Şampiy10
Magazin
Gündem

Tatsız insan bitmez...

Biliyorum ki, üstüne alınan çıkmayacak... Onun için tatsız insanlara devam...

İsmini koyamadım, şu tip insanlar vardır:

- “Hiç unutmam, derviş bir dedem vardı. Oturaklı, görmüş geçirmiş bir adamdı. Bir akşam yine sohbet ediyoruz, daha doğrusu o anlatıyor, ben dinliyorum; dedi ki...”

Hoş bir şey öğreneceğin beklentisiyle bütün dikkatini verirsin, “Allah kimseyi elden ayaktan düşürüp, kimseyi kimseye muhtaç etmesin.”

Vay beee... Lafa bak! Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi!

E, Nobel verselermiş keşke dedene!!! Harcanmış...

Birden boşluğa düşersin. Sen öyle boş boş bakarken o ekler: “Ben hiç hastalanmadan, böyle uykuda falan ölmek isterim.”

Oldu o zaman!

Orada kendini tutamazsan şöyle cevap verirsin: “A-a! Niye be? Ben yanarak veya boğularak yani can çekişerek ölmek isterim. Ya da senelerce hastanelerde sürünerek. Bir de tercihan ele güne muhtaç olarak...”

Üffff...

- Ben demiştim insanı...

Kaşlarını kaldırarak nasıl bir mütebessim ifadeyle o sözü kullandıklarını ve bundan nasıl bir haz aldıklarını tarif etmeme gerek yok. Hani “Ben sana taaa o zaman demiştim” derler ya... Sanki konu sensin! Ama bir uyarı yapmak zorundayım:

Ben demiştim insanı olmak an meselesidir, dikkat edilmelidir.

- Tacizciler...

Dürterek, dokunarak konuşurlar... Kolundan tutar, bir de arada bir dürter. Hiç olmadı, orandan burandan toz toplar. Üstelik aynı zamanda sözle de taciz ederler,

“Di mi? Di mi?” diyerekten... Daha olmadı, sürekli sorar: “Haksız mıyım yani?”, “Hı? İyi dememiş miyim?”

Seni ortak eder ve sürekli onay bekler. Tutar seni yani... Tutar ve bırakmaz. Ondan asla kurtulamayacağın hissini verir. Daralırsın...

- “Ne dedi”ciler...

Hep beraber gülüyorsunuzdur, kulağına eğilir “Duyamadım, ne dedi?” diye sorar. Sen de kısaca anlatıverirsin. Biraz sonra bir konuyu tartışırken yine kulağına eğilir, “Ne dedi?”

Eee... Ama nereye kadar? Nereye kadar taşıyabilirsin ki? Oldu olacak getir nüfus kâğıdını üzerime geçireyim seni!!! Yani...

- Baykuşlar...

Baykuşlara haksızlık olacak ama onlar sürekli üzerine bir ölü toprağı atma hâlindedirler. Mesela çocuğundan bahsediyorsun değil mi, “Hııı... Büyüt büyüt! Biz de büyüttük, gördük!”

Ne gördün? Ne diyon yani?

Mesela “Seyahate gideceğiz” diyorsun: “Hıı... Gidin gidin bakalım... Biz de zamanında gittik ama sen de yaşlanacaksın inşallah!” Güya çok yaşarsın anlamında ama...

Bunlar genellikle hep hastalık anlatanlarla karıştırılabilirler... Ama hastalıkçıların yeri ayrıdır!

“Nasılsın?” demeye korkarsın!

Çok neşeli bir ortamda bile...

Düğünde mesela, “Nasılsın?” diye sordun. Sordun ve bittin sen! “Amaaan... Hiç sorma. (Keşke ama!) Hiç iyi değilim hiç! Dert geldi mi gitmiyo...”

“E, bir doktora gitsen..”

“Bir doktora gitsem bi daha çıkamam. Kimbilir neler çıkar neler... Gitmiyorum mahsus... Ah, ahhh...Bak şimdi bile tansiyonum mu düştü nedir? Üstümde bir ağırlık...“

O ağırlık sana geçmeden kaçman lazım.

Kaç!

Yazının devamı...

Tatsız insan portresi...

Bazı insanlar iyidir, hoştur ama tatsızdır.

Niye?

Onları tatsızlaştıran bir şey vardır.

Mesela...

- Laf çalanlar.

