Şampiy10
Magazin
Gündem

‘Hayır’ diyebilmek...

Biz, “hayır” demeyi pek sevmeyiz.

Hatta neredeyse bilmeyiz...

Kibarlıktan mı yoksa ukalalıktan mıdır nedir, bir takıntımız var!

Hele “hayır, bilmiyorum“u hiç sevmeyiz.

Hiçbir fikrimiz olmasa da, etrafında gezer, o konuyla ilişkili bütün bildiklerimizi sıralarız; sorulan hariç!

Büyük meseleler bir tarafa, en sıradan zamanlarda bile...

Mesela biri sana, atıyorum, “ruj lekesi nasıl çıkar?” diye sordu...

Hadi bakalııım...

Ruj serüveni başladı:

“Ya aslında bir yerde okumuştum ben onu ama... Neydi ki? Hatta geçenlerde birinin başına geldi, kimdi o? Sen bi şeyi denesene, üzerine ütü basmayı...”

Oysa “bilmiyorum” de, sen de kurtul o da kurtulsun, değil mi?

Bunlar neyse de, daha özel meselerde “hayır” demek epey zaman alır.

Şöyle 10-15 yıl kadar!

Anca öğrenirsin...

Daha doğrusu öğrenmek zorunda kalırsın!

Hayat öğretir de diyebiliriz!!!

Yılların intikamı!..

Kadınların “hayır” demeyi öğrenmelerinden bahsediyorum.

Her kadının kıvırmadan, bahaneler uydurmadan, direkt olarak söylediği bir ilk “hayır“ı vardır.

Öyle sevinir ki!

Kendini rahatlamış, özgür ve komik hisseder.

Kendine güveni gelir.

Özgüveni artar.

Üzerinden büyük bir yük kalkmış gibidir!

Hemen birilerine anlatmak ister. Anlatır, anlatır... Komik bir hikâye gibi anlatır ama!

Peki aslında komik midir?

Evet, ama niye? Onu bilmiyorum. Anlatan da, dinleyen de güler, hem de kahkahalarla...

Aslında yılların intikamı gizlidir o “hayır” da...

Ne var ki bunda bu kadar gülecek?

Sinir boşalması mıdır, nedir?

Anlatır anlatır, gülerler falan...

Ama hikâyenin sonu hep aynı sözle biter.

Kim, kime, nerede, ne zaman, nasıl ve hangi ‘şekilde’ “hayır” demiş olursa olsun, fark etmez; o son söz hep aynıdır:

“Oh be!”

Öteki daha ayıp değil mi?

Çünkü o zamana kadar, sırf “hayır” diyemediği için...

“Hayır” demeye utandığı için...

Cesareti olmadığından...

Ayıp olur diye...

Dönemediği için...

Saçma değil mi? Oysa öteki daha ayıp!

Yani ayıp olmasın diye biriyle...

Cesaret edemediği için biriyle...

Hayır, ‘ötekine’ cesaret ediyorsun da, “hayır” demeye niye cesaretin yok!

O daha mı kolay! Değil!

Evet, saçma ama gerçek!

“Hayır” demek dünyanın en güzel duygularından biri ama...

Ama şöyle bir sakıncası var:

“Hayır” demeyi öğrendiğin zaman, “evet” diyeceklerin azalmış demektir!

Yazının devamı...

Bir erkek yatıya kalıyorsa...

Haydaa....

Kalsa bir türlü, kalmasa başka türlü...

Kalmamalarına ne kadar alışılsa da, kalmaları da o kadar hayallerden çıkmadı.

Erkeğin yatıya kalması önemli tabii...

İki taraf için de!

Bir şeylerin işareti...

Neyin?

Ama önce yani adam yatıya gelmeden öncesine bakalım mı?

Orada neler oluyor?

Neler dönüyor?

Hani dünkü “Seksin duygusal şekli olur mu?”dan yola çıkıp “Onlar o anı, biz başını ve sonunu hayal ediyoruz”a kadar gelmiştik ya...

İşte oradan devam edelim...

Hayallerinden...

Planlarından...

Hem de bir erkeğin kaleminden...

O saniyeye kadar!

