Şampiy10
Magazin
Gündem

Belki de gerçektir!

Hiçbiri...
Gönderdiklerinizin hiçbiri değil.
Hiçbiriniz Ak’nin (Akademisyenin) hikâyesinin devamını getiremedi.
İsterseniz baştan alalım:
“Kadın, kadın tarafını hiç ortaya çıkarmayan gayet ciddi biri.
Saçları ensede toplu, makyajsız, gözlüklü, resmi suratlı bir kadın yani... Üstelik sohbeti de hiiç özele yatkın değil.
Akşama doğru tam dağılırlarken bir
şey oluyor...
Kadın, Ak’yi kahveye davet ediyor.
Dırını nınnn...
Yok öyle hemen heveslenmeyin, zira Ak’nin de aklı uçmuyor. Yani...
Bu kadınla...
Ama Ak’nin yapacağı daha iyi bir şey olmadığından kahve teklifini kabul ediyor. Birlikte çıkıyorlar.
Yürürlerken bir ara kadın duraksıyor ve evinin çok yakında olduğunu, isterse kahveyi orada ikram etmek istediğini
söylüyor.
Ak için ne fark eder ki! ‘Tabii ki, teşekkürler’ diyor.
Ve kadının evine gidiyorlar.
Hiçbir şey şaşırtıcı değil. Duvardan duvara kütüphaneli, sade döşenmiş bir ev.
Kadın önce bir müzik açıyor, tabii ki klasik sonra kahve yapmaya mutfağa geçiyor. Biraz sonra elinde fincanlarla gelip kahveleri sehpaya bırakıyor.
Kütüphaneye göz gezdiren Ak’nin yanına gidiyor.
Ellerini, ensesinde topladığı saçlarına götürüp bir çırpıda açıyor ve...”

Sormuyor, emrediyor!

Tam burada kalmıştık...
Hiç uzatmayacağım.
Kadın, ellerini, ensesinde topladığı saçlarına götürüp bir çırpıda onları açıyor ve Ak’nin suratına okkalı bir tokat patlatıyor!
Şıraakkk!...
Ak’yi düşünsene...
Adam dağılıyor!
Ya da kendine geliyor da diyebiliriz,
göreceli yani!!!
Şaşkın gözlerle kadına bakakalıyor...
Kadın hiç ara vermeden...
Ne yapıyor?
Onu da yarın yazayım mı? Şaka şaka...
Amma tadını çıkardın diyeceksiniz ama ne yapayım, böyle hikâyeler artık kolay kolay çıkmıyor! Karaborsa’da...
Kadın tokadı patlatıyor, arkasından Ak’nin gözbebeklerinin içine baka baka
diyor ki:
“Benimle yatmak ister misin?”
Aslında bu kelimelerle değil, bildiğiniz en amiyane hâliyle soruyor.
Hatta galiba sormuyor bile, emrediyor! (Yoksa emretmeyi ben mi uydurdum?)
Zaten yakışmazdı. “Benimle birlikte olur musun?” diye sorsaydı... Yan yana yatalım, birbirimize dokunmadan uyuyalım gibi bir şey!
Kadın sahneyi hakkıyla tamamlamış!
Ya da Ak tamamlamış.
Film gibi değil mi?
Belki de böyle bir film vardır da, Ak rol çalmış bize anlatıyor!
Atıyor mu yoksa gerçekten böyle bir “şey” yaşadı mı?
Bazı hikâyeler vardır, kurgulanamayacak kadar saçma veya mükemmeldir ya...
Yani uyduracak olsa daha temkinli davranır, bu kadar uçmazdı..
Ne bileyim...
Not: Umarım hikâyenin gerisini merak eden yoktur!

Yazının devamı...

Gerçek olamayacak kadar...

Cümleyi tamamlayamaya kalkışsam...

Gerçek olamayacak kadar:

Fantastik...

Uçuk...

Saçma...

Tutarsız...

Çekici...

Heyecanlı...

Olağan...

Olağanüstü...

Bilemiyorum.

Gerçekten karar veremedim, en iyisi anlatayım, siz karar verin. Ya da beraber, her neyse!

