Şampiy10
Magazin
Gündem

Seni seviyorum...

Televizyonda bir dizinin fragmanıydı; hepimizin Malkoçoğlu‘su var ya, bir kıza “seni seviyorum“ diyordu. Doğrusu, güzel de söylemiyordu; boşlukta kaldı kelimeler...
Duygulu değildi yani... Sanki, “akşam yemeğe çıkalım” der gibiydi.

Hani dizilerde, filmlerde eğreti eğreti öpüşüyorlar ya, onun gibi! Bir de “öpüştük” muhabbeti yapılıyor sonra!
Geçenlerde bir röportajında okudum, Nurgül Yeşilçay, öpüşme konusunu şöyle anlatıyordu: “Duvarı öpüyormuşsun gibi”...
Şimdi anlaşıldı.

Hepsi böyle herhâlde...

Zaten anca duvar böyle öpülür!
Oysa çok sevdiği bir adamı öpüyormuş gibi hayal etseler...
Neyse...

Bu da öyleydi, sanki duvara “seni seviyorum” diyordu...

İlişkinin temeli!

O da haklı ama; “Seni seviyorum” neslinden değil ki! Nasıl, neyi farz ederek rol yapsın?
Sevginin, başka türlü ifade edildiği bir dönemde yaşıyoruz.
Ha, daha mı güzel, daha mı çirkin, ayrı
konu...

O fragmanı izleyince “bir zamanlar”ı
hatırladım birden...

“Vay be” dedim, “Bir zamanlar ‘Seni seviyorum’ diye bir mesele vardı...

‘Seni seviyorum’un bir raconu, bir etiği vardı...”
Neredeyse bir ilişkinin zirvesiydi... Evlilikten veya evlilik teklifinden bile daha önemli! İlişkinin temeli.
Zor ve az söylendiği için de çok kıymetliydi... Öyle herkese ve sık söylenen bir söz değildi yani...
Evet, çok zor söylenirdi...

Zaten önce erkeğin söylemesi gerekirdi.
O da, artık iyice sevdiğinden hatta asla ondan vazgeçemeyeceğinden emin olunca
söylerdi.

Bu yüzden de, hep onun “seni seviyorum” demesi beklenirdi.
Bir eşikti...

Söylediği anda da...
Artık seviyor işte daha ne olsun!
İlişkinin değeri, derinliği, “seni seviyorum”dan geçerdi.
Ondan öncesi...

Doyamıyormuş gibi...

Ondan öncesi olsa olsa daha sığ bir flörttü... Ama “seni seviyorum”dan sonra her şey daha farklı olurdu. Onu artık sahiplenir, korur, kollardın.

Sevgiyi sahiplenmek ha, yanlış anlaşılmasın.
Daha da önemlisi, “seni seviyorum”un bir namusu vardı.
Kimse kimseye, gerçekten sevdiğini idrak etmeden o sözleri söylemezdi.

Yani erkekler sevmeden, “seviyorum”
demezlerdi... Bir kuraldı bu sanki.
O kelimeler ağızdan bu yüzden çok zor
çıkardı.

Bazen bir kavganın ardından, bazen romantik bir anda bazen de bir sevişmeden sonra... Sanki gözlerini alamıyormuş, sanki hiç doyamıyormuş gibi tutkuyla bakarak söylenirdi:
Seni seviyorum...
Vay be!

Fi tarihinden bahsetmiyorum ha!
Belki de tek kıstasın sevmek olduğu dönemlerdi... O yüzden anlamlı ve değerliydi...
Belki...

Yazının devamı...

“Asal” yalnızlık...

Ruh eşi olmayanlar... Herkes ruh eşini, öteki yarısını ararken bu biraz, “Katil Doğanlar” efekti veriyor ama... Bu dünyada ruh eşi olmayan insanlar da var.

Artık olmadığından mı yoksa aramadıklarından mı, orasını bilmiyorum.

Hani dün biraz değindiğim, yalnız ruhlar... Öteki yarısı olmayan...

Yalnızlık içinde kalabalıklarda yaşayanlar... Asosyal, kişilik bozukluğu olanlardan bahsetmiyorum ha! Tam tersine, müthiş şahsiyetlidirler...

Keyifli de...

Nasıl anlatsam?

Tamam buldum!

Asal sayılar gibi!

