Şampiy10
Magazin
Gündem

Olan ayakkabılara, ayaklara oluyor!

O kaddar ayakkabı kutusu... O kadar da ayakkabı var demektir! Ancak ayakkabılar kutusunda değil! Düşünsene, Louis Louboutin’ler, Prada’lar, hatta belki Salomon’lar falan da vardır; hani kutusu büyük olur diye!

Kutularından çıkarılmış öyle üst üste, tozlu, formları bozulmuş, eciş bücüş olmuş, burunları kalkmış, ayakkabılıkta bütün havaları sönmüş bir durumda!

Tıh!

Yazık!

Olan ayakkabılara olmuş!

Bir de, ayaklara...

Hani, “Ne zaman baş oldunuz?” diye sorulan ayaklara...

Gezi’nen ayaklara...

O kaddar ayakkabı kutusu...

O kadar ayakkabı...

Nasıl oluyordu acaba?

Müdür, eve gelip ayakkabılarını çıkartıyor, hanım alıp onları ‘ayakkabı kutularının’ üzerine koyuyor, geçiyorlar içeri. Sonra müdür gerine gerine diyor ki:

“Hanım, sen yarın çık da biraz ayakkabı al!”

“Ayyy... Yaşaşın! Çizmeler alayım bari, kutuları daha büyük!”

Bir taşla iki kuş!

Ne güzel değil mi? Noel Baba gelmiş gibi; ayakkabı alıyorsun ertesi gün içi para doluyor!..

Kumbara niyetine

Belki de her seferinde ayakkabı almıyordur canım...

Ayakkabı mağazalarından kutu istiyordur. Hani taşınırken marketten kutu istenir ya, onun gibi...

- Pardon, boş-fazla ayakkabı kutunuz var mıydı?..

- Yok abla, geçen ay hepsini verdik ya!

- Ay, pardon. Yine de, aklınızda olsun da...

- Tamam da abla, sen n’apıyon o kadar kutuyu?

- Hiiç! Erzak koyuyorum.

E, erzak sayılır!

Sonra da, ayakkabı satın alan kadınlara yöneliyordur:

- Pardon, kutusunu kullanmıyorsanız alabilir miyim?

- Yok, kullanıyorum. Hatırladınız mı, ben...

- Aaa evet!!!

Kumbara niyetine!

Ben olsam ayakkabı kutusu şeklinde kumbara çıkarırım. Tam zamanı!

Yerse tabii...

Hayır, neden ayakkabı kutusu anlamadım?

Saklıyor desem...

Hani biz de iki dandik yüzüğü saklayacağız diye evin içinde fır döneriz ya... Kendimizi hırsızın yerine koyup, “İlk nereye bakar?”dan yola çıkarak...

Banka kasalarına koymak artık imkânsız hâle gediğinden... Kiraladığın kasa ücreti üç yılda içine koyduklarına karşılık geldiği için!

Sonunda hırsızın hayatta bulamayacağı yeri bulup saklarsın. Sonra da, bulamazsın ya... Tıpkı annen gibi!

Hemen telefona sarılırsın,

“Yok! Gitti! Güzelim yüzüğüm gitti. Saklayabileceğim her yere baktım, yok!”

Yani şimdi en azından nereye saklamayacağımız belli oldu:

Ayakkabı kutusuna...

Zaten ne kadar ayakkabı kutusu varsa, o kadar da ayakkabı var demektir.

Ve onlar kutularında değilse... Ortada bir yanlışlık var demektir.

Olan ayakkabılara olur, Bir de gezi’nen ayaklara!

Yazının devamı...

Neler oluyor?

Geçen nisan ayında bir akşam, bir adamın Deniz‘i kaçırıp onu taşla, şişeyle dövdüğünden hiçbirimizin haberi yoktu. O akşam, adam Deniz’in suratını dağıtırken...
Kimimizin canı sıkılıyordu... Her şeyim var ama mutsuzum sendromuyla oynaşıyorduk...

Kimimiz dostlarımızla felekten çalınmış bir geceyi yaşıyorduk.

Kimimiz aldatıyor, kimimiz aldatılıyorduk...
Ertesi gün babası Deniz’i yüzü parçalanmış perişan hâlde hastaneye kaldırdığında...

