Şampiy10
Magazin
Gündem

Bir mesele olarak aşk

Ne olursa olsun, ne yaşamışsak yaşayalım, ondan vazgeçemiyoruz. Hâlâ ve hep onun peşindeyiz. Aşkın...
Hiçbir şey bizi ondan alıkoyamıyor. Bir arsızlıktır, gidiyor yani... Büyük hayal kırıklıkları veya büyük heyecanlar...

Yarım, eksik, aksak kalmış aşklar.
Tamamlananlar...

Yetmiyor.

Yaşamışsın, hakkını savmışsın, sus otur artık değil mi? Hayııır, bir daha, bir daha!

Da...

İşler biraz karıştı artık! Öyle eskisi gibi değil. Aşk yine aynı aşk da... Biz aynı biz değiliz galiba! Senkron tutmuyor. Sanırım böyle bir problemimiz var.

Dün çok güzel bir röportaj okudum. Selçuk Tepeli, ünlü Fransız sosyolog Jean Claude Kaufmann‘la çok keyifli bir röportaj yapmış. İnsanı yeniden düşündürüyor.

Neden âşık olamadığımızın ya da aşkı neden bulamadığımızın cevabını galiba orada buldum. Röportajdan alıntılarla anlatmaya çalışacağım.

- “Cinsellik artık tabu değil. Fakat bu durum insanları yalnızca kişisel zevkin peşinden koşmaya itiyor. Öteki insan bir araca dönüşüyor. Üzerine düşünülmüyor. Bunun sonucunda aşk bir mesele olarak karşımıza çıkıyor” diyor.
Ama asıl vurucu kısım, bundan sonra söyledikleri:

- “Aşk, içinde seks olsa dahi az önce bahsettiğimizin tam aksi gelişen bir birliktelik. Aşk kendini es geçmek, kendini unutmaktır.”

Hadii...

Düşünün bakalım...

Aşk-seks ilişkisini yeniden değerlendirin. Baksanıza, “İçinde seks olsa dahi!” diyor. Bunu sonra tartışalım.

Bırakabilir miyiz?

Şimdi “Aşk, kendini es geçmek, kendini unutmaktır”da biraz duralım...

Durmuşken ben de birkaç şey hatırlatayım.
Aşk tariflerimizi...

Âşık olunacak insan tanımlamalarını..

“İyi bir işi, kültürlü-sosyal, kibar ve anlayışlı, romantik ve komik ama ciddi ve hoşgörülü, fedakâr, becerikli, güzel/yakışıklı olmalı.”

“Bana şunları yapmalı, şunları yapmamalı, bunu almalı, bunu almamalı, yerinde zamanında davranmalı...”

Sanki bir aşk ya da âşık değil, robot hizmetçi aranıyor!
İnsan da olamaz çünkü!

Hep bana, bana...

Yine bana!

Sadece bana!

Hani nerede kendini unutmak, es geçmek? Kaufmann, nerede olduğunu biliyor:

- “Toplumdaki değişime baktığımızda, yeni hayat oyununda birey öyle özgürlüklerle donatıldı ki, artık geriye dönüşü yok. Oyun değişti. Ama yeni oyunun kuralları henüz yazılmadı. Bireyin özgürlükleri öyle hızlı artıyor ki, insanları paramparça ediyor ve bu yeni dünyaya nasıl ayak uyduracağımızı bilemiyoruz.”

Belki hizmetçi aramaktan vazgeçerek başlayabiliriz.
En azından bir tarif yapıp, hayalimizde bir insan yaratıp sonra da onu aramayı bırakabiliriz...

Bırakabilir miyiz?

Yazının devamı...

Pişmanlık iyidir!

Hani dönüp dolaşıp aynı yere geldiğimiz o soru var ya: “Yaptıklarından mı, yapmadıklarından mı pişmanlık duyulur?” Hatta bazen öyle bir anla baş başa kalırsın ki, kendi kendine sorarsın:

“Yapsam da mı pişman olsam, yapmasam da mı pişman olsam?”
Öyle bir durum olsa da yaşasak! Heh hee...
Yapayım mı, yapmayayım mı?