Sen bir şey anlatıyorsun ya, daha bitirmeden, “asıl ben de...” diye konuyu kendisine bağlayanlar. Bir de başına, “asıl” ekler, seni de anlattığını da gömer. Üstelik ona ne anlatırsan anlat, her konuda daha iyi bir anısı, bir düşüncesi vardır. Ağzından laf çalar, sonra da bir daha geri vermez. Kapatır telefonu ya da kalkar gider. Sen öyle kalırsın...

- Detaya takılanlar.

Şimdi diyelim ki evi su basmış, onu anlatacak... “Ya, bizim evi de su basmıştı, çok fenadır bilirim” diyecek, bitecek değil mi? Hayıırrr... Başlar anlatmaya: “Hiç unutmam, geçen sene eylül ayıydı. Yok ekim miydi yoksa? Hastaneye kontrole gittiğime göre, tamam eylül sonu... 25’i veya 27’si falan. Sabah saatleri 9 - 10 gibi... Veya en fazla 11.00...”

Aaaa...

Telefondaysan telefonu duvara fırlatasın gelir, karşındaysa yandın o zaman! Daha evini su basmasına bir ay var, o arayı anlatacak!

Ha, bir de “hastaneye gittim” dedi ya, o arada bir es verir, “niye hayırdır?” diye sorman için. Sen sormayınca devam eder.

Bunların en fenası ikisini bir arada bulunduranlarıdır; hem laf çalıp hem detaya takılanlar. Yani sen “evi su bastı” dedin ya, hemen lafı alır, başlar anlatmaya; “eylül müydüü.. ekim miydiii...” diye!

Onu dinlerken kendini asasın gelir. Lafını kesecek bir ara bile bulamazsın. Yazarken bile içim daraldı.

Bir de tam tersi vardır, hiç detay vermeyenler...

Mesela atıyorum, “360 TL trafik cezası yedim” der. “Aaa...” dersin, “Niye?”

- Öyle işte...

- Kırmızı ışık mı?

- Yok yaa...

- E peki ne? Hız mı?

- Yok yahu?

- Kaza mı yaptın? Ne oldu?

- Tıh, kaza yapmadım.

İçin şişer için!

Allah cezanı vermiş dersin, 360 TL az bile! Hiç söyleme o zaman! Ya söyle ya söyleme!

Bu ne be!

- Fıkra anlatamayanlar...

Onlarsız olmaz!

Hem anlatamaz hem de anlatamadığı fıkra tatsızdır. Nasreddin Hocavari... Hani, “Ya tutarsa?” demiş ya, onun gibi! Sen suratında donup kalmış acıklı bir gülümsemeyle kalırsın.

O kahkahalar atarken hem de!

Bir de, “biliyorsan söyle”ciler vardır.

Ne bileyim bilip bilmediğimi, daha başlamadın ki! Çünkü daha başlamadın sorarlar ya!

“Şu jinekolog fıkrası yaa...”

“Tabii... Ben jinekolog fıkraları uzmanıyım, hepsini bilirim. Anlatma boşuna” diyeceksin ama...

Hı, fıkranın açıklamasını yapanları hiç anlatmıyorum bile..

Ne diyeyim?

İdare etcen artık!

Yazının devamı...

Çok mu istiyorsun?

Çok mu istiyorsun? Hemen mi olsun? Hemen orada, o anda!

Tam evden çıkarken mesela...

O zaman formül şu:

Geçeceksin karşısına, ellerini saçlarının arasına sokup kafasını tutacaksın. Gözlerinin içine içine bakacaksın. Sonra da, “Mahmut akşam eve gelirken süt al” diyeceksin.

Heh hee...

Bir erkeğe süt almasını söyleyecekseniz ve bunu unutmasını istemiyorsanız, böyle yapmanız gerekiyormuş.

Bir de, bu arada mümkünse dekolte giyinmeyecek ve adamın kulaklarını kapatmayacakmışsınız.

Yanlış anlar diye herhâlde!

Olan süte olur!

Peki anlar mı? Yanlış anlar mı yani?

Geceliğinin önü açılmış, adam tam kapıdan çıkarken karşısına çıkmışsın, ellerini saçlarının arasına geçirip kulaklarından kavramışsın...

Sen “Mahmut süt al” diyeceksin ya, daha “Mahmut..” derken, o...

Sütten aklına meme, memeden başka şeyler gelebilir. Aklı karışabilir yani!

Hayır olan süte olur! Unutur, o bakımdan!!! Ya da...

Korkar. Hele evlilik 7 yılı aşmışsa... Kesin korkar. Yani bir de adam tarafından olaya baksan:

Sabah evden çıkarken kadın karşısına çıkıyor, ellerini saçlarının arasına sokuyor ve...