Ali diyor ki:

- “Erkek akşam yemeği ve sonrasında işi sevişmeye götürecek planlar yapabilir ama hayaller kurmaz. Hayallerinin tamamı seks sırasında yaşanacaklara dairdir, şekillerle ilgilidir. Yani erkek sevişme bittikten sonra şöyle göğsüme yatsa, saçlarını okşasam, sohbet etsek tatlı tatlı, soğuk bir bira içsek diye hayaller kurmaz. Erkeğin hayallerinin sonu sevişmenin biteceği saniyeye kadardır ve zaten bu yüzden sevişme sonrası hayal kırıklığı yaratırlar ve sıkıcı olurlar, çünkü işin bu kısmıyla ilgili planları ve hayalleri olmamıştır.”

Bu kadar mı “tınn”sınız? En fazla 1 saat sonrasını göremeyecek kadar!

- “Erkek sevişme sonrası için bir plan yapacaksa bu muhtemelen bir an önce o ortamdan ışınlamanın çareleri üzerine olacaktır. Kadın bu kısımla ilgili bir sürü gereksiz hayal ve plan yaptığı için sevişme sonrası hep huzursuz, tatminsiz, saldırgan ve mutsuzdur. Kadın hep ‘nasılsa işi bitti dananın’ diye düşünür ki bu düşünce doğrudur. Bir erkek yatıya kalıyorsa...”

Sabah için planlar

Çın çın çınn...

İşte o an...

- “Bir erkek yatıya kalıyorsa bu kadınla yapılacak romantik bir kahvaltı için değil sabah sevişmesi içindir.”

Hay Allah cezanı vermesin!

Sadece bu mudur yani?

- “Ama işin diğer bir boyutu, sevişme süresince yapacaklarını planlamayan erkek için o ilişki bitmiş demektir. Artık o kadınla sevişecek olmak onu heyecanlandırmıyordur. Erkek sevişme anını hayal ettiği sürece sevgilidir.”

Kadınlar da, başını ve sonunu hayal ettiği sürece sevgilidir...

- “Bu yüzden, kadın sevişmenin başını ve sonunu hayal etmeye devam etmeli ama istediği olmuyorsa bu onda hayal kırıklığı yaratmamalıdır. Asıl hayal kırıklığı sevişmenin direkt kendisiyle ilgili olmalıdır. Bir erkek için sevişmenin tarifi...”

Yok artık!

O tarifi okusaydınız sevişmelerden soğurdunuz.

Yazsa mıydım?

Acaba?

Yazının devamı...

Olur mu?

Dün, “Seksin duygusal şekli mi olur?” gibi eksantrik bir soruyla ayrıldık...

Cüneyt Arkın‘ın yıllar önce çevirdiği bir filmine RTÜK’ten gelen ceza üzerine soru sorarak verdiği bir cevaptı bu.

Şimdi yazarken ne kadar uzun zamandır “eksantrik“ kelimesini kullanmadığımı düşündüm. Oysa hoş bir kelime.. Hem fonetik olarak hem manasından ötürü...

Aynı anda da, “Organize İşler“deki o sahne aklıma geldi; hani o “zira“yı duyunca afallıyordu ya, “Zira ne lan?“ diyerekten... Bir de, “zâni“ sahnesi vardı ya... (Zina yapan)

Heh hee... Dağıldım yine...

Oysa ‘eksantrik’ bir soruyla karşı karşıyayız...

“Seksin duygusal şekli olur mu?”

‘Şekil’ olayı!

Ya, asıl ‘eksantriklik’ farkında mısınız ama, sorunun başka bir yerinde...

“Şekil“ diyor...

İşi bitiriyor!

Yani galiba aslında soruyu böylece cevaplamış da oluyor!

‘Zira’ seks aslında şekillerden mi oluşuyor?

Yoksa duygulardan mı?

İkisi bir yerde ve bir şekilde aslında ayrılıyor mu?

“İdeali sevdiğinle, âşık olduğunla seks yapmak” meselesinden bahsetmiyoruz; olayın kendisindeyiz, öyle düşünün.

Eee...

Düşünüyorum...

Hatırlamaya çalışıyorum!!!!

Şekil olarak!

Tıpkı yemek yemek gibi...

Onu da romatik hâle getirmenin imkânı yok!

İstediğin kadar şık sofra hazırla, müzik koy, ışığı hafiflet, giyin, süslen fark etmez; ‘zira‘ sonuç olarak o çiğneme hareketi, bir nevi geviş getirme!

Düşünsene salata yiyorsun mesela... Gırt gırt gırt... Çiğneye çiğneye...