Yalnız baştan şunu belirteyim, okuyacağınız hikâye birinci ağızdan anlatılmıştır.

Olay yurt dışında geçiyor.

Önemli ve ciddi bir seminerde...

Akademisyenler, bilim insanlarının bir araya geldikleri kalabalık bir toplantıdayız... Fikirler tartışılıyor, yeni tezler ortaya atılıyor falan...

Bizim kahramanımız da bir akademisyen. İsterseniz ona kısaca Ak diyelim, akademisyenin A, k’si..

Heh hee...

Seminerde bir kadın, bizim Ak’nin dikkatini çekiyor. Ama öyle kadın olarak değil, akademisyen olarak! Ne demekse!

Çünkü kadın, kadın tarafını hiç ortaya çıkarmayan gayet ciddi biri.

Saçları ensede toplu, makyajsız, gözlüklü, resmi suratlı bir kadın yani... Üstelik sohbeti de hiiç özele yatkın değil.

Akşama doğru tam dağılırlarken bir şey oluyor...

Kadın, Ak’yi kahveye davet ediyor.

Dırını nınnn...

Yaşananları bulana...

Yok öyle hemen heveslenmeyin, zira Ak’nin de aklı uçmuyor. Yani...

Bu kadınla...

Ama Ak’nin yapacak daha iyi bir şeyi olmadığından kahve teklifini kabul ediyor. Birlikte çıkıyorlar.

Yürürlerken bir ara kadın duraksıyor ve evinin çok yakında olduğunu, isterse kahveyi orada ikram etmek istediğini söylüyor.

Ak için ne fark eder ki! “Tabii ki, teşekkürler” diyor.

Ve kadının evine gidiyorlar.

Hiçbir şey şaşırtıcı değil. Duvardan duvara kütüphaneli, sade döşenmiş bir ev.

Kadın önce bir müzik açıyor, tabii ki klasik sonra kahve yapmaya mutfağa geçiyor. Biraz sonra elinde fincanlarla gelip kahveleri sehpaya bırakıyor.

Kütüphaneye göz gezdiren Ak’nin yanına gidiyor.

Ellerini, ensesinde topladığı saçlarına götürüp bir çırpıda açıyor ve...

Ve ne oluyor?

Ya, birden ondan sonra yaşananları yarına bırakmak geldi içimden.

Heyecanlı olsun diye...

Biraz fikir cimnastiği yapalım diye...

Hayal gücümüzü sınayalım diye...

Ama “yattılar” diye sığ bir sonuç yazacaksanız hiiiç zahmet etmeyin, bizi de aşağıya çekmeyin.

Hayal gücü diyorum, kafayı çalıştırın diyorum, nereye kadarsınız diyorum..

Hadi bakalım, “ondan sonra” yaşananları bulana...

Onu da siz bulun!

Yazının devamı...

“Şimdi bunlar gidiyor?”

Kim, nereye gidiyor?
Kimsenin bir yere gittiği yok. Giden başka bir şeyden bahsedeceğim.
Çünkü artık yok! Ve yokluğu, tıpkı giden birisinin bıraktığı boşluk gibi...
Doğrusu, nasıl anlatacağımı da bilemiyorum; en iyisi örneklerden yola çıkmak galiba...
Geçenlerde sık sık uğradığım bir antikacıya gittim. Ne var ne yok, geçen sefer atladığım bir şeyler var mı? diye...
Alacağımdan değil ha! Benimkisi, hadım keyfi...
Nerdee bende Türkiye’deki antikacılardan antika alacak para! Ufak tefek parçalar bile Avrupa’dakilerin en az 3 misli. Üstelik onlarınki gibi/kadar temiz de değil.
Ama konumuz da bu değil.

Yetiştiremiyorlar!..