“Mahmut” diyor...

Cümlenin gerisi gelmeden Mahmut’un hayatı gözünün önünden bir film şeridi gibi geçer!!!

“Hadiii... N’oluyor lan? Sabah sabah... Hamile mi yoksa bir şey mi isteyecek?”

İçgüdüleri devreye girer ve ona “Kaç oğlum! Düzgün gitmeyen bir şeyler var“ emrini verir. Arkasından gelen, “süt”ü mütü duymaz bile...

Aklına “başka şeyler” de gelmez! Bir ihtimal gelse de, içi çekmez. Yani akşam eve o süt gelmez.

Mesele ‘sol küre’de

Bence riske girmeye hiiç gerek yok; bağırsan da olur. Anladığım kadarıyla önemli olan, dikkatini çekmek.

Bir de, ne yani? Her sabah karşısına çıkıp saçlarından kavrayıp market listesi mi vereceksin? Korku filmi gibi!

“Mahmut, iki limon, bir kilo domates ve arap sabunu al”

Arap sabunu?

Belki aklında sadece bu kalır. İşe gidince birine sorar; “arap sabunu ne?”

Düşünsene Mahmut için sabahları evden çıkmak kâbusa dönmüş. Kadının nereden karşısına çıkacağı belli değil!

Sessiz sedasız parmaklarının ucunda kapıya ulaşmış, tam kapıyı açacakken alttan kadın fırlıyor,

“Mahmut! Et-Balık Kurumu’ndan kıyma al!“”

Bak, işte şimdi o kıyma eve gelir. Ama adam gelirse tabii!!! Ya ikisini de kazanır ya ikisini de kaybedersin!

Geyiğin bu kadarı olur.

Aslında tanı şu: (Benim değil, bilimsel bir tanı.) Erkeklerin sol küresinin gelişimi geciktiği için kadınlara oranla konuşma, işitme ve muhakeme sorunu yaşıyorlar. Erkekler bir şey yaparken kadınları duymamalarının sebebi bu.

Yazının devamı...

Sonbaharın sonu...

Sonbahar depresyonuna her sonbahar çareler bulurlar ya...

O çareler insanı depresyona sokar.

Bakın, haksız mıyım...

- Odanıza gün doğsun: Yatak odasında zaman ayarlı aydınlatma sistemi kurmak ve alarm çalmadan yarım saat önce suni de olsa yatakta gün doğumunu hissetmek uyanmayı kolaylaştırır.

(Oldu! Bir de şelaleler filmi dönsün bari! Sabah sabah şelaleye girecez diye duvara kafayı geçirip ayılırız! Depresyon falan da kalmaz!)

- Hayatınıza ışık sokun: Özellikle gündüzleri bulutlu bile olsa dışarı çıkın ve güneş ışığını görün...

(Onu da sanal yapsak! Koridora sokak animasyonlu sistem falan... Depresyon bu, depresyon! Hani yorganın altına saklanma durumu!)

- Hareket sizi kurtarır: Spor merkezinde, evde veya hatta tercihen dışarıda kalbiniz 140’ın üzerinde çarpsın!

(Ölelim bitsin bu iş diyorsun! Temiz iş! Ne uğraşacan, zaten tekrarlara girmişiz!)

- Şekere dikkat: Kışın özellikle de tatlı yeme eğilimi artar. Bunlar bedende uyuşturucular gibi biyokimyasal sistemleri etkiler.

(Eee? Yiyelim mi, yemeyelim mi?)

- Sosyal hayatı unutmayın: Arkadaşların, ailenin, iş arkadaşlarının, komşuların önemini azımsamayın. Her şeye boş vermek istediğinizde kim size el uzatır? Bazen bir telefon, kahve sohbeti veya e-mail sizi canlandırır.

(Aslında bir oyunda level atlamak da iyi gelir ha!)

- Kışa heyecan katın: Bir şeyi yaşamayı beklemek insanı motive eder. Kayak, kızak, kar yürüyüşü, buz pateni gibi faaliyetleri heyecanla bekleyebilirsiniz.

(Ne hâle geldik! Heyecanla beklememizi umduğu şeylere bak! Vah vaahhh... Bari İngilizcelerini yazsaydı!)

- Gevşeyin: Herkesin sakin kalmaya ihtiyacı vardır. Bu zamanda dikkatinizi içe döndürüp ruhsal olarak sakinleşmeye, bedensel olarak gevşemeye ayırın.