Kimimiz o gün kaç kadının erkek şiddetine maruz kaldığını gazetelerden okuyor,
Yüzünü buruşturuyordu.

Sanki hiç kendi başına gelmeyecekmiş gibi!
Kimimiz de, istatistiklerle, kadın cinayetlerinin son 7 yılda yüzde bin 400 arttığını anlatıyordu.
Kendisi o yüzdenin çok dışındaymış gibi!
Deniz ameliyat olurken adam tehditlere başladığında... “Hepinizi öldüreceğim“ dediğinde...
Kimimiz dizi seyrediyordu, sıcacık evinde...

Kimimiz bir haber programında hakkını savunacak birini, ama hapishanede...

Adam, koruma kararına rağmen Denizlerin üst dairesini kiraladığında... Yani ölüm Deniz’e biraz daha yaklaştığında...

Kimimiz birilerine yandaşlık yapıyordu,
Kimimiz andıçlık...

Kimi yolsuzluklar planlıyor, uyguluyor.
Kimi yolsuzlukları takip ediyor;
Kimi susuyor;

Kimi pusuya yatıyordu...

Belki yarından da yakın!

Deniz’in babası karakol karakol, o savcıdan bu savcıya koşarken...

Türkiye’de 212 kadın teek tek bir erkek tarafından öldürülüyordu...

Kimi korkup susuyor, kimi susup oturuyordu.
Deniz, babası ve kardeşi çaresiz kaldıklarında...

Birileri açlık grevine başlıyor, birileri yemekten patlıyordu! Onlar, bu ülkede hiçbir partiye, cemaate, gruba ve hatta bir derneğe bile bağlı olmayan tüm insanlar gibi kendilerini sahipsiz, güvensiz, kimsesiz hissetiğinde...
Ortada kaldıklarında...

Adalet aradıklarında...

Gülümhan (Gülten) Deniz’i gördü. Yazdı.
Şimdi merakla bekliyoruz.
O adama ne olacak?
Bize ne olacak?

Bu toplumda bir kişi bile kendini çaresiz, sahipsiz, güvensiz ve kimsesiz hissediyorsa...

Yalnız kaldıysa...

Kim olursa olsun,
Nereden olursa olsun...

Bu aslında hepimizin yalnızlığı, sahipsizliği, çaresizliği değil mi?

Belki bizim de başımıza gelecek...
Belki annenizin, kardeşinizin, eşinizin, kızınızın, sevgilinizin başına gelecek.
Mesela yarın...

Belki yarından da yakın!

Yazının devamı...

Her kadında farklı mıdır?

Bir erkek her kadında farklı mıdır?..” Hani dün, “Bir kadın her erkekte farklıdır”ın sonunu bu soruyla bitirmiştim ya... Cevabı basit gibi:

“Nasıl ki, bir kadın her erkekte farklıdır, aynı nedenlerle bir erkek de her kadınla farklı olur.

Yani kadınına göre...” diyeceksiniz...

Ama fena hâlde yanılacaksınız!
Hayır.

Bir erkek her kadında aynıdır!
Bu kadar da iddialıyım.

Kafasındaki “kadın” imajı neyse, hepsine öyle ve aynı davranır. Hatta biraz daha ileri gideyim; bir erkek her kadınla aynı aşkı yaşar!

En azından dışa vurumu aynıdır.

Adam romantikse, bütün kadınlara romantik davranır. En olmazına bile! Yok, düz bir adamsa, hayatına giren kadınların hepsine tavrı dümdüzdür. Kadın ne olursa, kim olursa olsun!

Aslında olaylar da bazen tam burada karışır. Mesela bazı adamlar, aşkın tadını çıkarmayı severler. Birlikte olduğu kadını jestleriyle şımartmayı severler.
Onunla birlikte olan kadınlar da bu jestlerin kendilerine has olduğunu düşünürler. Havaya girerler. Oysa adam aşkı öyle yaşamaktadır, seni değil!

Yani yarın başka bir kadına aynı jestleri veya biraz daha farklısını yaparak yaşar aşkı. Bu adamı, aşkı böyle yaşamayı seven bir adamı, hiçbir kadında dümdüz göremezsiniz... Bırak aşkı, sadece seks yaptığı kadına karşı bile ‘jesty’dir.