Kabaca, kendisinden ve 1’den başkasına bölünmeyen tam sayılar... 2, 3, 5, 7, 11, 13, 17, 19, 23... diye uzayıp giden..

Ama öyle asal sayı deyip geçmeyin. Asal sayılar, sadece asal sayı değildir!

Bunu daha iyi nasıl anlatabilirim diye nette dolaşırken Milliyet blog’da, Hezar Yokuş‘un, “Asal sayılar, matematiğin gizemli çocuğu” adlı yazısına rastladım. Daha güzel anlatılamazdı. Asal sayıların tarifine bakın, asal yalnızları bulun:

“Gizemli, asil ve asidir onlar” diyor mesela...
“Gün içerisinde sık sık karşılaşırız asal sayılarla. Ama onları yok saymaya çalışırız çoğu zaman. Çünkü asal sayılarla anlaşmak zorlar bizi. Yemek sonunda gelen hesap eğer asal sayı olarak gelmişse bölemeyiz onu kişi sayısına.”

Evlenmiş bir asal yalnız!

Tıpkı “asal yalnızlar” gibi... Onlar da zorlar ama niye zorladıklarını anlamayız.

“Huysuzdur asal sayılar. Onları günlük hayatta kullanmayı sevmeyiz ama onların da işine gelir bu durum. Çünkü asal sayıların hayattaki amaçları çok farklıdır, gözleri çok yüksektedir. Günlük hesaplamalarla ilgilenmezler. O işi sıradan sayılara bırakırlar, kendi kendinizi toplayın, çarpın ve hatta bölün, yine kendiniz çıkın ortaya diye dalga geçerler diğer sayılarla.”

Yani farklıdırlar ama niye farklı olduklarını anlamayız...
“İki asal sayının birleşmesi ancak ve ancak kendi kimliğinden vazgeçmesi sonucu olabilir. İki asalın birleşmesi onları bir anda sıradan basit bir çift sayı yapar. O yüzden asal sayılar aralarında asal olmaktan bir adım öteye geçip de çift sayı olmayı pek kabul etmezler. Bu da asalları yalnızlaştırır.”

Evet biraz çapkın biraz da bağımsızdırlar.
“Bu yüzden, en acı durumda olan asal sayı 2’dir bana göre. Hem çift hem asal...

Hem asallardan hoşlanan öz be öz asal olan, hem de ruhunda çift’lik duygusunu inadına taşıyan 2..”
Al sana, evlenmiş bir asal yalnız!

“Asal sayı dokundurmaz kendini bir başkasına. Bölmek ise söz konusu bile olamaz! Psikoloji ile bilinçaltına inemezsiniz, felsefe ile kafasını karıştıracak sorular sorup bir anda yumuşak karnına vuramazsınız, tatlı dille onu dize getiremezsiniz, hatta hırstan gözünüzü karartıp kolasına ilaç atıp gafil bir anında üzerine atlayıp onu bölemezsiniz. Ne yaparsanız yapın asal sayı asal sayıdır. Kişiliğinden benliğinden bir an olsun vazgeçmez.”
Ne o?

Kendini mi buldun? Hem de bir asal sayıda...
Hangisinde?

19 gibi misin mesela, yoksa 37 ya da 53 olabilir misin?

Yazının devamı...

Kaç türlü yalnızlık vardır?

Yalnızlık sadece yalnızlık mıdır? Sebebi, yeri, zamanı ne olursa olsun o duygu, aynı duygu mudur? Az yalnızlık, çok yalnızlık diye bir şey olabilir mi?

Ne bileyim, mesela bir cam kesiği gibi...

Herkes elini camla keser ama bazılarının canı daha mı çok acır? Yoksa acı aynıdır da, o daha mı çok hisseder?

Yani acı eşiği gibi, bir yalnızlık eşiği var mıdır?

Vardır herhâlde...

Türleri olduğuna göre...

Bildiğimiz kaç tür yalnızlık var?

Kalabalıklar içinde yalnızlık...

Evliliğinde yalnızlık...

Düşüncelerinde yalnızlık...

Aklıma ilk gelenler bunlar. Biraz daha zorlasam uzun bir liste çıkarabilirim ama yalnızlığın şu türü herhâlde aklıma gelmezdi:

Ele güne karşı yalnızlık...

Yalnız olmaktansa!..

Toronto Üniversitesi‘nden bir grup psikoloğun yaptığı araştırmaya göre, insanlar çevrelerine karşı yalnız olma korkusu yaşıyorlarmış.