(Depresyon zaten gevşeklikten, içe dönüklükten oluyor be kardeşim! Şu kayak daha iyiydi!)

- Uyku: Ne fazla ne de az olmalı: İnsanlar soğuk havalarda doğal olarak daha uzun uyur. Bu fizyolojik bir ihtiyaçtır ve saygı göstermek gerekir. Özellikle de hafta sonları çok fazla uyumamaya özen gösterin, bu insanı daha yorgun düşürebilir.

(Şu maddenin tamamı insanı depresyona sokmaz mı? Azı karar çoğu zarar, her şeyin başı sağlık kıvamında! İç sıkıcı...)

- Mevsimi kabul edin: Sonbahar, kış, kendine özgü deneyimleri beraberinde getirir. Değişen doğasından, artan tiyatro sayısına, sebzelerinden televizyondaki programlara keyif aldığınız şeyleri fark edin. Kot giymek ve salep içmek ağustosta pek yapmadığımız şeylerdir.

(Ağustosta bütün yapamadıklarımızı şimdi yapabilsek neyse de! Kot giydik diye depresyon geçmez! Çıkarınca geçmediği gibi!)

Bence siz bunların hepsine boş verin...

Dedim ya, sonbahara depresyon yakışır.

En iyisi...

Tadını çıkarmaya bakın.

Yazının devamı...

Sonbahar senfonisi...

Sonbahar geldi ya, yataktan çıkmak falan istemiyoruz ya... Hayır,

yanlış anlaşılmasın, uyumak için! Uyumasak da miskinlik için... Öteki değil yani!

Sanki öteki türlü yataktan çıkmak istemeyen kalmış gibi!

Kaldı mı ki?

Bu soğukta!

Sanki tek engel de soğuk! Yoksa...

Yok yok, sonbahar depresyonu...

Zaten bu sene mayodan paltoya direkt geçiş yaptık ki, depresyonun âlâsıyla da tanışmış olduk!

Hâl böyle ya, televizyonlarda, gazetelerde hemen “Sonbahar depresyonu” haberleri başladı.

Başka haber yok ya!

Geçenlerde seyrediyorum, hem de bir ‘ana haber’de:

“Sonbahar depresyon yapıyor!”

Deme!

Hepsi gerçek

Yüzyılın haberi ya, devam ediyor. Hatta sokak röportajları falan...

- Sonbaharda depresyona giriyor musunuz?

- Girmiyorum evladım, hava soğuyunca eve giriyorum.

O zaman gençlere yöneliyor;

- Sonbaharda depresyona giriyor musunuz?

- Ay, eveet. Geçen sonbahar girmiştim, hâlâ çıkamadım!!!

(Bunlar gerçek ha, uydurmuyorum)

Aslında artık depresyon da, sonbahar kadar tanıdık oldu.

Herkes depresyona girdiğini, nasıl çıkacağını, ne kadar süreceğini az-çok biliyor.

Herkesin elinde kendisiyle ilgili ipuçları var.

Çok yemeye başlayanlar, iştahı kesilenler...

Kimi çok uyur. Uykuya tutturur depresyonunu...

Çoğu da uykusuzluğundan anlar mesela... Ya uyku tutmaz ya kendi uyur ama beyni uyumaz. Sabahın 5’inde zınk diye kalkar. Aklı bıraktığı yerdedir hâlâ... Ve bu durum her sabah tekrarlanır.

Ama artık bu konuda uzmanlaşmaya başladığımızdan mıdır nedir, artık daha detaylı ve daha kişisel belirtiler ortaya çıkmaya başladı...

Bazen o da güzel...

Mesela bir arkadaşımın ayaklarının üzeri üşümeye başlıyormuş. Oradan anlıyor depresyona gireceğini... Vardır belki bir açıklaması...

Başka biri, banyo yapmaya üşenmeye başlıyormuş. Hem de çok sevdiği hâlde... Ne zaman “Bu sabah duş almasam ne olur?” dese...

Birinin de gözü dalmaya başlıyor. Kafası mı duruyor ne?

Herkes depresyona girer de, kimi bunu fark eder, kimi etmez!

Sonbaharda ne giyeceğini şaşırmak yerine pardösü ve türevlerini giyen herkes, depresyona gireceğini de anlar.

Birkaç sonbahardan sonra, nasıl çıkacağını da bulur.

Çıkmak isterse tabii...

Çünkü bazen depresyon da güzeldir.

