Şampiy10
Magazin
Gündem

‘Yaralı hayvan arkeolojisi...’

Hafızamı şöyle bir yoklayınca...

Kim bilir kaç kadının yaralı hayvan gibi kaçtığını hatırladım.

Bazılarının da kaçamadığını...

O “misafir ilişkiler” ormanından...

Dün, Ayşe Arman’ın, Meryem Uzerli’yle yaptığı süper röportajı okurken, bir kadının nasıl kırıldığına bir kez daha şahit oldum.

Kırılmasına, yaralanmasına...

İnanmasına, inanamamasına...

Can çekişmesine...

Aslında bugün, tek başına çocuğunu doğuran kadınlar üzerine yazacaktım.

Onların hislerini, beklentilerini ve sonra neler yaşadıklarını...

Elbette herkes aynı değil ama ortak noktalarını yazacaktım.

İçi “bir nevi intikam alıyorlar”, “erkeği bağlamak için yapıyorlar” gibi basit klişeler ve aşağılık duygularla dolu olmayan bir yazı...

Ha, böyle yaşayanlar yok mu?

Var.

Var da... Onların bizim aramızda yeri yok!

“Doğurmalı mı, doğurmamalı mı?” tartışmasına ise hiiç girmeyecektim. Ahkâm kesmeyecektim.

Onun gibi olmadan

Ama röportajı okuyunca bambaşka bir hisse kapıldım.

Onun inanmalarını, güvenmeye çalışmalarını, yalnızlığını, şaşkınlığını, zayıflıklarını, kanmalarını, sanmalarını gördüm.

Bir ilişkiye sarılışını...

Sonra da yaralanışını gördüm.

Dedim ya, başka bir hisse kapıldım.

Başka bir iddiaya..

Ya bütün duygularının, inandıklarının, bütün ümitlerinin kirletilmesine izin vereceksin...

Yüreğinde lekelerle...

Sen de pisleneceksin.

Pisleşeceksin...

Ya da...

Temiz, dürüst ve doğru kalmak için “yaralı bir hayvan gibi” o pislikten kaçacak ve tamir olacaksın...

Bütün pisliklerden arınacaksın.

Yaşadıklarını unutmadan, utanmadan...

İnkâr etmeden, süslemeden...

Saklanmadan, saklamadan..

Katmadan, eksiltmeden...

Aldıklarıyla, verdikleriyle...

Ama kirlenmeden...

Onun gibi olmadan!

Sanki o çocuğu aldırsa, bu pis ilişkiler ağına o da katılacakmış...

Onlardan biri olacakmış gibi.

Ve şöyle söylüyor sanki:

“Bu pis ilişkiler yumağında...

Sen pis olabilirsin...

Bu ilişki de pis olabilir...

Ama ben değilim!”

Yazının devamı...

‘Size baba diyebilir miyim?’

Aslında artık alıştık...

Yalnız annelere... Evlenmeden çocuk sahibi olan kadınlara...

Daha açıkçası, birlikte oldukları erkeklerin “babalık itirazlarını” kaale almayıp çocuklarını doğuranlara... Karışık, sorularla dolu bir durum... Tabii buradaki ilk soru şu diyeceksiniz:

“Bir erkeğin baba olup olmamayı seçme hakkı yok mu?”

Özellikle erkekler... Hemen boş bir delik bulmuş gibi atılıp, “Biz damızlık mıyız?” falan diye kafa tutacaklar... Sanki dünyada başka erkek yok! Aslında sormaları gereken soru şu olmalı:

“Bu neden benim başıma geldi?”

Nedeni basit.

O soruyu, hani “babalık hakkı” sorusunu biraz daha açık sorarsak durum hem daha iyi anlaşılır hem de o sorunun cevabını verir.

Yani “istediği gibi” yatcak-kalkcak, sonra kadın hamile kalınca, “Yok, ben istemiyorum, sen bunu aldır” diyecek!

Hııı... Şimdi cevap verin:

“Erkeklerin böyle bir hakkı var mı?”

Olmalı mı?

Bunun yanıtı çok basit ve net.

Erkeklerin baba olup olmamayı seçme hakları tabii ki var!

Evet, var.