Yani yalnız olmaktan değil, yalnız sanılmaktan, anılmaktan...

Veya sosyal hayata yalnız katılmaktan korkuyorlar.

Hatta sırf bu yüzden birçokları, ilişki yaşarken hayal ettiğinin, olması gerektiğini düşündüğünün daha azına razı geliyormuş.

Psikologlar insanların çevreye karşı yalnız olma korkusunun partner seçimindeki etkisini anlamak için bir dizi araştırma yapmış.

Araştırma sonuçlarına göre, insanlar yalnız olmaktansa ortalamanın altında bir ilişkiyi yeğliyor veya çok da anlaşamadıkları biriyle ilişkiyi devam ettirmek için çabalıyorlarmış.

Bunu biliyorduk da, sebebinin “el âleme karşı yalnızlık korkusu“ olduğunu bilmiyorduk.

Nasıl bir korkuysa...

Genlerimize kadar işlemiş nasıl bir tarifse!

Kötü bir şey!

Acı veren bir şey!

Bazılarının ruhu...

Pekii...

Bütün yalnızlıkların tadı acı mıdır?

Hepsi acı, korku, huzursuzluk mu verir?

O kötü tariften başka bir yalnızlık tarifi yok mudur?

Mesela öteki yarısını aramayan...

Hatta belki öteki yarısı bile

olmayan...

İnsanlar yok mudur?

Vardır.

Çünkü:

Bazılarının ruhu yalnızdır...

Arkadaşları, eşi-dostu, arayanı-soranı, seveni-sevmeyenine rağmen...

Kimsenin öteki yarısı olmaz.

Olamaz mı?

Olur.

O da:

Yalnızlıklar içinde kalabalıktır...

Yazının devamı...

Farkında mısın?

Biri bize yukarıdan baksa... Hani bizim (eskiden!) karıncaları izlediğimiz gibi bizi izlese... Bir elinde kredi kartı, bir elinde akıllı telefon, sürekli oradan oraya koşuşturan bir sürü insan görecek...
Ama karıncalardan bir farkla:
Şuursuzca!

Manzarayı hızlı çekim gözünüzün önüne getirsenize: Sürekli kartla ve telefonla yapılan kısa-kesik hareketler...
Yeni nesil bu.

Yeniye yakın neslin durumu daha karışık ve ağır. Aynı hareketlere, eski tarz bir takım malzemeler ve tavırlar katın. Ortaya atın. Mesela yakın
gözlüğü...

Mesela bir elinde akıllı telefon, ötekinde yapılacaklar listesi...

Kâğıda yazılmış!
Birinin üzeri çizildiğinde yeni üç madde daha eklenen yapılacaklar listesi...Kendi kendinin “Siri”si...

Yorgun insanlar...

Teknolojiyle, nostalji arası bir
şeyler!

Onlara yukarıdan bakıldığında tuhaf görünüyorlar:
Biraz daha deli gibi!

Masumiyetini özleyen ve çocukluğunu hatırladığında ya da sıcak bir-iki cümle duyduğunda “Bana mı söylüyor?“ şüphesiyle arkasına bakan...

Kendisine söyleniyorsa da gözleri dolan ve hemen kanan...
Günün her saati gelen iletişim, reklam, bildirim telefon ve mesajlarını kendine yapılmış bir hakaret kabul eden...
Piyango hayallerinin arasında, herkesi mahkemeye vermek için bir hukuk bürosu açmak dahi olan...
Neredeyse bir kalp ameliyatı yapacak kadar tıbbi bilgiye(!) sahip...

Mesela, protesto eden vatandaş cezalandırılıp, ona “gavat” diyen vali yerinde oturduğunda, “Herhâlde bu dünyada herkes bana karşı” hissiyle dolu olan, bir zamanların idealist; şimdinin dalgın, yorgun, aksi, agresif insanları...
Manzara bu!

İnternet ve bilgi akışının hayatı bu denli hızlandırmasıyla sürekli yarışan, yorgun insanlar...

Bi durmak...

Neyse ki, bu durumu erken fark edenler var. Çare arayanlar da... Çare arıyorlar çünkü bu durum iş yerlerinde de sorun olarak boy göstermeye başlamış.

Şimdilerde dünyanın büyük ve önemli şirketlerinin başındakiler, “Wisdom” (bilgelik) adlı bir konferansa katılıp iş yerlerinde verimi artırmanın yolunu arıyorlarmış.
Peki verimi nasıl artırıyorlar?