Gerçi o soru kendine sormaya başladığın andan itibaren kararın bellidir de, işte kendine naz yapıyorsundur! Yine de soru zor!

Soru zor da, cevabı aslında o kadar da karışık, içinden çıkılmaz falan değil. Bunu anlamak için, şöyle bir maziye bakmak yeter. Gözünün önünden yaptıklarını ve yapmadıklarını film şeridi gibi şöyle bir geçirsen cevabı bulursun da!

Galiba biraz da yaşla ilgili...

Gençken yaptıklarından, yaş aldıkça yapmadıklarından pişman oluyorsun.

Ama gel gör ki...

Gençken cesaretin, yaş alınca da alternatiflerin olmuyor!
Gerçi bilimsel olarak da araştırma yapmışlar; yaşayıp da pişman olmak en iyisiymiş.

O araştırmaya göre, kaçan fırsatların acısı uzun vadeli olurken, hata yapmaktan doğan pişmanlığın acısı daha kısa süreli oluyormuş. Ayrıca pişmanlıklar acılı olsa da, aslında, fırsatları değerlendirerek işte ya da aşkta başarıyı yakalama şansını artırıyormuş.
Yani o atasözündeki gibi:

“İş işteyken, eş eşteyken...“ Demek bilmem kaç yüz yıl önce olay çözülmüş aslında!

En yaygın pişmanlıklar aşk, eğitim ve işle ilgili olanlarmış. Eğitimi, işi geçip, aşka gelelim... Hatta meşke...

Yoksa cesaret mi

Bir başka araştırma da, kadınların ve erkeklerin cinsellik konusundaki pişmanlıklarını incelemiş.
Bakın şimdi, ilk üç sıradakilere...

Önce danalar:

1- Olası bir yatak arkadaşına doğru hamle yapmamak (yüzde 27).

(Yatak arkadaşı dediği, alanda karşılaştığı bir kadın falandır ha! Yoksa geri çevirdiği bir teklif değil!)
2- Gençliklerinde seks yaşamlarında daha maceraperest ve tutkulu davranmamak (yüzde 23).

(Oysa 10 sene sonra, bugün için aynı pişmanlığı duyacak, haberi yok!)

3- Sevgilisi yokken cinsel anlamda daha maceraperest olmamak (yüzde 19).

(Sanki imkân vardı da, o yapmadı!)

Gelelim kadınların pişmanlıklarına...

1- Yanlış partnerle birlikte olarak bekâretlerini kaybetmek (yüzde 24).

(Bizde de geçerli bu. Çoğunluk kocaları olduğu için!)
2- Şu anki veya eski partnerlerini aldatmak veya aldatmış olmak (yüzde 23).

(Yakalanmışlara sormuşlar herhâlde!)

3- Cinsel ilişkiye çok hızlı başlamak (yüzde 20).
(Yok, bitmesinin hızla başlamakla alakası yok! Yanlış insan, yanlış zamanla ilgili olabilir).
Yani aslında pişmanlık diye bir şey yok da, cesaret diye bir şey var galiba...

Yazının devamı...

5 sanal uyarı

Sanal ortamda başlayan aşklar normal sayılmaya başlandı. Araştırmalar, sadece çaresiz kalan “zavallı, yalnız kişilerin” internetten tanışmaya yöneldiği algısının ortadan kalktığını söylüyor. Yani, “Bu doğru düzgün biri olsa, burada ne işi var?” demeyecekmişiz!

E, ama doğru düzgün biri olsa orada ne işi var?
Bunun cevabını şöyle veriyorlar:

“İnternet ile daha fazla zaman, kolaylık, seçenek ve potansiyel olarak daha fazla sosyal etkileşim şansı var.”
Hadi öyle olduğunu farz edelim...