Ama kadın hamile kaldıktan sonra ve yatakta değil o hak!

Nerede?

Eczanelerde satılıyor. Hem de çok ucuza... Renk renk, boy boy...

(Bunu daha önce de aynı cümlelerle yazmıştım)

Şimdi kadınlar tarafına geçelim... Bu doğru mu, yanlış mı?

Onu bilemem...

Hissedemem...

Ha, neyi bilirim?

O çocuk doğduktan sonra olanları... Kadınların ve erkeklerin çocuk doğduktan sonra neler yaşadıklarını ve hissettiklerini...

Görüyorum çünkü...

Önce erkekleri anlatayım mı?

Aynı o meşhur 5 evreyi yaşarlar;

1- İnkâr: Haberi ilk aldıklarında bu duyguya kapılırlar. Hatta kendisi inkâr ederse kadının da vazgeçeceğini umarlar.

2- Öfke: Artık kadının vazgeçmeyeceğini anlamaya başlamıştır. Hem kendine hem kadına öfke duyar. Son bir gayretle başka kadınlarla birlikte olup bunun duyulmasını ve kendinden nefret edilmesi kozunu kullanırlar.

3- Pazarlık: Artık çocuğun doğumuna az kalmıştır. Her akşam başını yastığa koyduğunda kendisiyle, kadınla ve Tanrı’yla pazarlıklar yapmaya başlar. Öfkeyle depresyon arasındadır.

4- Depresyon: Çocuk doğmuştur. Görmediği, bir şey hissetmediği bir çocuğu vardır artık. Gece rüyalarında bir çocuk ona seslenmektedir: “Size baba diyebilir miyim?”

5- Kabullenme: Bu dönemdeki adamlar ikiye ayrılır: Bir kısmı durumu kabullenir ama kadınla da evlenmez. Çocuğunu da ara sıra gider görür, durumu uygunsa maddi yardım yapar ama kendi hayatından vazgeçmez. Bir kısmı da inkâr evresinde takılı kalmıştır. Durumu kabullenir ama gizli tutar. Kadından ve çocuktan uzak durur. Ama artık huzuru kalmamıştır. Ve bir daha hiç olmayacaktır. Çünkü bilir ki, bir gün o çocuk karşısına çıkacak ve o soruyu soracak:

“Size baba diyebilir miyim?”

Yazının devamı...

Hiç tanışmamış olsak!

Hani dün, Mehmet Öz’ün, “Eğer taraflar yedi senenin sonunda birbirlerine kendilerini tekrardan tanıştırmazlarsa o zaman koparlar” teorisi üzerine,

“Kalk bi duş al, saçını başını düzelt, ilginç bir şeyler giy, parfümünü sık her yerine... ‘Merhaba, ben eşin..’ diye kendini tanıtmayı da unutma! Bakalım ne olacak?” diye yazmıştım ya...

Pekii, ne olacağına bakalım o zaman?

Teoride güzel ama pratikte yani gerçek hayatta olaylar nasıl gelişir?

Adam uyanıp “Aman Tanrım, meğer seni nasıl da ihmal etmişim, yeni seni senden fazla istiyorum” demez!

Ya da kadın uyanıp “İşte benim sevdiğim adam bu” demez!

Aman ne güzel ikinci yedi yılımıza giriyoruzlar falan, hikâye...

E, ne olur?

Hadi bakalım...

Senaryoyu baştan alalım:

Uyandın, sessizce duşunu aldın, mis gibi parfümünü sıktın her yerine ve iç gıcıklayıcı bir şeyler giyip adamın yanına uzandın ve kulağına bir şeyler fısıldamaya başladın...

Heh heh hee...

Adamın korkuyla uyanacağı kesin.

“Hı.. Ne oluyor?” diye fırlayaraktan.

Sonra seni görüyor!...

Dınnnn!!...

Aklından geçen şu:

“H...r.. N’oluyor lan?”

Diline gelen ise kaş göz işareti yaparak,

“Ne iş? Karıştırdın galiba!”

“Merhaba ben eşin...”

“Ya bi ..r git! Sabah sabah... Kafayı mı yedin? N’oluyor? Bir yerde mi okudun, nedir”

“Allah belanı versin Tahsin, sana bunu yapanda kabahat zaten!