Tıh!

Nasıl olacak da, olacak!

İkisi de yanlış...

Belki bu yüzden filmler hep ‘oraya’ kadar... Ama kızlar bu konuda ikiye ayrılmış:

“Sevişmede bir ruh, bir aşk bir onun teni arzusu vardır” diyenler...

Ve... “Evet seks ‘duygusal’ bir eylem değildir. Hormonal, arzulu, şehvetli, ateşli ama her iki tarafa da zaten bu ‘hayvani‘ yönü ile büyük zevk veren bir eylemdir. Ha, kadın-erkek arasında diğer faaliyetlerde büyük duygusallıklar yaşanır, sevgiliyi uzak yolculuğa uğurlarsınız içiniz cızz eder, ağlarsınız mesela. Ya da ‘romantik’ yemeklerde olan tavırlarınız... Sokakta el ele yürürken vs. Ama o sırada değil!” diyenler...

Erkekler mi?

Onlar mı ne düşünüyor?

Onların ikinci satırdan sonra düşündüklerini sanmıyorum!!!

Aramızdaki fark da burada “zira”...

Onlar o anı, biz başını ve sonunu hayal ediyoruz...

Da... Bu da eksantrik!

Zira... İkisi de yanlış!

Yazının devamı...

O işin duygusalı olur mu?

En Büyük Yumruk” filmine RTÜK’ten ceza gelmiş ya...

Üşenmedim, sabrettim, izledim.

Bildiğiniz, tipik bir Cüneyt Arkın filmi.

Ama tarihi değil, bu zamanda geçiyor. Yani çevrildiği 1983’te.. Tahmin edeceğiniz gibi, 1 saat 16 dakikalık filmin yüzde 95’i kavga sahnelerinden oluşuyor.

RTÜK’ün film hakkında hazırladığı rapor ise şöyle:

“Çıplaklığın sıklıkla ortaya koyulduğu, kaba cinselliğin yapım boyunca devam ettiği görülmektedir. Kadın mahrem sayılabilecek uzuv ve organları, seyirlik malzeme halinde görsel bir meta gibi sunulmaktadır. Filmde duygusal boyutundan arındırılmış sevişme sahnelerinin sunulduğu görülmüştür.”

Şimdii...

Ya uyuşturucu?

Filmi sabırla izlemiş biri olarak...

Kabaca bir analiz yapacak olursam...

Evet, filmin yüzde 95’i:

Kavga...

Vahşet...

Adam öldürme...

İşkence...

Uyuşturucu kullanımı içeriyor.

Ama her nasılsa bunlar kimseyi rahatsız etmiyor! Yani mesela mayolu iki kadın esrar çekiyorlar.

Sanırım mayolu olmaları, esrar çekmelerinden daha dikkat çekici ve hatta daha fazla rahatsız edici!

Geriye kalan yüzde 5’in içinde evet bu tür bir-iki sahne var. Yani kadınların mayolu göründüğü...

Ancak gerçekten çirkinler... Asla ‘seyirlik malzeme’ olamazlar... Ha, erkekleri kadınlardan soğutması açısından zararlı olabilirler, o ayrı!

Ancak bir hamam sahnesi var ki, “erkeğin mahrem sayılabilecek uzuv ve organları”nın görüldüğü... Her kadını bırak erkeklerden, insanlardan soğutur.

O sahneye ayrıca ceza verilmesini önermekteyim!

En duygusal sahne!

Gelelim “duygusal boyutundan arındırılmış” sevişme sahnesine...

Tam 1 dakika 56 saniye sürüyor. Hadi iki dakika diyelim.. Sevişme değil de, ön sevişme sahnesi...

Bana sorarsanız filmin en duygusal 2 dakikası...

İkisinin de omuzdan yukarısı görünüyor. Öpüşüyor gibi yapıyor falan... Ama gözleri falan kapatıyorlar, duygusallar yani! Zaten sahne, her zamanki gibi ikisinin aşağıya doğru kaymasıyla sonlanıyor.

Gerçekten... Bir de filmin başından beri gitgide tırmanan bir çekim var aralarında. Öyle durup dururken sevişmiyorlar, var bi nedenleri...

Hiç yadırgamıyorsun. Yani oraya o sahneyi koymasan, o çekimin anlamı kalmayacak! Amaaan film işte!