Eee?

E’si şu:

Eskiden gerçek ortamlar için yapılan araştırmalar, uyarılar artık sanal ortamlar için yapılmaya başlandı. Mesela, ABD’de psikologlar sanal dünyada başlayan ilişkilerde kişilerin birbirlerine doğru bilgi vermeyebildiklerine işaret ederek güvensizlikler yaşandığını belirtmişler.
Ne zekâ!

Hayret! Nasıl anlamışlar?

Neyse, bu çerçevede kadınlara 5 önemli uyarıları var. Hani o hep yazdığım fıkradaki gibi: Kadın dergilerinden ‘uyarılması’ gerektiğini öğrenen Fadime kocasına durumu diretince cevabını almış ya, “Bak, şimdi işe gidiyorum, akşam gelince ...

Uyarıyorum ona göre!”

Bu da onun gibi!

Yine de bakalım...

Kamaştırmaca...

1- Sanal dünyada birisiyle tanıştıysanız hiç vakit kaybetmeden hoşlanmaya başladığınız kişiyle yüz yüze görüşün. Ekranda oluşan elektriğin gerçekten bir “aşk kimyası’na dönüşüp dönüşmediğini ancak bu şekilde anlayabilirsiniz.

(Aslında, “Resmindeki gibi mi? Bir an önce öğren” demek istiyor. )

2- İlk görüşmede hoşunuza gitmeyen bir şey oldu diye hemen ilişkinizi bitirmeyin. Ona biraz zaman tanıyın ve kendini size ifade etmesine izin
verin.

(Sonra ayrılırken, “Aslında ilk günden belliydi!” demeniz için herhâlde!)

3- Hoşlandığınız kişiyi iyice tanımaya çalışın. Onun hakkında kesin bilgilere ulaşmadan cinsellik yaşamayın.
(Gerçek hayatta olduğu gibi! Tek bağlantılık aşk da mı olmaz?:)))

4- “Tipiniz” olmayan birisiyle çıkmayı deneyin. Size katacağı değerler olabilir. Onunla sürpriz mutluluklar yaşayabilirsiniz.

(Oldu o zaman, bari bir akademisyen falan bulalım, hani okumak

istediğimiz bölümden falan!!
Ya da yaşa göre, bir doktor falan!
Dahiliyeci! heh hee...)

5- Her şeyden önemlisi, iyi vakit geçirmeye çalışın. Mutluluğun ışığıyla parıldayın ve onun gözlerini kamaştırın.

(Hadi len! O bizim gözlerimizi kamaştırsın; artık neyle kamaştıracaksa!)

Gördüğünüz gibi sanal ortam, gerçek ortam fark etmiyor.

İkisinde de uyarıyorlar!

Yazının devamı...

Romantizm derken?

Şimdiii...

Bir danaya, “Sence en romantik yer neresi?” diye sorsanız, yüzde 99’u aynı cevabı verir:

“Yatak odası.”

Tabii yanında yalakalık yapacağı bir kadın yoksa! Siberalem sitesi “Hayalinizdeki en romantik yer neresi?” diye bir anket yapmış. İlk sırada “Ev“ sonra Kız Kulesi, Büyükada geliyor; Maldivler, Santorini de yurt dışı ayağı...

Belli ki, evin bölümlerini anket şıklarına koymamışlar!

Kız Kulesi, Büyükada falan diyenler de belli ki kadınlar... Bu haberi okurken, romantizmin erkeklerde bir karşılığı olup olmadığını düşündüm.

Yani mesela bir erkek, kız arkadaşını alıp Kız Kulesi’de yemek yemeyi gönülden ister ve bunu romantik bulur mu?

Zorunluluklar...

Ben de kendi çapımda küçük bir anket yaptım.

Evet, yüzde 99’u “Yatak” cevabını verdi. Bazılarının cevabı biraz daha uzundu:

“Yatak odası...”