Oraya her gittiğimde hayranlıkla seyrettiğim kocaman İtalyan ceviz bir büfe vardır; her seferinde, “Öyle bir evim olsa da, şunu alsam” diye üç dakika kadar hayallendiğim... Bu defa, yine o üç dakika için ona baktığımda...
O da ne?
O koskoca güzelim ceviz büfe, altın yaldızla boyanmış! Hem de tamamı...
Ağzımdan çıkıverdi:
“Bu ne?”
Antikacı, çaresizim der gibi ellerini iki yana açıp cevap verdi:
“Şimdi bunlar gidiyor...”
“Bu da mı? Bu bile mi?” diyebildim.
Çünkü ‘bu’ sonuncu örnekti.
Son zamanlarda gördüğüm züccaciye dükkânlarını hatırladım. Hemen hepsi altın varaklı, iri, gerçekten şekilsiz ve hangi zevkin ürünü olduğu belli olmayan anormal eşyalar...
Kocaman, 2 metre porselen ama eğri büğrü bir at arabası mesela... Kasasında da çakma Limoges çiçekler... Yaklaşık 1,5 metre boyunda, altın renginde ve üzeri kristallerle bezenmiş, hiçbir şeye benzemeyen, her tarafından ayrı motifler fırlayan saat.
Gırgır olsun diye sormuştum:
“Bunları alan var mı?”
Ama satıcı gayet ciddiydi:
“Şimdi bunlar gidiyor.”
Bir de eklemişti:
“Yetiştiremiyoruz abla!”

Herkes Osmanlı da...

Hani bazen “Ben öldüm mü acaba?” duygusu gelir ya, öyleydim...
Ama aklıma gittiğim döşemelik kumaşçı, ev dekorasyon mağazaları geldi; hani şu her şeyin “Osmanlı” olduğu...
Osmanlı deseni, Osmanlı usulü, Osmanlı vb. Kahve fincanından, yatak örtüsüne, perdeden, döşemeliğe; çay bardağı, tabak, çatal, halı....
Ne varsa?
Her şey mi Osmanlı olur? Üstelik Osmanlılar böyle zevksiz değildi!
Yine tutamamışım kendimi:
“Nedir bu Osmanlı merakı yahu?”
Cevabımı aldım tabii:
“Şimdi bunlar gidiyor.“
Ama bu sefer kendimi tutamadım,
“Allah Allah... Herkes kul olmaya ne kadar meraklıymış meğer! Sanki herkes Osmanoğlu ailesinden.”
Nereye baksam kaba altın boyalar, boncuklar, camlar, hiçbir tarzı olmayan oymalar...
Ne yapalım?
Şimdi bunlar gidiyor...

Yazının devamı...

Erkek bedeni mahrem midir?

Yine yabancılaştım... Öldüm mü, ne? Hani beyaz ışıktan sonra havalanıp aşağıda olup bitenleri anlamsızca izliyorlarmış ya...

Büyük bir mutlulukla...

İşte o anlamsızlık var üzerimde...

Ama o derece mutluluk? Yok, o kadar yok!

Şimdi Paris’teki Orsay Müzesi’nde Masculin isimli bir sergi açıldı ya... 17. yüzyıldan günümüze erkek bedenini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyormuş!

Herkeste bir alaka, bir mana yükleme, bir şaşırma hâli...

Gerçekten ben mi tuhafım? Yoksa insanlar mı şuurunu iyice yitirdi? Yahu bu dünyadaki insanların yarısı hatta sanırım yarısından biraz fazlası erkek değil mi?

Diğer yarısı da, onların en az birini gören kadınlar...

Üstelik onlar meme falan da kapatmıyorlar. Bir tek cinsel organlarını kapatıyorlar. Ama onun da nasıl bir şey olduğunu bilmeyen yok!

Zaten mahrem bile değil! Hadi bizi geç ama bütün Avrupa çıplak erkek heykelleriyle dolu.. Yol ortasında hem de! Kafanı çevirsen ‘onunla’ karşı karşıya kalıyorsun yani!

Eee?

Çok mu materyalist kaldım? Peki, o hâlde daha anlamlı olmaya çalışayım. Müze adına açıklama yapan temsilci Amelie Hardivilier, “Sergiyle bugünün toplumunu yakalıyoruz. Konseptimiz günümüz insanının ilgilerine yanıt vermek. Amacımız skandal yaratmak değil” demiş.

Ne yani?

Bu aralar tüm dünyanın ilgisi erkek bedeninde de, benim mi haberim yok! Tamam biraz daha duyarlı olacağım. Sanatsal yaklaşacağım: Sergi aynı zamanda ‘beden’ denince akla ilk gelenin kadın bedeni olması fikrine de karşı duruyormuş.