Aslında RTÜK’ün bu tavrına da şaşırdık mı? Hayır.

Zaten benim takıldığım yer yine başka... Bu ceza üzerine Cüneyt Arkın’a düşüncelerine sormuşlar. O da cevabının bir yerinde diyor ki:

“Seksin duygusal şekli mi olur?”

Hadi bakalım...

Olur mu, olmaz mı?

Yazının devamı...

Kendine yalan söyleyemiyorsun...

Ne kadar görmezlikten gelirsen gel, aslında hissedersin.

Anlarsın.

İlişkinin olması gerektiği gibi olmadığını bilirsin de, almaza yatarsın.

O ana kadar...

Herkesin “o an“ı farklıdır ama bıraktığı duygu aynıdır!

Değersizlik...

O an, aslında seni sevmediğini anladığın andır!

Hani hafta başında Meryem Uzerli‘nin cümlelerini çıkarıp “Herkes kendini gördü” diye yazmıştım ya...

O sözleri kim bilir kaç kadın, kaç kere kendi kendine söyledi?

kim bilir kaç kere aynı acıyı çekti.

Üstelik aslında ne olduğunu ya da ne olmadığını çok da iyi bildiği hâlde!

Çünkü “kendine yalan söyleyemiyorsun...”

Şimdi de o cümlelerin ‘aslında’ ne demek olduğuna bakalım mı?

Yüzleşelim mi?

Hadi...

Doğru mu, değil mi?

- “Ben bir adam sevdim, o adam aslında yoktu.”

(Aslında vardı da... O seni, senin onu sevdiğin biçimde ve o kadar sevmedi!)

- “Cinsel anlamda seni çekici bulmuyorum. Biraz zayıflasan. Bunu senin iyiliğin için söylüyorum.”

(Aslında sana doydum. Doymasam iyiydi ama..)

- “Beş-altı gün çok mutsuz ama bir gün mutlu olabiliyorduk. O bir gün için, beş gün mutlu olmayı kabul ettim.”

(Bir gün onu yenebileceğimi umut ettim.)

- “Birden çekip gitti, beni orada yalnız bıraktı. Yanımda para da yoktu...”

(O gün ayrıldığımızı anladım ama kabul etmek istemedim.)

- “Yemek yiyoruz, güzel vakit geçiriyoruz, birlikte oluyoruz, sonra ayrılıyoruz. Ben bu ilişkide sadece bir misafirdim.”

(O ayrılmalar yaralıyordu beni ama zamanla düzelir sanıyordum. Ayrıca baskı yapmak istemiyordum.)

- “O benimle bir ilişki de yaşamadı aslında, sadece takıldı. Ama benimle birlikte olmaktan keyif de alıyordu!”

(Ben de kaç kere sadece “takılayım” dedim ama başaramadım.)

- “Henüz zamanı değil. Bana biraz zaman ver. Ama inan seni çok seviyorum..”

(Ne kadar uzatsam kâr...)

- “O kadar ikna edici konuşuyordu ki..”

(Söyledikleri o kadar güzeldi ki, ikna olmak istiyordum.)

- “İç sesim sürekli bana ‘burada bir yanlış var’ diyordu. Çünkü insanın içi, aslında neyin ne olduğunu biliyor. Kendine yalan söyleyemiyorsun.”

(Onu bırakmak istiyordum ama o gücü kendimde bulamıyordum. Bir de, ufak da olsa hâlâ umudum vardı.)

- “Bir süre sonra enerjisi düşüverdi. Depresif, problemleri ve sıkıntıları olan birisiyle karşı karşıya kaldım.”

(O hâliyle belki bana bağlanır diye düşündüm.)



Doğru mu?

E, o zaman artık yalan söylemeyi bıraksak... Hiç olmazsa kendimize!.


Yazının devamı...

Bir ‘yalnız baba’nın hikâyesi...

Yalnız anneler” var ama “yalnız babalar” da var...

Kendi hikâyesini, kendi açısından, kendi duygularıyla, çok da samimi anlatmış. Biraz kısaltmak zorunda kaldım. Önce okuyalım...

“Bir İtalyan kadını sevdim, hem de çok sevdim... 6 aylık bir ilişkimiz oldu. Hamile olduğunu söylediğinde önce sevindim sonra gerçeklerle yüzleşmeye başladım. İlk tepkim inkâr değil, çocuğu nasıl büyütebileceğimiz oldu.