Aslında haksızlık etmemek lazım, kimi de “romantik” sayılabilecek cevaplar vermedi değil! Mesela o internet klasiğini uyarlayan bile vardı:

‘Komünizm para kazanıncaya / Feminizm koca buluncaya / Ateizm uçak sallanıncaya kadardır.’

Romantizm?

Yatağa gidinceye kadar!

Çok komik!

Onlara komik!

Komik veya zorunluluk!

Kız Kulesi’nde yemek, Ada’da fayton gezintileri falan uymaları gereken ritüellerden başka hiçbir şey değil(miş.)

Pekii... Kız Kulesi’nde yemek yerken o akşam birlikte olamayacağını anlayan dananın aklına ilk gelen ne?

“Hadi bee... Bu kadar hesabı boşuna ödedim!”

Kar yağarken...

Alın size yaşanmış başka bir örnek:

Aynı “romantik” sahneyi iki taraftan da dinleyelim.

Önce kız tarafı:

“Hiç unutmam, akşamüstü kar yağmaya başlamıştı. Akşama doğru o kadar güzel oldu ki, her yer bembeyaz, lapa lapa kar yağıyor. O anda karar verdik; yatağımızı salona taşıyacaktık. Sokak lambasının ışığında yağan karı seyrederek uyumaya... Gençlik işte!”

Şimdi aynı hikâyeyi olayın kahramanlarından erkek anlatıyor:

“Evet yaa... Öyle sevişelim dedik! Kar yağarken!”

Buyurun. Olay bu.

İyi-kötü veya doğru-yanlış demiyorum.

Sadece “Olay bu!” diyorum.

Galiba onlarda romantizmin bir karşılığı yok!

Ne tuhaf!

Yazının devamı...

“Pardoon, aletiniz var mııı?”

Hadi biraz oyun oynayalım: Havaalanında tanışmaca... Oyunun adı bu. Kaç kişi havaalanında tanıştı da bir şey oldu bilmiyorum ama insanların kafasında yeni birisiyle tanışma potansiyeli en yüksek yerlerden. İlk 3’e girer mi, girer.

Zaten kafadan, iplerinin boşaldığı bir yer! Evden, işten, tanıdıklarından uzaklaşıp, hovardalığa yaklaştığın ilk mekân. İlle de tatile gitmen gerekmiyor, iş seyahatinde de olabilirsin, fark etmez.

Önemli olan gitmen...

Havaalanları tuhaf yerlerdir.

İnsanların da tuhaflaştığı... Ya da tam tersine, kendine geldiği...

Orada bir kimliğin yoktur. Sadece dış görünüşün ve hareketlerin vardır. Onlarla anlaşılabildiğin kadarsındır. Her şey yüzeyseldir yani... Yüzeyselliğin dayanılmaz hafifliği içinde...

Her şey uçağı beklerken başlar. Mutlaka şöyle bir etrafına bakarsın. Etrafındakiler de sana bakar. Gözlerin 10 saniye içinde bütün yolcuları tarar, eler ve karar verir.

Neye karar verir?

İzlemeye değer biri var mı?

Ha, varsa ne yapacan? Oyunumuz da bu zaten!

Bir tek kişi tanımıyorum ki, “Yanıma kim oturacak” diye merak etmesin?

Hele hele gözüne kestirdiği biri varsa... Uçağa ondan önce girip oturduysan, onun uçağa girişini, koltuk numarasına sonra da oturacağı yere bakışını takip eder, yanıma düşer mi diye beklersin.

Ama düşmez. Yüzde 90 düşmez!

Düşmesin de zaten! Ne yapacan? Al başına belayı... Konuşsan olmaz, konuşmasan olmaz. Durup dururken huzursuzluk.

Oysa başka yere otursa, en azından yanıma otursaydı diye hayal kurarsın.

Şimdi gelelim oyunumuz, “havaalanında tanışmaca” ya...

Nasıl olmaz...

De ki, orada...

Yanında ya da tam karşında oturuyor.

Şimdiii..