Bu büyük şirketler şimdilerde çalışanlarını hiçbir şey yapmadan oturmaya özendiriyor hatta onları hiçbir şey yapmama kurslarına yönlendiriyormuş.

Niye?

Çünkü teşhis şu:

“Hiçbir şey yapmama” arzusu çok güçlenmiş durumda!”
“İnsanlar, gevşeme ve düşünme ihtiyacı duyuyor; sürekli uyarılmamak, eğlenmemek, bir şeylerin peşinde olmamak istiyor.”

Yani, “bi durmak!”
Farkında olmak...
Da...

Neyin farkında olacağının farkında mısın?

Yazının devamı...

“Gavat” demek serbest mi?

Bazıları...
Kendilerine bir süre için tahsis edilmiş makam binalarında çalışıp...
Kendilerine bir süre için tahsis edilmiş konaklarda uyuyup...
Kendilerine bir süre için tahsis edilmiş arabalarda gezinip...
Kendilerine bir süre için tahsis edilmiş korumalarla...
Kendilerine bir süre için tahsis edilmiş hizmetlilerle...
Yaşıyorlar ya.
Kapılar açılıyor, ceketlerin önü ilikleniyor, ayağa kalkılıyor...
Yaşadığı alanda herkesin bunlardan ödü kopuyor ya...
Birden unutuveriyorlar...
“Bir süre için tahsis” kısmını...
Bir de, “Herkesin kendisinin çalışanı olmadığı” kısmını...
Yani halkın, kendisine tahsis edilenler alanının dışında kaldığını...
Zannediyorlar ki, bütün vatandaşlar valilikte çalışıyor!
Sanki bütün halk, işinden olmamak, terfi edebilmek için saçma sapan ve arabesk hiyerarşik yaptırımlara katlanmak zorunda kalanlar...
Böyle zannedince...
Zannede zannede...
Sadece kendi hiyerarşik alanlarında yaşaya yaşaya...
Havaya giriyorlar.

Neden sana getiriliyor?

Artık havası, aklı neye yatkınsa!
Mesela Kurtlar Vadisi havasına...
Mesela belden aşağıya...
Şimdi bunlar, herkesin valilikte çalıştığını sanıyorlar ya:
Herhangi biri, bir şeye itiraz edince...
Herhangi biri, bir şeyi eleştirince...
Dedim ya, nereye yatkınsa öyle tepki veriyor.
“Gavat” diyor mesela...
Aklına ilk gelen kelimeyle...
Kendisini korumaya almış polislerin arasından işaret ederek,
“O gavatı bana getirin!”
Neden?
Çünkü “Allah belanı versin” demiş.
Bu suçsa...
“Gavat” demek suç değil mi?
Ayrıca o “gavat” neden sana getiriliyor?
Ya da, “kavas!” (Hepimiz aptalız ya!)
Sen kimsin?
Vali.
Bir süre için...
Ne kadar bir süre?
Şimdi bahisler ortada...
Bu vali, bakan mı olacak, merkeze mi çekilecek?..

Yazının devamı...

Yanlış anlaşılmazsın merak etme!

Biz neyi tartışıyoruz? Neyi savunuyoruz? Öğrenci evlerinde kızlarla erkeklerin sevişip sevişmediklerini mi? Yoksa sevişip sevişmediklerinin kimseyi ilgilendirmemesi gerektiğini mi?

Bu çocukların, hükümet yurt ihtiyacını karşılayamadığı için öğrenci evlerine mecbur kalmalarını mı? Yoksa isteyen herkesin istediğiyle ev tutabileceğini mi?

Yani kızlı-erkekli ilişkiler meşru mu, gayrımeşru mu? Yoksa bunun bir sınırı mı var? Sevişiyorlarsa gayrımeşru, sevişmiyorlarsa meşru! Mu?

Önce bunu cesurca ortaya koymamız gerekmiyor mu?

Cesurca!

Hiçbir yanlış anlaşılmadan, yargılanmaktan, tehditlerden korkmadan...
Yakıştırılacak her yaftaya göğüs gererek...

“Beni/bizi ahlaksız zannetmesinler” diye, “Yurtlar yetersiz olduğu için bu çocuklar...” diye kaçamak cevaplar verirsen olmaz.