Kendin yönetebiliyorsan...

Üstelik...

Sonbahara depresyon...

Yakışır!

Yazının devamı...

Nereye böyle?

Neler oluyor bana?” diye kendi kendine soran herkese o cevabı vermiştim.

Kadınlardan sıkılan, eski iştahı kalmayan adamlara ve bu adamlarla karşılaşan kadınlara...

“Merak etmeyin, bir şey olmuyor” demiştim,

“Sadece oraya geldiniz...”

Nereye?

İşte tam oraya...

Terazinin dengelendiği yere.

Dünkü mail’i okurken, istediği an elde edebileceğini anlayınca iştahı kapanan adamın hâlinde, eski bir duyguyu buldum.

Eski ve kadınsı bir his.

Hatta bir durum;

İstediği erkeği elde edebilen kadının özgüvenle karışık sıkıntısı, kaygısı...

Kendi marifetinden değil sırf erkeklerin açlığından yani bedavadan elde edilmiş bir müşkülpesentlik!

Sırasıyla...

Kadınların kıymetli olduğu

dönemler...

Doğrusu zevkliydi ama doğru değildi!

Sonra roller değişti...

Son 10 yılda yavaaaş yavaş kadınlar hafiflemeye başladı.

Bazıları gerçekten hafifledi, bazıları da beceremedi, hafifleşti!

Hafiflemek iyiydi.

Ama adamlar bunu yanlış anladı. Daha doğrusu yılların açlığını bol bol kadın tüketerek kapatmaya başladılar.

Ve bir gün geldi, erkekler kıymete bindi.

Onlar da tıpkı eski kadınlar gibi bu durumun tadını çıkarmaya başladılar.

Müşkülpesentlik sırası onlara

geçmişti.

Bu da onlar için zevkliydi ama doğru değildi!

Nitekim bir süre sonra onlar da tıpkı eski kadınlar gibi, kolay elde edebilmenin sıkıntısını yaşamaya başladılar...

İştahları kapandı.

Çünkü bir erkekte, bir kadında veya bir ilişkide, “elde edebilmenin” bir manası yoktu!

Çokluk-azlık, arz-talep, bir ilişki tarifinin içine giremezdi.

Giremedi de!

Çare sandıkta!

Nihayet!

Terazi dengeye geldi.

Kadınlar da, erkekler de, birbirlerini kolayca elde edebilmenin veya edememenin dayanılmaz hafifliğinde...

Erkeklerin açlıkları bitti, kadınların şımarıklığı törpülendi. Artık başka şeylere bakmanın zamanı geldi. Sıra nitelikli değerlendirmelerde...

“Alış-veriş”in içeriği değişti,değişiyor; eli kulağında! Sandıkları karıştırın, marifetlerinizi çıkarın!

İki taraf da, silkinip kendine gelmeye başladı. “Neler oluyor bana?” demesinden belli!

Telaşlanmayın, bir şey olmuyor!

Sadece oraya geldiniz.

Hoş geldiniz...

Yazının devamı...

Neler oluyor sana, bana, ona?

Hiçbir şey eskisi gibi değil!

Geçen seneki gibi bile değil.

Bu işin buraya geleceğini biliyordum, daha doğrusu umut ediyordum; nihayet geldi.

Hangi iş?

Nereye geldi?

Anlatacağım...

Belki kaç gündür uğraştığımız soruların cevabını da burada bulabiliriz.

Hani, “Hemen öpsen, ne olur?”, “İstenmeyen kadın olur mu?”ların...

Ama önce mail‘e bir göz atın:

Bir anda pufff!..

- “Bir hatunla akşam yemeğe çıktık (yemeğin öncesi var ama aynı hikâyeler ve aynı süreçler olduğu için yazmıyorum). Yemekten sonrası da malum beklenti ve hevesler içindeyiz.

Yemek çok güzel geçti. Yemeğin sonunda lavaboya gitti. Döndüğünde makyajını tazelediğini gördüm. Biraz önce yalayıp yuttuğu ruj yine dudaklarındaydı ve muhtemelen tadına bakmamı arzuluyordu. Parfümünü de sıkmıştı. Geldi masaya oturdu ve içi gülen gözleriyle derin ve anlam yüklü bir bakış fırlattı.

Biraz önce bir semazen gibi huşu içinde dönen ben, masanın üzerinde dansöz gibi kıvırmaya başladım. Puff! Bir anda bütün sevişme isteğim kayboldu. Bu hatun da sonunda sevişeceği geceye karar verdi, bu gece rıza gösterecek.