Onunla tanışmaca...

Nasıl olur? Nasıl olmaz?

Önce “Nasıl olmaz?”dan başlayacağım. Çünkü elimde yaşanmış bir örnek var. Hem de kahramanımız bir erkek.

Uçağı beklerken CIP salonunda, karşısında hoş bir hatun...

Bacak bacak üstüne atmış, ayağını sallıyor.

Bakışlarından, huzursuzluğundan belli ki, bizim danaya karşı bir beklenti içinde! Bizim dana da telefonla konuşuyor. Arada da gözü hatuna takılıyor tabii... Bir süre sonra baktı ki olmayacak, hatunda beklentinin yerini bir hazırlık alıyor.

Çantasından cep telefonunu çıkarıp etrafına bakıyor falan. Sonraa...

Yerinden kalkıp takkıdı takkıdı bizim dananın tam önünde duruyor.

“Pardooon... Telefonlarımız aynı galibaaa, ‘şarz’ aletinizi var mııı?”

“Şarz” aleti...

Bizim dana da gerçek bir dana, aslında hiç kaçırmaz ama...

Cevabını hemen veriyor:

“Hayır.”

Yazının devamı...

Erkekler gerçekten gerekli mi?

Ne güzel bir soru değil mi? Hani şey gibi; züccaciye dükkânına girersin de, ne zaman ve ne kadar kullanacağını tahmin bile edemediğin ilginç bir şey görürsün. Narmatik, makarna zamanlayıcı, yağ toplayıcı ya da ne bileyim, katlanabilir su bidonu...

Elin gider, tam alacakken kendi kendine aynı soruyu sorarsın ya, “Buna gerçekten gerek var mı?” diye...

Çünkü deneyimlisindir. Yani daha önce onun gibi kim bilir neler almışsındır... Şimdi kim bilir nerededir?!

Öyle bir soru bu.

Aslında soru tek başına da güzel: “Erkeklere gerçekten gerek var mı?”

Cevabı ne olursa olsun!

Zaten cevabını öğrenmek için önce ne işe yaradıklarına bakmak lazım, değil mi?

Bakalım o zaman...

Ruhumuzu okşuyorlar mı?

Hayır.

Fedakârlık yapıyorlar mı?

Hayır.

Eğlendiriyorlar mı?

Hayır.

Hastalanınca bakıyorlar mı?

Hayır.

Ev işlerine, çocuk bakımına yardım ediyorlar mı?

Hayır.

Paylaşıyorlar mı?

Hayır.

Böyle binlerce “hayır” var.

Para desen, biz zaten kazanıyoruz. Ya da kazanabiliriz..

Eee? Şimdi bu aleti almaya gerek var mı? Ay, pardon; erkeklere gerçekten gerek var mı?

Nasıl yapacağını bilmiyor

Pekiii...

Bu sorunun, evrimsel-biyoloji bölümünde verilen bir dersin adı olduğunu söylesem...

Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde (Hadi bir kerede söyleyin!)...

Aslında daha güzel sorular da var: “Doğa erkeklerle neden uğraşsın ki?“ gibilerinden...

Doğa kim?

Heh hee...

Düşünün, bilim insanları bile, artık bu raddeye gelmiş! Şu sperm meselesini bir çözseler, geriye pek bir sorun kalmayacak. Yani o zaman bidona gerek kalmayacak da!

Zaten biliyorsunuz epeydir “Erkeklerin Sonu” tezleri dolaşıp duruyor. Bilmem kaç bin ya da milyon yıl sonra gezegende erkek kalmayacağı, Y kromozomunun gitgide güç kaybettiği, sperm sayılarının düştüğü falan...

Bu arada, kadınlar diploma sahibi, aile reisi, bekâr anne ve tüketici olarak iyice güçlenmeye başlıyor. Ancak, başka önemli bir veri daha var:

Y, varlığını devam ettirmek istiyor ama bunu nasıl yapacağını bilmiyormuş!