O zaman ben şunu anlarım, yurt olduğu hâlde ev tutan öğrencilere sen de gayrımeşru muamelesi yapıyorsun.

Yarın bu iş, evli olmadıkları hâlde beraber yaşayanlara kadar geldiğinde ne diyeceksin?
“Sen de kiraları ucuzlat, ayrı yaşasınlar” mı?

Olmaz.

Yarın bu iş, tek başına yaşayan kadınlara kadar gelince ne yapacaksın?

Ya da, bir okuyucunun verdiği örnekteki gibi:

“Yan dairede beraber yaşayan 22 yaşlarında kız-erkek öğrenci olmayan 2 genç, üstte 52 yaşında tüccar ve 28 yaşındaki sevgilisi, altta müteahhit Aziz Bey’in metresi, daha üstte eşcinsel 3 öğrencinin yaşadığı bir apartmanda beraber oturan (sevgili veya değil) Ali ile Filiz” ne olacak?

Neyin korkusu bu!

Bunun ahlaksızlık olmadığını düşünüyorsan, hiiç yandan dolaşmayacaksın.
Tıpkı, “içki-sigara” yasaklarında olduğu gibi...
“Beni/bizi alkolik-içkici zannetmesinler” diye susmayacaksın.

Ayrıca kim, seni ne zannedecek?
O zannedenler zaten sana oy vermiyor ki? Seninle aynı oyu da vermiyor!

Sen ne dersen de, onun kafasındaki yerin değişmiyor ki!
Yani yanlış anlaşılmazsın, merak etme!

Onlar yobaz sanılmaktan, diktatör sanılmaktan korkuyor mu?
Öyle bir kaygıları var mı?
Hayır.

Çünkü inandığı gibi davranıyor. İnandığını söylüyor.
Sen niye söylemiyorsun?

Sen niye, “Hayır bu ahlaksızlık değildir!” diyemiyorsun?
Bu neyin korkusu anlamadım ki?

Bu “yanlış anlaşır korkusu”, insanı yok etmekten başka bir işe yaramaz.
Kaybetmekten başka bir işe de...
Erirsin.

Artık bir duruşun olması gerekiyor.
Neyi savunuyorsan onun arkasında dimdik durman gerekiyor...
Biraz da korkma be kardeşim!

Korkma!

Yazının devamı...

Oy verebilirsin, milletvekili olabilirsin ama...

Kuşkusuz öğrenci evleriyle ilgili en güzel gazete manşetlerinden biri buydu:
“Berkecan sevgili yapmış amirim!”
Sabah sabah çok güldük...
Hatta ben de, dayanamayıp abartmaktan kendimi alamadım:
- Berkecan sevgili yapmış amirim!
- Hadi yaa... E, o Merve’yle çıkmıyor muydu?
- Ayırdık ya onları amirim.
- Haaa... Unutmuşum, bu yenisi kimmiş?
- Bilmem ne Su, amirim.
- Hıı... Gezici mi o?



- Berkecan sevgili yapmış amirim!
- Nereden anladın?
- İlişki durumunu güncellemiş amirim!
- E, o zaman biz de onları güncelleyelim!



- Berkecan sevgili yapmış amirim.
- Yine mi ilişki durumu?
- Yok, bu sefer ex’i ihbar etti amirim!



- Berkecan sevgili yapmış amirim.
- Oğlum o artık mezun olmadı mı?
- Oldu ama sonuncusuyla birlikte yaşamaya başladılar amirim!
- Haa... Bu bizi aşar, olayı jandarmaya intikal ettir.
- Emredersiniz amirim.



- Berkecan sevgili yapmış amirim!
- Berkecan kim?
- Amirim bizim Berkecan var ya... Hani durmadan sevgili yapan!
- Sana ne lan!
- Ama amirim...
- Sen kendi görevine bak, sana ne
dedim ya...
- Hükümet mi değişti amirim?

Neyine güvenmiyorsun?