Aramızda 1.300 km mesafe, bir ülke ve iki deniz var. Öfkem ve isteksizliğim, o çocuğu birlikte büyütemeyecek olma korkusuydu. Sevdiğin bir kadın bir de üstüne sana çocuk veriyor. Ne kadar güçlü bir duygu bu. Onun soğuk ve takmayan tavrı beni çileden çıkardı. ‘Biz damızlık mıyız?’ gibisinden kendimi gerçekten kullanılmış hissettim. Kendimden nefret ettim, ‘O renk renk, boy boy şeylerden niye kullanmadım?’ dedim. Çünkü sevdim, güvendim..

‘Ailesinden çekindim’

Roma’ya gittim, onu Türkiye’ye gelip, benimle yaşamaya ikna etmek için. Kendinden emin ve beni takmayan bir şekilde bunun imkânsız olduğunu, ilişkimizin böyle süreceğini söyledi: 2 - 3 ayda bir, 1 haftalık buluşmalar şeklinde. Ben de böyle devam edemez dedim. Kararlı ve sert duruşuma, o duygusal mesajlarla karşılık verdi. Fakat çözüm neydi?

Ara ara mesajlaştık. Sonra 2 ay haberleşmedik. Taa ki ben hamileliğinin 6. ayında arayıncaya kadar. Görmek istediğimi söyledim. Biletimi aldım. Anne babasına geleceğimi haber verecekti. Hamileliğinden beri onlarla kalıyordu. Cevap vermedi.

Çekindim, anne-babasından tırstım. Binemedim o uçağa... Beni aradı, gelmediğime çok kırıldığını söyledi. Ben öyle anlamamışım demek ki.

2 hafta sonra cesaretimi yeniden topladım. Sonuçta çocuğum geliyor dünyaya. ‘Nasıl davranırsa davransın, ne tavır takınırsa takınsın, çocuğuma gideceğim’ dedim. Tüm kapris ve aşağılamalarına göğüs gerdim, hep aradım sordum onu.

‘Keşke benimle evlenseydi’

Bütün ısrarlarıma rağmen doğumda bulunmamı istemedi. Ve oğlum doğdu! Doğar doğmaz beni aradı! Çok mutluydu ve mutluluğunu benimle paylaşıyordu. Fakat ertesi gün film tekrar başa sarılmaya başladı: Kaprisler, soğuk tavırlar...

Israr ettim, 5. gün Roma’ya gittim! Bir otelde 3 gün kaldım. Yavrumu kucağıma aldım, sevdim, kokladım. 3 günümü dolu dolu onunla geçirdim. Annesi maalesef yüzüme dahi bakmıyordu... Ayrılırken ‘Hoşçakal‘ bile demedi. Keşke Türkiye’ye gelseydi, benimle evlenseydi de kendi hayatımdan vazgeçseydim. O günden beridir, her hafta arıyorum oğlumu. Arayacağım da. Elimden geldiğince yavrumu görmeye gideceğim. Tek ümidim oğlumun ileride bana sitem etmemesi ya da benden nefret etmemesi...”

Yazının devamı...

Adamın durduğu yere bak!

Nerede durabilir ki?

Çok fazla alternatif yok zaten:

Ya önünde...

Ya arkanda...

Ya da yanında durur.

Ha, arsızlık edip, “Bunun altı-üstü de var!” diyenlere cevabım hazır:

Onlar durmazlar!

Biz duranlara bakalım...

Adamın durduğu yere...

Bazıları, pardon, çoğu kadının önünde durur. Ne kadar medeni, ne kadar entelektüel olsa da, “bana muhtaç olsun” içgüdüsünün önüne geçemezler. Yavaş yavaş kadını aşağıya çekerler. “Tüketirler.”

Bu süreç o kadar sinsi ilerler ki, kadın ne zaman her hareketi için “izin” alacak hâle geldiğini anlayamaz. İşin içine “bilgi vermek“ yerine “izin almak” girmiştir artık.

‘Medeni’ görünenler

İşin ilginç tarafı, kadını engelleyen adamların medeni görünenleri kendilerini bu gruptan saymazlar. Hiçbiri “ben kadına saygı duymam“ demez. Öyle de hissetmez ama öyle hareket eder!

Saygısızdır. Kadına değer vermez.

Mesela kendi telefonunu yenilediğinde eskisini eşine verir. Bunun tam tersi olmaz, olamaz.