Tıpkı, “Karısı veya kız arkadaşı el atmadıkça doktordan randevu alamayan ya da evini temizleyemeyen bir adam gibi...”

Bilim insanları, danaların pardon, Y‘lerin son durumunu şöyle tanımlıyorlar:

“Y kromozomu direksiyon başında uyuyakaldı. Ancak araba uçuruma düşmeden önce son anda uyanıp yoluna devam etti ve ‘elimde fazla bir şey kalmasa da, var olanları koruyacağım” dedi.

Hadi bakalım...

Bekliyoruz.

Yazının devamı...

Tik-tak, tak-tik...

Hiç sevmem... Sevmediğim gibi karşıyım da! Taktik maktik işlerine. Üstelik inanmam da...

Yani herhangi bir taktikle bir işi kotarmayı doğru bulmam. Sağlam olmaz çünkü! Ama kotarmak için değil de, (bu ‘kotarmak’ da nereden aklıma geldiyse!) eğlenmek, daha doğrusu biraz oyun oynamak içinse...

Bak o zaman biraz taktiğin zararı olmaz. Ama oyunu akıllıca kuracaksın. Ki karşısında mal gibi kalma!
Olayımız şuydu: Ex’inle karşılaştığında...

Hani büyük aşkla peşine düşmesini, pişmanlıklar yaşamasını istersin ya... Hatta sen de “Geçti Bor’un pazarı...” havalarına girsen falan... “O kadar olmasa da, onun aklına düşmenin bir yolunu biliyorum“ diye yazmıştım. Evet biliyorum.

Ya, aslında böyle şeyler yazmayı sevmiyorum desem... Ama artık söz vermişim bir kere. Yazacağım, çaresi yok!

Şimdiii... Önce kadınlardan başlayalım: Yani kadınlar ex’leriyle karşılaştıklarında...

Önce, bu konuda şimdiye kadar bildiğiniz her şeyi unutun! Güzel-bakımlı yakalanmayı, yanında bir yakışıklı olmasını, meydan okumayı, kuvvetli ve neşeli görünmeyi... Bunların hiçbirinin etkisi yok! Yüzdeye vursan olsa olsa % 10 falan... O da, en fazla eve gidinceye kadar.

Hele hele yanında veya hayatında başka biri varsa, onunla konuşuncaya kadar sürer. İkisine yatakta meze olursun, o kadar! Yani bırak onu deli etmeyi, iyilik bile yapmış olursun.

Bu yüzden...

Ders 1: Erkekler ulaşamayacakları oyuncaklar için ağlamazlar! (Vay!)

Ders 2: Oynarken kırıp döktüklerine hiiiç tamah etmezler! (Bu da Vay!)

O hâlde:

Demek ki, bunlar tam tersine gelirler. Ulaşabileceklerine ve kırıp dökülmeyene... Ama tabii içinde erotizm olacak mutlaka! Olacak da, nasıl olacak?

Bak, çok detaylı anlatacağım. Şimdi karşılaştınız değil mi? Merhabalaştınız... (Bir şekilde merhabalaş! Kaçma yani) Hiiç havalara girme. Öyle “Ben çok iyiyim, çok
mutluyum”ları unut. Çok yumuşak ol. Yumuşak ve sakin...

“Nasılsın?” diye soracak, “iyiyim” de “sen?” diye sor. O da, “Ben de iyiyim” falan diyecek ya.. Onları söylerken, sen gözlerinin direkt içine gülümseyerek bak. Yaramazlık yapmış da yakalanmış gibi bak.

Bir anda bütün yaşadığınız güzel anılar gözünün önüne gelmiş gibi ama hiç duygusallaşmadan hatta biraz da umarsızca de ki:

“Vay bee... Ne sıcak günlerdi değil mi?”
Bu kadar!

Yeter!