Onlar da insan...

Yok, böyle olmayacak!

“Beden” deyince tüm dünyanın aklına kadın bedeni mi geliyor? Neden hâlâ birileri kadınların erkek bedenine ilgi duymadığına inanıyor? Tıpkı, “Erkek bedeni, kadın bedeni gibi/kadar estetik olmadığı” hurafesi gibi!

Yeter ama!

Ben kendimi bildim bileli insanlar hala aynı yerde!

Erkek bedeni estetik mi, değil mi?

Kadın bedeni meta mı zart zurt!

Yahu ikisinin de güzeli estetik! Bu kadar basit! Kadınlar da, güzel bir erkek bedeni görünce etkileniyorlar. Niye biliyor musunuz?

Çünkü onlar da bildiğiniz insan!

Kadınlar da göbeği yağ çuvalına dönmüş, bacakları yumuk yumuk erkek bedenini görünce yüzlerini buruştururlar. Belki bunu mu duymak istemiyorlar nedir? Bütün tantana bu yüzden mi?

Ama geçin artık bunları...

Güzel olan her beden estetik...

Estetik olan her beden güzeldir. Neyi tartışıyorsunuz ki?

Ha, neden hâlâ insan bedenlerine bu kadar yabani yaklaşıyoruz onu tartışın. Herkesin bildiği ve en doğal ihtiyaçlar neden hâlâ ayıp? Ayıp olması insanlık için ayıp değil mi? Kadını insan olmaktan ayrı tutmak ayıbı da geçmiyor mu?

Hı?

Bir tarafta sonsuz yaşamın sırlarına yaklaşılıyor.

Bir tarafta da erkek bedeni sergisi...

Ben niye yabancılaşmayayım?

Yabancılaşmayan utansın!

Yazının devamı...

Çok çalışıyormuş gibi!

Bazıları çok çalışıyormuş, çok yoğunmuş hissi vermekten hoşlanır.

Ne zaman rastlasan, programını sıralar sana: “Onu yapacağım, bunu yapacağım sonra şuraya gideceğim, döner dönmez de...”

Bana neyse? Sanki bana çalışıyon!

Hayır, bazen bütün çarşambalar bir araya gelir anlarım, o belli olur zaten; ama bunların her günü çarşambadır!

Zaten gerçekten çok ve yoğun çalışanlarda bu çabayı göremezsiniz. Onlar ne kadar yoğun olduklarını ballandıra ballandıra anlatacağı zamanı, başka türlü değerlendirir.

Herkes önemsenmenin bir yolunu bulmuş; kim kime özeniyor, önemsiyorsa ondan biraz rol çalıyor işte!

Çoğunluk çok çalışanları önemsiyor ki, çok çalışıyormuş gibi görünmenin yollarını göstermişler.

Sanki bir ofiste kimin çalışıp kimin çalışmadığı belli değilmiş gibi!

Belli...

Gerisi..

Hikâye...

Nasıl bir hikâye? Çalışmayanın, çalışıyormuş gibi gözükme çabalarının, ‘O ne yapar, biz ne anlarız’ın hikâyesi...

- Elinizde sürekli belgelerle veya not defterleriyle gezdiğinizde herkes çok çalıştığınızı düşünecektir. Elinde hiçbir şey olmadan ofiste dolaşanlar kafeye gidiyormuş görünümü verir.

(Ya da “Bu, not defterini almış geziyor, yine erken çıkacak herhâlde”

hissini...)

- Bilgisayarın hızından, yeni yazılımdan veya programlardan şikâyet edin. Bu şikâyetler onları çok sık kullandığınızın göstergesi olarak algılanacaktır.

(Ya da çok oyun oynadığınızın...)

- Ofisteki masanın çok düzenli olması her zaman iyi bir şey değildir. Üst üste yığılmış pek çok dosya yoğun çalıştığınızın göstergesidir.

(Ya da ne kadar pasaklı olduğunuzun! Çalışma masasının durumundan karekter tahlili bile yapılır.)