“E, bi kabahat var da!”

Ya da...

Uyandın, sessizce duşunu aldın, tıraşını oldun, en seksi atletini ve kilodunu giydin, karının yanına uzandın ve kulağına bir şeyler fısıldamaya başladın...

Kadın yavaşça uyanır, öyle birden fırlamaz.

Ve seni görür!

Deli görmüş gibi!

“Hayırdır? Sen mi delirdin ben uyanmadım kâbus mu görüyorum?”

“Uyandın aşkım. Ve karşında yeni erkeğin, merhaba ben eşin...”

“Tahsin... Neyin peşindesin?”

“Senin...”

“Hı! Ben zaten buradayım, işinin peşine düşşen!”

“İş kaçmıyor ama sen... Sana kendimi yeniden tanıştıracağım... İlk günlerimizdeki gibi.”

“Ha öyle bir olanağımız varsa, o zaman biraz daha öncesine dönsek..”

“Nasıl yani?”

“Hiç tanışmasak, ya da sadece merhabalaşıp ayrılsak...”

“Amannn... Zaten sana bir şey yapanda kabahat! Sonra da ‘Niye aldatılıyoruz?’ demeyin!”

“Demeyin derken? Bunu diyecek başka birileri de mi var?”

“Yok ama sen böyle gidersen...”

“Hadi canım, hadi... Geç kalacağız, kalk hazırlan. Gerçi hazırlanmışsın sen ama!!! Artık nereye gidersin bilemem!!!”

Hani bir laf vardır ya, “Bir şeyi yeniden yapmak onu düzeltmekten daha kolaydır” diye...

Bilmem ki..

Yazının devamı...

Merhaba, ben eşin...

Bazen yanında fütursuzca yatan adama bakarsın uzun uzun...

Yüzünde hüzünlü bir gülümseme belirir.

“Vay be!” dersin, “Şaka-maka 7 yıl geçmiş...”

Bir anda evliliğinizin ilk yılları film şeridi gibi gözünün önünden geçer. Gülümsemen bu yüzdendir.

Sonra da bu fütursuzca yatış... Hüznün de işte bu yüzdendir!

7 yıl hem çok kısa hem çok uzun gelir sana...

Önce göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş gibidir, şaşırırsın bile...

O sorumsuz, çok güldüğünüz günleri hatırlarsın. Sevişmelerinizi... Sana şaka yapışlarını falan...

“Niye şakalaşmıyoruz ki artık?” diye düşünmeye başladığında da o 7 yılın farkına varırsın.

Nasıl da yavaş yavaş ve hiç hissetmeden değiştiğinizi görürsün.

Mesela eskisi gibi kahkahalarla gülmediğini fark edersin.

Bu sefer gözlerin bir suçlu gibi yere bakmaya başlar.

Belki de suçlusundur!

Belki o suçludur... Ama ne farkeder ki?

Geçmişe takılma, sonuca bak sen!

Ne sen eski sensin.... Ne de o, eski o...

Kendini yorgun, kırılmış ve değersiz hissedersin. Ama bir tarafın da çok yenidir, yenilenmiştir.

İyidir yani... Yeni kendini beğenirsin.

De...

O yeni senin farkında bile değildir.

Şimdiii...

Ne yapacaksın?

Dün okudum, Mehmet Öz diyor ki,

“İlk 7 yıl çiftler birbirlerine bir hormon kelepçesiyle bağlı gibiler. 7 senenin sonunda bu kelepçe açılır. Eğer taraflar bu 7 senenin sonunda birbirlerine kendilerini tekrardan tanıştırmazlarsa o zaman koparlar.”

Yani,

Önünde iki yol var:

Ya o yataktan kalkıp her sabah yaptığın gibi önce tuvalete oradan mutfağa çay koymaya gidersin...

Anca gidersin...

Ya da...

Yeniden tanışmanın tam zamanı...

Yeni seni tanıştırmanın...

Sakın kahvaltı mahvaltı hazırlama!

Neysen o ol. Ne olmak istiyorsan, nasıl olmak istiyorsan o ol.