Zaten sen “sıcak” dedin ya, o orada kaldı. Onun bu sözlerden anladığı zaten şu:

“Bu verecek kalbini...“ Üstelik dertsiz! Ondan sonra, bir paket çekirdek al ve eve git. Sıcak bir duş al, giy pijamalarını, aç televizyonunu...

Üç-beş dakikaya seni arar. Bilemedin üç-beş güne...
Ondan sonrası beni ilgilendirmez.

Ama ben olsam... Çekirdeğimi çitlemeye devam ederdim. Amacıma kanmazdım!

Bir de iflah olmaz ex’ler vardır.
Onların aklına düşmek dahi istemezsin. Ya da bunun olamayacağını bilirsin ya...

O zaman yine kırıtıp, üstün görünmeye çalışma! Bu, tam tersine seni küçültür.

En iyisi onunla kafa bulmaktır.

“N’aber len Tahsin? Hâlâ horluyor musun? Uyku apnen devam ediyor mu? Heh hee...” de. Cevabını da bekleme...

Not: Erkeklere yer kalmadı. Artık başka zaman! Heh hee...

Yazının devamı...

Bir de ‘o’na rastlamak var!

Sonuncuya... Son aşkına... Yalnız dikkatinizi çekerim; son ilişki değil, son aşktan bahsediyoruz! Sonuçta, aşk başka, ilişki başka ya!

Zira son ilişkine rastlamanın bir heyecanı bile yoktur. En bakımsız hâlinle bile yakalansan, “Amaan...” deyip geçersin. Bir yüzsüzlük hâlin vardır! Yanında biri olmuş olmamış fark etmez. Hatta onun mutlu olmasını bile istersin!
Aklından hiçbir hinlik-cinlik geçmez. Sanki eski bir arkadaşına rastlamış gibi...

Ama bir de ‘o’na rastlamak var!
Son aşkına...

Bittiği için gerçekten üzüldüğün adama ya da kadına... Yani bir zamanlar âşık olmuşsun ona. Hatta belki hâlâ âşıksın da, o aşk artık başka bir yerde...

Belki başladığı, belki bittiği yerde donmuş kalmış.
Orada ve o zamanda...

Son aşk bu, dile kolay!

‘O’ndan sonra belki başkasını sevdin hatta âşık oldun, evlendin mesela.... Son aşk evlendiğin kişi olmaz. O, son aşktan sayılmaz. Ha, evlenmeseydin olabilirdi...

Ne istiyorsun?!

Son aşkın, son aşk olabilmesi için, bitmesi ve içinde kalması gerekir.

Tadının damağında kalması falan...
Aradan yıllar da geçmiş olabilir, geçen hafta da ayrılmış olabilirsiniz, o da fark etmez! Son aşka rastlamak, ilk aşka rastlamak gibi “ağır” değildir.
O kadar “temiz” de değildir.
Hatta yeterice “hafif”tir.
Ve her an pisleşebilirsin.
Çirkinleşebilirsin.

Ha, ona karşı değil tabii ki! Kendine karşı! Aklından geçenler, bir dakika içinde yaptığın planlar, yalanlar falan; seni bile utandırabilir.

Son aşka rastlamak çok ama çok risklidir. Hem mükemmel ve ondan her anlamda daha üstün görünme çaban hem de aynı anda onda bir iz bırakma isteğin bir araya gelince...
Öyle olsan dahi!

Her an, salak durumuna düşebilirsin.
İşte bu yüzden bir strateji geliştirmen gerekiyor. Bunun için, önce ne istediğine karar vermen lazım.

“Senden ayrıldığına bin pişman“ mı olsun, “tekrar sana âşık” mı olsun, “rastladığının ertesi günü seni arasın” mı, “seni kıskansın” mı?

Ne?

Ne istiyorsun?

Önce buna karar ver!
Hepsini mi?
Oldu!

Hatta o tekrar ve büyük aşkla peşine düşsün ama sen yüz verme!

O kadar olmasa da, onun aklına düşmenin bir yolunu biliyorum.

Anlatayım mı?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.