- Gergin ve rahatsız görünmeye çalışın. Bu tür ruh hâli işlerden kafanızı kaldıramadığınız sinyalini verebilir.

(Ya da yine birini bulamadığınızın!)

- Ofisi servis saatinden 5 dk. önce terk etmek ne kadar yoğun olduğunuzun muhteşem bir göstergesi olabilir.

(Ya da yiyorsa servisi kaçırın! Yoksa kimse bunu yemez!)

n Yazılım yerine software gibi mesleki terimleri kullandığınızda ne kadar çok kaynak okuduğunuz ve işinizde ne kadar iyi olduğunuz izlenimini yaratabilirsiniz.

(Ya da bütün gün Face’ti, Twitter’dı gezinip durduğunuzu...)

- Büyük bir ofiste çalışıyorsanız sandalyenizin arkasına mutlaka bir hırka veya ceket asın. O ceket ofiste olduğunuzun kanıtı sayılacaktır. Dışarı çıkarken asıl ceketinizi giyin.

(Ya da en iyisi terliklerinizi getirin, gece-gündüz buradayım manasında!)

Ne yaparsanazı yapın, hepsi boş...

Yazının devamı...

Gerçek bir kedi hikâyesi...

Hayır, “3 bin 500 km katederek evine geri döndü” türünden bir hikâye değil. Küçük bir hikâye bu. Herkesin başından geçen! Her kedisi olanın...

Bütün kediciler gibi, kedime âşığım...

Galiba o da bana âşık.

Bunu da nereden mi çıkarıyorum:

Bazen onu, gözlerini kıpırdatmadan dakikalarca bana bakarken yakalıyorum.

Bir de, sabah uyandığımızda

tersten tersten bana bakarak cilve yapmasından...

Bu kadarı bana yetiyor. Ama ona?

Tabii ki ona yetmiyor!

E, aşk bu! Bütün aşklar gibi bu aşk da oyun istiyor.

En çok sosisle oynamayı seviyor. Hızla atıyorum, o da var gücüyle ve tüm konsantrasyonuyla kulaklar arkada ve patinajlar atarak sosisi yakalıyor.

Sonra bir daha... Bir daha... Oyun bu.

Eve dönerken ona bir paket sosis alıyorum. Ama ayda bir. Hem oyunun tadı kaçmasın hem de kıymetini bilsin diye...

Beni her zamanki gibi, “Şu an ne istersen yapabilirsin” pozisyonunda karşıladığında ona sosis paketini gösteriyorum: “Bak sana ne aldım? Boşuna çalışmıyorum bak! Her sabah boşuna işe gitmiyorum gördüğün gibi” diyorum.

O andan itibaren bunda bir sevinç, bir sevinç... Nereye gitsem peşimde..

Hemen veriyor muyum?

Hayır. Epeyi oyalıyorum.

O, sabırsız gözlerle bana bakıyor ve durmadan miyavlıyor. Biliyorum, “E, hadi artık!” diyor. Anlamazdan geliyorum mahsustan. “Ne var? Ne istiyorsun?” diye soruyorum; buzdolabına doğru koşuyor.

İşte o zaman dolabı açıyorum, sosisleri ona av olacak şekilde kesip, hızla atıyorum.

O, kulaklar geride var gücüyle patinajlar atarak...

Ben insanım ya, ipler de benim elimde diye; bunu sonuna kadar kullanıyorum.

Ne zaman, nasıl ve ne kadar zevkli olacağına ben karar veriyorum.

Canım da isterse tabii... Çünkü bazen gerçekten hiç oynayacak hâlim olmuyor.

Ne ayıp değil mi?

Anlatırken anladım.

Bulmuşsun senden aciz, sana muhtaç, her şeyi sana bağlı birini, “Veriyorsun - vermiyorsun, canın istiyor - istemiyor” falan...

İnsanlığın bu mu?

Sen kendini ne zannediyorsun?

Küçücük kediye ne taslıyorsun?

Diye kendi kendime atıp tutarken...

Bi durdum...

“Kızım..” dedim kendi kendime, “Bu hikâye başka bir hikâyeye benziyor!”

Da, hangi hikâyeye?