Kalk bi duş al, saçını başını düzelt, ilginç birşeyler giy, parfümünü sık her yerine...

İstersen bir hikâye anlatarak uyandır onu...

“Pamuk Prenses ile 7 ...” mesela...

Bunlar, hiç tanımadıkları kadınlarla yatağa girmeye bayılırlar, biliyorsun.

Bakalım ne olacak?

Ama bir ara kendini tanıtmayı unutma:

“Merhaba, ben eşin...”

Yazının devamı...

Üç adamla evlenilseydi...

Bilim insanlarının, insan türündeki çiftleşme sistemindeki esnekliği anlatırken verdikleri bir örnek vardı:

“Bir kadının birden çok erkekle evlenebildiği toplumlar bile var” diyerekten.

Tabii ki orada durdum biraz.

Durdum düşündüm. Daha doğrusu hayal kurdum, “Nasıl olurdu?” diye...

Birden çok erkekle evlenmenin normal olduğu bir toplumda yaşasaydık...

Daha doğrusu, normalin çok erkekle evlenmek olduğu bir toplumda...

Gerçekten nasıl olurdu acaba?

Tabii önce hemen iyi tarafları aklıma geldi.

Ama nedense iki adam düşündüm! Ne kadar tutucuyum! Aşamadım

kendimi.

Tamam çoğaltıyorum: 3 olsun! Çıka çıka 3’e çıktım.

Ama yeter, yoksa ev çok kalabalık olur!

Şimdi bu üçünün de kadınlara hizmet edeceği hayaline kapıldım.

Düşünsene...

Üçü de farklı tiplerde ve farklı ilgi alanlarında olsun.

Esmer, kumral ve sarışın...

Biri komik, biri romantik diğeri de filozof olsun.

Üfff... Nedense birden içim daraldı. Yani sırf komik, sırf romantik ve sırf

filozof bir adamdan fena halde sıkılabilirsiniz...

O halde üç ayrı tipte ama karma huy ve özelliklerde üç adam!

Tamam, bu oldu.

Bu üçü de eşi için çalışıp eve gelince de ona hizmet etsinler. Hizmetten kastım hizmetçilik değil. Yani onun (kadının) mutluluğu için çabalasınlar.

E, kadınlar daha sosyal olduklarına göre, üçü anca yeter. Bunlar üç kişi olunca araya rekabet de girer.

Fena fikir değilmiş!

Şimdi hepinizin akılına geleni

biliyorum.

Da...

O konuya girip girmemekte kararsızım. “Nasıl olacak da olacak?” diye soruyorsunuz...

Çiftleşme sistemi!!!

Şöyle söyleyeyim; adı üstünde, bu bir “sistem.”

Sistemli olacaksın! Bu kadar basit!

Üstelik bu illegal, ayıp ya da ahlaksız bir durum değil, çünkü ortada bir evlilik var! Yani üç evlilik!!!

Bence herkes mutlu olur.

Diye düşünürken...

Tam o sırada...

Evli bir arkadaşımın tepkisinden, bu hayalin bekâr bir kadın hayali olduğunu anladım.

Nasıl bir hayalin içine girdiysem onun sözleriyle gerçeklere döndüm:

“Nee??? Üç koca mı? Mersi, ben almayayım!”

Ama... Hayaller falan...

“Yok, benim limitim nişanlılık safhasına kadar. Ama evlilik... Yok, başka bir toplum bul sen!...”

....

Tüh!

Yazının devamı...

Çifte tek eşlilik

O ne demek?

Çite tek eşlilik...

Anlatacağım...

Bu, bilim insanlarının tek eşliliğin gizemini çözmeye çalışırken adlandırdıkları bir durumun adı.

Araştırma konusu da enteresan değil mi? “Tek eşliliğin gizemi!”

“Çok eşliliği herkes biliyor da, bu tek eşli meselesi nedir?” diyerekten...

“Hangi salak?” mı diyorlar artık, “Bir hikmeti var da atlıyor muyuz?” mu diyorlar bilemiyorum...

Ama araştırıyorlar...

Bu araştırma Cambridge , ona göre..

