “Pazartesi akşamı yemek yiyelim mi?” diye sorsan... Yani...

Biri bana sorsa aklıma ilk şunlar gelir: “Ya adam evli ya da hiç dayak yememiş!”

En iyi buluşma hafta ortasında bir gündür.

Niye? Anlatayım...

Hafta içi, doğal doğal

Öncelikle hafta sonu stresinin hiçbirini yaşamazsın. “Nereye gidilecek?”, “Oradan sonra ne yapılacak?”, “Gecenin sonunda kahve içilecek mi?”, “Başka şeyler yapılabilecek mi?”, “En azından öpüşülecek mi?” falan... Bunların hiçbiri yok!

Oh... Ayrıca...

Bütün bunlar olmadığı gibi bir de avantajları var.

Mesela “Ne giyeceğim?”, “Gece nasıl bitecek?”, “Ya hoşlanmazsam/ hoşlanmazsa...” gibi bir sürü sorunun cevabını düşünmeyeceksin bile... Ama en önemlisi...

Hafta içi, iki taraf da doğal olur.

Zira hafta sonları insanlar kendileri gibi değil de, olmak istedikleri gibi olmaya çalışırlar. Hem dış görünüşüyle hem de tavırlarıyla... Her şey yapaydır... Oysa hafta içi...

Kıyafetinden tut, davranışlarına kadar rahattır, olduğu gibidir.

Bir iyi tarafı da hiçbir beklentiye girmeden karşı tarafı tanıma imkânı doğmuş olur. Yemekten sonra da “iyi geceler” deyip ayrılmanın hiçbir tuhaflığı ve stresi yoktur.

Ha tabii ki, “bir şey” olmayacak diye bir kural yok ama...

Oluyorsa da bir sebebi vardır! Öyle hafta sonu mecburiyetinden, oldu-bittisinden değildir hiç olmazsa!

Yani...

Buluşacak birini bulursanız diye...

Heh he...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.