Bu duyguyu iyi biliyorum ben, bu hareketleri falan... Aynısı hem de!

Neye benziyor, neye benziyor?..

Tamam yaa... Buldum!

“Bunu, bütün adamlar, kadınlara yapıyorlar ya!” Aynısını...

Bu da gerçek bir evlilik hikâyesi!

Ne yazık ki!

Yazının devamı...

“Kaz gibi bu saatte uyunur mu?”

Herkesin karşısına tatsız insanların en az bir tipi çıkıyor...

Bunlar da sizden gelenler...

Ama ben biraz allayıp, pulladım.

- Markacılar...

Gelir masaya oturur ve direkt konuya girerler: Kravatının markası ne? Ceketini nereden aldın? Bütün bu soruları kıyafetini beğendiği için sormaz. Kendi üst başının reklamını yapmak için tuzak sorulardır. Sonra başlar neyi nereden aldığını hatta nasıl aldığını anlatmaya. İlginçtir, bu tiplerin telefonuna bütün marka indirimleri mesaj olarak gelir.

Bu markacıların içine referansçıları da almak lazım. Bilmem ne lokantasına, bilmem ne arabasıyla, bilmem ne dinleyerek, bilmem kimle gitmiştir. Bu “bilmem ne” hâli o kadar yerleşmiştir ki, beğenmese de, sevmese de hatta bilmese de sırf referans olsun diye yaşamaya başlar.

- Lansmancılar...

Sürekli olarak başka birilerini överek, şişirerek anlatırlar. Sanırsın bunun için ilgili kişiden para alıyor. Adamın aşırı davranışlarını sanki marifetmiş gibi, malını mülkünü kendisi de ortakmış gibi anlatır, anlatır, anlatırlar. Öyle hayran hayran anlatırlar ki, sanırsın adamı sana pazarlamak için iştah yaratıyor. Bir de öyle bir anlatır ki, “O öyle, sen kimsin ki?” gibilerinden... Salak! Sen kimsin?

Bir de tanıdıklarının titrini pazarlayanlar vardır... Kendince önemli gördüğü pozisyonlardakileri bir de üstelik en yakın dostuymuş gibi ballandıra ballandıra anlatırlar. Sadece anlatsalar iyi! Bahsi geçiyorsa saat kaç olursa olsun, “Dur yaa... Bi arayalım“ deyip açar telefonu... Ve her zamankinden daha fazla laubali konuşmaya başlar:

“N’aber lan? Uyuyor muydun kaz gibi bu saatte?”

Hadii... Tabii “o uyuyan kaz değil, tavuk olacak” diyemezsin zira o da başka tatsız insan türüne girer!

- Sürekli kadın, kız ve cinsellik hakkında konuşanlar:

Muzu çok seviyorsun diye her gün akşama kadar muz muhabbeti yapmazsın. Muzdan soğursun, soğutursun maazallah. Bu ne bitmez çapkınlık hikâyeleri, ne bitmez yatak fantezileridir. Bir de anlatırken böbürlenir durmadan, sanırsın Hollywood yıldızı ve karşında Hakkı değil de Charlie Sheen oturuyor. “Kız kendine gelemedi, öğle oldu hâlâ evde yatıyor” diye başlar konuşmaya...

- İş yeri hikâyeleri anlatanlar...

Bütün bir gün iş yerinde olanları ve iş arkadaşlarını anlatır. Gözlerinde sürekli kayıt yapan bir çift kamera vardır. İş yerindeki herkesin bir hikâyesi vardır ve onlar bunu bilirler. Bütün sırları bilir ve paylaşmaktan çekinmezler. Sen anlattığı kişilerin hiçbirini tanımıyorsundur ama bunun hiçbir önemi yoktur. İşin kötüsü, sonraki anlatışında senin iş yerindeki herkesi tanıdığını farzeder! “Tahsin vardı ya, hani Nalan’a yazan...”

- Muhalif tipler...

Ne desen, ne söylesen muhalefet edecek bir tarafını bulur. Onun için hiçbir şey mükemmel değildir, hatta her şey sıradandır ve eleştirilmesi gerekir. Bütün bilgi birikimini muhalefet etmek için kullanır. “Yok o öyle değil” veya “Aslında” diye sözü bölerler. Çok heyecanlı ve hızlı konuşurlar. Hızlı konuşmazlarsa konunun değiştirileceğini bilirler.