Tüm memeli türlerinin sadece yüzde 9’u tek eşliymiş. Bu, bilim insanları açısından gizemli bir durum. Zira hep erkeklerin üreme içgüdüleri üzerinden gittikleri için, “Erkek memeliler tek eşlilikten vazgeçip çok sayıda dişiyle çiftleşirse daha fazla yavru sahibi olabilir“ mantığındalar...

“O halde niye tek eşli olsunlar ki?” manasında...

Acaba yüzyıllardır şöyle bir yanlış yapıyor olabilirler mi?

“Belki de daha fazla yavru sahibi olmak isteyen dişilerdir!”

Daha açık yazacak olursam, Belki de asıl çok eşli olan, dişilerdir!

Bir de buradan yola çıkılsa belki bütün meseleler daha kolay çözülecek ama... Ama bilim insanları bile bunu düşünmek dahi istemiyorlar.

Her şey erkeklerin çokeşlilik fantezilerine yönelik ilerliyor.

Şimdi bunlar, hayvanlar özellikle de en yakın akrabamız olan şempanzeler ve bonobolar üzerinden araştırmalara devam ediyorlar.

Onların cinsel yaşamlarının geçmişiyle insan türünü gelişimini falan kıyaslıyorlar.

İşte o sırada, “çifte tek eşlilik“ kavramı ortaya çıkıyor. Evrimsel Antropoloji Dergisi’nde bir inceleme yayınlanıyor,

“İnsan türündeki çiftleşme sistemi fazlasıyla esnektir.” diye...

Ohoo...

Bu kadar araştırmaya bunu buldularsa işimiz var! Gelsinler bak ben onlara ne sistemler anlatırım; antropoloji tarihi altüst olur!

Neyse, sonra bunlar bilmediğimiz bir canlıdan bahseder gibi, “insan türü”nü şu başlıklar altında anlatıyorlar:

“İnsan kültürlerinin sadece yüzde 17’si tek eşli.”

“İnsan topluluklarının büyük çoğunluğunda farklı evlilik türleri var. Bazı insanlar tek eşli bazı da çok eşli” (A-a!)

“Bir kadının birden çok erkekle evlenebildiği toplumlar bile var.” (Biz bi adres alsak!)

“Bazı toplumlarda erkekler ve kadınlar başka insanlarla evli oldukları halde yıllarca süren gizli ilişkiler yaşar.” (Buraya da mı geldiler len bunlar?)

Onca araştırmaya karşın bulduklarına bak!

Şu, çok eşli kadınlar toplumu hariç!

Şimdi tam olarak nereye düşüyordu bu....


Yazının devamı...

Çay aşktır, yeşil çay...


Görmüşsünüzdür, Face’de dolanıp duruyor:

“İki resim arasındaki 7 fark” diye...

Çay ve Yeşil çay arasındaki...

Önce bilmeyenlere orijinali sonra da benim eklediklerime buyurunuz...

Çay, edebiyattır...

Yeşil çay, magazindir...

Çay, “sen”dir...

Yeşil çay, “siz”dir...

Çay beyaz kalıp sabundur...

Yeşil çay, sıvı sabundur...

Çay, mahalledir...

Yeşil çay, sitedir...

Çay, oyundur...

Yeşil çay, spordur...

Çay, ziyarettir...

Yeşil çay, randevudur...

Çay için “Es-sohbet-ü bila çay/ kes semai bila ay” (Çaysız sohbet/aysız gökyüzü gibidir) denilmiştir...

Yeşil çay için ne denmiştir, bilemiyorum...

Şimdi sıra bende...

Çay, ilk eştir...

Yeşil çay, ikinci, üçüncü eş...

Çay, aşktır...

Yeşil çay, arkadaşlığa dönüş...

Çay, kiralık evindir...

Yeşil çay, satın aldığın...

Çay, dedikodudur...

Yeşil çay, seminer...

Çay ön sevişmedir...

Yeşil çay, son sevişmeler...

Çay, kebap yemektir...

Yeşil çay, rejim yapmak...

Çay, Gezi’dir...

Yeşil çay, Kazlıçeşme...

Çay, kahkahadır...

Yeşil çay, gülümseme...

Çay, hatırlamaktır...

Yeşil çay, unutmak...