Mesela evin küçük arabası kadının, asıl arabası kendisininkidir.

Mesela rahatlıkla, “bana su getir“ der, ama kadın ona “Bana su getir” dese...

Böyle binlerce örnek var.

Ama sorsan... Çok medeni ve öyle maço adamlardan değildir! Oldu!

Bazıları da kadının arkasında durur. Anlarsın zaten... Yani, “Her başarılı kadının arkasında da, bir erkek vardır.”

Ancak...

Yüzde 5’i geçmez

Bu riskli bir durumdur. Her ne kadar egosundan kurtulmuş olursa olsun bu durumdan bir gün sıkılır.

O zaman da...

Ya egosuna yenilir ve kendisini özne yapan, ona hayran biriyle aldatır.

Ya da gerçekten dürüst ve medeniyse...

“Ben de varım. Seni seviyorum ama gidiyorum” der. Başkasına değil, kendine gider... Ve tabii sayıları çok çok az olsa da kadının yanında duran adamlar da vardır.

Bunu okuyan erkeklerin yüzde 90’ı kendini burada sansa da gerçek oran yüzde 5’i geçmez.

Kadını engellemeyen, gerçekten saygı duyan ve onu ‘değerlendiren...’

Birlikte eğlenen, birlikte üzülen...

Kadını, kendisine ait bir varlık değil de, bir başka insan gibi gören adamlar da var tabii... Ama şu oranı biraz abarttım mı ne?

Yüzde 2 mi desek?

Yazının devamı...

Bütün kadınlar ağlıyor...

O röportajı okuyan bütün kadınlar ağlıyor...

Çünkü herkes ucunda-kıyısında veya tamamında kendisi görüyor.

Üstelik ille de onun yaşadıklarının aynısını veya benzerini tatmış olması gerekmiyor çünkü o duyguyu bütün kadınlar biliyor.

Herkes biraz kendisini görüyor.

Pislenmeyi...

Aşağıya çekilmeyi...

Değersizleştirilmeyi...

Ayşe Arman’ın Meryem Uzerli’yle röportajından bahsediyorum.

Onun anlattıklarında kimi kendini akladı, kimi sakladı, çoğu da ağladı.

Ama herkes orada kendini gördü...

Aynaya bakar gibi!

İsyan gibi!

Her cümlede bir kadın:

Kimi, “Ben bir adam sevdim, o adam aslında yoktu”da takılı kaldı...

Kimi, “Cinsel anlamda seni çekici bulmuyorum. Biraz zayıflasan. Bunu senin iyiliğin için söylüyorum” aşağılanmasında...

Kimi, “Giydiklerini beğenmiyorum”da buldu kendini...

Kimi, “Beş-altı gün çok mutsuz ama bir gün mutlu olabiliyorduk. O bir gün için beş gün mutsuz olmayı kabul ettim” itirafında...

Kimi, “Gözümdeki ışık gitti” karanlığında...

Kimi, “Birden çekip gitti, beni orada yalnız bıraktı. Yanımda para da yoktu...” anısında...

Kimi, “Yemek yiyoruz, güzel vakit geçiriyoruz birlikte oluyoruz, sonra ayrılıyoruz. Ben bu ilişkide sadece bir misafirdim” açmazında...

Kimi, “O benimle bir ilişki de yaşamadı aslında, sadece takıldı. Ama benimle birlikte olmaktan keyif de alıyordu!” çıkmazında...

Kimi, “Henüz zamanı değil. Bana biraz zaman ver. Ama inan seni çok seviyorum...” kanmalarında...

Kimi, “O kadar ikna edici konuşuyordu ki...” saflığında...

Kimi, “İç sesim sürekli bana ‘burada bir yanlış var’ diyordu. Çünkü insanın içi, aslında neyin ne olduğunu biliyor. kendine yalan söyleyemiyorsun” sezgilerinde...

Kimi, “Bir süre sonra enerjisi düşüverdi. Ben depresif, problemleri ve sıkıntıları olan biriyle karşı karşıya kaldım” gerçeğinde...

Kimi de, “Ve sonunda tükendim...”de.

Herkes bir cümlede gördü kendini...

Kimi bunları hâlâ yaşıyor, kimi eski bir yarasını görüyor...

Bu ara, röportajı okuyan bütün kadınlar... Ağlıyor...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.