Ne oluyor yaaa!!!

Romantik hatta harika bir yemekten sonra geceye devam etme heyecanım birdenbire kayboluyor.

Kahveye çıksam veya çıksa sadece gecenin sonunda olması gerekeni yapacakmışız gibi hissediyorum. Ama sonrası yani kaybolma isteği ve arzusu ağır basıyor.

Arabam yerine taksiyle bırakıyorum mahsustan. Taksicinin duruma seyirci olmasının avantajıyla romantik bir konuşma ve öpüşmeden kurtarıyorum kendimi.

Bir sms gönderiyorum, taksiyle restoranın otoparkındaki aracıma giderken: “iyi uykular, rüyanda beni gör.“

Muhtemelen mesajı okuyunca ağzını doldura doldura galiz bir küfür ediyordur. Sms’i okuyunca hemen arıyor, geceyi kurtarmak için şansını deniyor kendince. Bahanenin bini bir paraya satılıyor gecenin bu saatinde, bin tanesini birden satın alıyorum.

Ertesi gün “günaydın“ mesajı ve çiçek gönderiyorum. Sonra kendime gelmem, aynı isteği ve arzuyu duymam birkaç günümü alıyor. Neler oluyor bana...”

Oraya geldiniz, nihayet!

Çok haklı olarak soruyor; “Neler oluyor?” diye...

Büyük ihtimalle o kadın da soruyordur: “Neler oluyor bana?” diye...

Belki başkaları da...

Bir şey olduğu yok, merak etmeyin.

Sadece geldiniz...

Oraya geldiniz.

Nihayet!

Yazının devamı...

Arzulanmayan kadın var mıdır?

Enteresan!..

“Geceye bir öpücükle başlansa iyi mi olur kötü mü olur?” diye sordum ya, hani aradaki gerginliği atmak bakımından...

Erkeklerin çoğunluğu “Hayır” dedi, iyi mi?

Tercih etmiyorlar...

“İşin asıl en güzel kısmı, o zevkli gerginlik değil mi zaten?” diyorlar...

n “Asıl yaşanması gereken o duygular... Nasıl, nerde, önce kim? soruları değil mi işin zevkli ve masum yanı? Arabaya biner binmez ‘merhabaaa’ deyip dudaklarından öpersen ortamı yumuşatacağın kesin... Ancak aradan bu yaşanması gereken duyguları çıkardın mı ne gerek var hoş bir yemeğe falan... Köşedeki Hacı Dayı’da lahmacun yiyin olsun bitsin...

Her şeyin zırt zırt acele ile yapıldığı ‘iletişim araçları’ çağında bari o iş klasik yapılmaya devam etsin...” diyerekten hem de!

Adam vazgeçebilir mi?

Biz bütün hesaplarımızı erkeklerin her şartta ve her daim ‘istemeleri’ üzerine yapıyoruz ya, enteresanlık ondan!

Kadınlar daha atak, her zamanki gibi!

“Şimdi öpücük var ‘öpücük’ var yani:) Öyle ufak temaslı, dudak öpücüğü ile bence kimse ümitlenmesin. Ergen, liseli âşıklar gibi... Kendini erkeklerden ve seksten iyice korumaya çalışan ama tabii ki doğası gereği hiçbir şey yapmadan da duramayan kadınlar gibi...” diyor, sonra da işi başka bir tarafa yönlendiriyor.

“Nasılsa bu iş olacak düşüncesi bizim kafamızdan niye geçmesin?” diye sorarak...

İyi de, cevabı zaten cepte! Yani bir adamla akşam çıkıyorsan, gecenin sonu, çok özel bir durum yoksa, kadının elinde değil mi?

Nasıl olsa olur yani!

İstersen olur, istemezsen olmaz!

“Hayır” diyen adam...

Var mı?

Sorumu bilmiş gibi cevabını vermiş:

“Pekâlâ arzulanamayan kadınlar da var. Sadece tip, yaş vs. dolayı değil, muazzam aksi ve hesapçı huylarından dolayı.”

Bir adam, bir kadınla sevgili olmayı düşünmeyebilir, evlenmeyi aklından bile geçirmeyebilir de...

Arzulanmayan kadın...

Var mıdır?

O akşam çıkmışlar, iyi-kötü bir zaman geçirmişler ve kapının önüne gelmişler...

Adam vazgeçebilir mi?

İstemeyebilir mi?

İlişkinin değil, gecenin sonunu o tayin edebilir mi?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.