Çay, hüngür hüngür ağlamaktır...

Yeşil çay, üzülmek...

Çay, terk edilmektir...

Yeşil çay, terk etmek...

Çay, sadakattir...

Yeşil çay, aldatmak, aldatılmak...

Çay, kazık yemektir...

Yeşil çay, intikam almak...

Çay, “Bu akşam çıkalım mı?”dır...

Yeşil çay, “Ben seni ararım”dır...

Çay, uzun telefon sohbetleridir...

Yeşil çay, “Aradığınız kişiye ulaşılamıyor”dur...

Çay, bir anda alev alır...

Yeşil çay, planlı sevişme-güvenli seks...

Çay, Breaking News...

Yeşil çay, kamu spotudur...

Çay, sokak röportajı...

Yeşil çay, bakan demecidir...

Çay, gözlerine bakmaktır...

Yeşil çay, gözlük çerçevesine...

Çay, “Seninle konuşmayı çok istiyorum ama ne konuşacağımı bilmiyorum”dur...

Yeşil çay, “Konuşmamız lazım”dır...

Yazının devamı...

Arkanı dön ve çık!

Kaç gündür tatil hâllerinden bahsedip duruyoruz ya...

Bugün de tatil arkadaşlıklarına bakalım mı?

Yok, öyle aşk-meşk durumlarına değil, hani gittiğin yerde yeni birileriyle tanışırsın ya, onlara...

Nadiren de olsa bazılarıyla kumaşın çok tutar, devam edersin...

Bazılarıyla fena değildir, telefon numaraları kaydedilir; bir iki kere aranır sonra... Sonrası gelmez. Ama bazıları da vardır ki...

“Merhaba”dan sonraki üçüncü cümleden sonra yanından nasıl kaçacağını bilemezsin.

Ama ben bu sorunu da çözdüm.

Nasıl mı?

Sarımsak kokusu

Bir örnekle anlatayım.

Önceki sene bir arkadaşımla (kim olduğu sizi ilgilendirmez!) Positano‘ya gittik. Bilen bilir; nefis romantik bir yer.

Zorlu ama zevkli bir yolculuktan sonra o meşhur yokuşundan yürüyerek aşağıya doğru inerken artık açlıktan gözlerimiz kararmaya başlamıştı. Meydana yaklaştığımızı gitgide yoğunlaşan nefis sarımsak kokusundan anlamıştık. Av köpekleri gibi kokuyu takip edip hemen bir trattoria bulup oturduk. Tabii ki sarımsaklı bir şeyler ısmarladık.

O da ne?

Yan masada Türkler...

Oysa turizm sezonu bile değil. İnsan yurt dışında memleketten birileriyle karşılaşmayı hiç sevmez ya, niyeyse!

Merhabalaşıp konuşmaya başlıyoruz. Yeni evli genç bir çift. Geçen sene de buraya gelmişler. Onlardan duyduğum son cümle şuydu:

“Biz burada beyaz peynir bulamadığımız için, çok sıkıntı çektik; onun için bu sene beyaz peynirimizi yanımızda getirdik!”

Evet, duyduğum son cümleydi çünkü o anda arkamı döndüm.

Arkadaşım benden biraz utandı ama yapacak bir şey yoktu!

Donna’ya merhaba

Ben bu hikâyemizi bir yerde anlatırken hemen peşinden benzer bir anı geldi:

Sanırım bir diplomatımızın yaşadığı... Yurt dışında bir yemekte yanında Donna Karan oturuyormuş. Merhabalaştıktan sonra kadına, “Siz ne iş yapıyorsunuz?” diye sormuş.

Kadın ne yapmış?

Anında arkasını dönmüş!

Niye?

Aklın yolu bir!

Vakit yok arkadaşlar... Kimseyi eylemeye, kimseye kendini anlatmaya ne vakit ne de sabır var artık!

Boş boş, seni aşağıya çekecek konuşmalardan kaçacaksın. Zaten o tek cümleden anlıyorsun ya, senden mi değil mi?

Bazen kıyafetinden, garsona seslenişinden, masada oturuşundan...

Sendense şanslısın... Değilse...

Arkanı dön ve çık!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.