Evet, gülmesine güldük de... O gülümsemelerimiz yüzümüzde dondu kaldı. Öğrencilik yıllarımız aklımıza geldi; kızlı-erkekli hem ders çalışarak hem şamata yaparak sabahlanan yıllar... Su bardağında içilen çaylar... Çayı kim koyacak, kim demleyecek, kim getirecek kavgaları...
O dönemin polemikleri... Kavram tartışmaları, felsefeye ilk adımlar...
İlk sorgulamalar... Ahlak nedir, nerededir? gibi...
Briç, bezik, okey oynamalar. 5 film arka arkaya seyretmeler. Aynı filmi üç kere seyredip tartışmalar... İlle de müzik...
Herkes önce arkadaş, dost, sonra
(olursa) sevgili...
Evet, kafa çekmeler... Evet, kusmalar...
Sonrası zaten evlilik, iş-güç derdi...
Yok yani... Öyle kimin eli kimin cebinde, seks partileri diye bir şey yok. Kimse
kimseyi kirletmiyor. Hatta bu kirlenme
midir, tartışılıyor.
Kimse kimseyi kandırmıyor da.
Nasıl kandırsın ki?
18 yaşındaki gençlere (kızlara) oy kullanma hakkını verip hatta milletvekili seçilebilmeleri için de uğraşan yani akıllarına o
derece güvendiğiniz gençleri kim, nasıl
kandırabilir ki?
Ülkeyi yönetecekleri seçebilme bilincine hatta ülkeyi yönetebilme aklına inanılan gençlere, arkadaşlık ya da flört ilişkileri söz konusu olduğunda aynı güven duyulmaması... İlginç değil mi?
Oy verebilirsin, milletvekili de
olabilirsin ama...
Ama öğrenci evinde kalamazsın...
Nasıl yani!!

Yazının devamı...

Önce aşkı yasaklamak lazım...

Hani anne-babalar, bütün “karmaşıklıkların” hep gece yapıldığını farzederler ya... Kendileri öyle yaptıklarından mı ne?

Bunun için kızlara gece dışarı çıkma izni çok geç gelir. Önce 22.00’ye kadar, sonra gece yarısına kadar... Hatta şöyle bir kıstas bile vardır:
Hava kararana kadar...

Hava kararmadan olmaz! O işler hava aydınlıkken yapılmaz. Hep ışığı kapattıklarından mı acaba?
Nasıl bir mantıksa! Kendi kafalarına göre nasıl kurguluyorlarsa?

“Akşam 19.00’da çıksalar... Cafe’ye gitme süreleri, orada yemek, biraz sohbet, saat oldu 21.30... Artık yarım saat için bu iş yapılmaz!”

Ya da:

“Gündüz bunları herkes görür, korkarlar; gece daha rahat olurlar” diye mi düşünüyorlar, nedir?
Belki de hiçbiri...

Sadece bir baskı yaratmak istiyorlar, bildikleri tek yöntem de bu. Ne baskısı?

“Karmaşıklık” yaşanmasın baskısı... Hem de, o yaştaki gençlere uyguladığın her baskının geri tepeceğini bile bile...

Konu ailelerden çıkıp toplumsal boyuta geldiğinde de bir şey değişmiyor.

Mesela bazıları, öğrenci evlerinde “karmaşıklıklar” yaşandığını düşünüyor.

Hatta öğrenci evleri olmasa, bütün karmaşıklıkların önünü kesebileceklerini...

Başka yerde olmaz çünkü!

Tek yer öğrenci evleri...

Bunlar olmazsa karmaşıklık da olmaz. Aslında sorunu çözmek için konuyu biraz daha açmak gerekiyor.
“Karmaşıklık” derken, (affedersiniz) sevişmekten bahsediliyor herhâlde...

Aslında o kadar karmaşık bir şey değil ama!
Üstelik acaba tek cinsiyetli yurtlarda yaşanabilecekler daha karmaşık olmaz mı?

Hatta asıl karmaşa bu değil mi?

Aslında bu sorunu kökten çözmenin yolunu ben biliyorum.
Bu iş çok karmaşık değil aslında!

Öğrenci eviymiş, yurtmuş, hava karanlıkmış, aydınlıkmış fark etmez. Bu işi engelleyemezsiniz. Orada olmaz, burada olur. O saatte olmaz, bu saatte olur. Olur yani...

Neden?

Çünkü bunlar sorunun sonuçları... Sebebi değil!
Olayın sonuçlarını yasaklamanın ne anlamı var?
Onu yasaklarsın, başka yerden çıkar!
Sorunu kökten çözmek lazım. Sebebini bulup, onu ortadan kaldırmak lazım.

Şimdii... Bütün bu karmaşıklık neden oluyor?
Aşktan... O zaman geriye tek çözüm kalıyor:
Aşkı yasaklamak...

Yani en iyisi, aşkı yasaklamak lazım!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.