Bu tatsız insan tiplemelerinin sonu yok, en iyisi artık tatlılara geçelim..

Yazının devamı...

Tadınızı kaçırmadan...

Tatsızlıktan tat çıkar mı?

Çıkar. Kaç gündür yazdığım “tatsız insan”lar belli ki, kesmedi...

“Onlar da var, bunlar da...”

Peki o hâlde devam...

- Dilenciler vardır mesela...

Onlarla diyalog şöyledir:

- Merhaba, nasılsınız?

- Allah’a şükür iyiyim. Çok şükür elimiz ayağımız tutuyor. Sen nasılsın?

- İyiyim.

- Aman aman... İyi ol inşallah. Allah cümlemize iyilik, sağlık versin. Bütün işlerin rast gitsin inşallah. Hayırlısıyla olsun işlerin... Hayırsızlar, nursuzlar, hırsızlar çıkmasın karşına...

O daha devam etmektedir... Sen telefonu aşağıya çevirmiş gözlerini açmış, “Ne yapabilirim?” ifadesiyle bakmaktasındır...

Ama yapacak bir şey yoktur!

- Gizemliler...

İç şişiricilerdendirler ama onların ruh hastası hallerini severim. Daha doğrusu o özgüvenlerine hayran olurum. Genelde sonsuza bakarak konuşurlar ya..

“Yemin ettim, fal bakmıyorum” türünden... Kendine kattığı değere bak! Sanki Nostradamus! Ya da...

Tam bir şey söyleyecek, birden susar. “Neyse...” diye...

“Ne neyse?”

“Yok, yeri değil şimdi! Sonra anlatırım.”

“Nasıl yeri değil? Ayrıca madem anlatmayacan ne başlıyorsun?” diyemiyorsun işte!

- Etikçiler...

Onlar da sonsuza bakarak konuşurlar. Sen ne anlatırsan anlat, o ne anlatırsa anlatsın, sonunu özlü bir sözle bitirirler.

Ve tabii ki, o özlü söz de bir düşünüre falan ait değildir. ‘Kendi anonimi’dir.

Sesine bir tını katıp lafı patlatır:

“Ağlama! Ağlamak ağlama getirir.”

Sanki hissi kablel vuku! Bir huşu içinde! Bir de, söylediği manalı bir söz olsa!

“Ağlama getirir...”

Nerden biliyon! Belki getirmiyo!

- Naftalinliler...

Aralarında ikiye ayrılırlar:

‘Eskiyle yaşayanlar’ ve ‘bugünü kaçıranlar’ diye... Eskiyle yaşayanlar, en iyi eski hâllerinde takılı kalmışlardır. Hâlâ orada, o pozisyonda veya o hâlde kaldıklarını zannederler. Daha doğrusu öyle olmayı tercih ederler. Bunlar hep sinirlidir.

Biri müdür olmuş mesela... “Ben onun çırak hâllerini bilirim. Kapımı çalmadan giremezdi!”

Eee?

Adam müdür mü olmasın? Kapın var da şimdi çalmıyor mu? Ne?

Ayrıca bana niye sinirleniyon?

Bugünü kaçıranların durumu trajikomiktir.

“Ya bu Gezi olayları da ne acayip değil mi?” diye... Söylese neyse, bir de sorar.

Al başına iş!

Aslında ona verilecek iki cevap vardır.

1: Yaaa... Olsun, her şeyin başı sağlık!

2: Yaaa... AKP de tek başına iktidar olmuş!

n Saflar...

Gerçekten saf olanlar vardır. Gerçek olamayacak kadar saftırlar...

“Ayyy, erkekler çok aldatmaya başlamış artık. Ne fena...” der mesela.

Donup kalırsın. “Dalga mı geçiyor acaba?” diye tartarsın; hayır, maalesef geçmiyordur.

Eyvah!

Eyvah ki ne eyvah!

Tatsız insan çok da, susacaksın artık!

Maksat bir tatsızlık çıkmasın...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.