Ya da tam tersi, adam klasik sendromları olan bir adamsa...

İmajına göre...

Klasik sendrom derken?

Yani kıçı kalkıksa...

Bu adama da öldürsen jest yaptıramazsın. Onun için bir kadına jest yapmak, tali yoldan gelen arabaya yol kaptırmak kadar gurur kırıcıdır. Mecbur kalmadan yapmaz. Yapınca da burnundan getirir.

Dedim ya, kafasındaki “kadın” imajına göre...
Kadından ne istediğine göre...

Bazı adamlar kadında arkadaş görmek ister. Daha çok “kızlı-erkekli” büyüyenler... Onlar, konuşmayı, birlikte gülmeyi, planlar yapmayı isterler... Bütün kadınlarda bunu görmek isterler...

Bazı adamlar, kadını sekste bulurlar. Kendisini (aşkını) orada ifade ettiklerine inanırlar. Bu adam bir kadınla tatil planı yapmaz mesela. Ama hiçbir kadınla yapmaz. Bazı adamlar da, kadını “eş” olarak görür. Bir takım görevler vermiştir ona. Onlar söze, “Benimle birlikte olacak kadın...” diye başlar.

Bütün kadınlara, “kendisiyle birlikte olabilecek kadın mı?” diye bakar.

Bu liste böyle uzar.

Yani:

Bir adam, her kadında aynıdır!

Yazının devamı...

Bu kadın kim?

Hani hep, “bir kadın, her erkekte farklıdır” derim ya...
Dün Ebru Şallı‘nın sözlerinde hatırladım:

“Biri sana güzel olduğunu unutturur, biri gelir hatırlatır. O bana kutsal kadınmışım gibi davranıyor” deyişinden...

Ne alaka?

Şu alaka:

Bir kadının hayatına giren erkeklere tek tek sorsanız, “Bu kadını nasıl bilirsiniz?” diye...

Hepsi farklı tarif eder.

Üstelik öyle zıt tarifler çıkar ki ortaya...

Kimi “kutsal kadındır” der, kimi sıradanlaştırır; kimi “fedakârdır” der, kimi ‘bencil’; kimi ‘neşelidir’ der, kimi ‘melankolik’; kimi ‘titizdir’ der, kimi ‘dağınık’; kimi ‘dirençlidir’ der, kimi ‘zayıf’, hatta kimi ‘aşk tanrıçası’ der, kimi ‘frijit’! Liste böyle uzaaar gider...

Peki bir kadın, birbirinden bu kadar uzak ve zıt özelliklerin hepsini birden kişiliğinde taşıyabilir mi?
Hepsi birden olabilir mi?

Yok. Olmaz.

O halde aynı kadını neden her erkek farklı tarif eder?

Kadını neye çevirdiyse...

Çünkü ve işin komiği, aslında o kadın hiçbiri gibi değildir!

Hiçbir erkeğin tarif ettiğine benzemez. Hepsinden bir parça vardır ama hepsi değildir!
Esas hâli, son hâlidir.

Hepsinden bir şey alıp kendinden çıkardıklarıyla kaldığı hâl.

Ne birinciyle olduğu gibidir, ne aradakilerle ne de sonuncuyla...

Bütün ilişkilerinde ya toplar ya çıkarır; ya çarpar ya da bölünür. Adamına göre...

Bencilleşir...

Komikleşir...

Melankolikleşir...

Seksileşir...

Her erkek kadını neye çevirdiyse, onu öyle anlatır.
Yani... Aslında kendisini tarif eder!!!
Doğrudur da!
Kadın onunlayken çok
komiktir ama ötekiyle
melankolik...

Kadın ötekiyle buz gibidir, onunla sımsıcak...
Bir kadını hırçınlaştıran da, su gibi yapan da aslında erkektir.

Bu yüzden bir erkeğe niye ayrıldığını sorduğunuzda, “çok bencildi”, “başına buyruktu” veya atıyorum, “çok soğuktu” gibi tanımlamalar kullanıyorsa... Dikkat! Bence biraz düşün.

Yok eğer, “İyi kızdı ama anlaşamadık“ diyorsa... E, iyi o zaman! Hadi çıkalım...

Evet, bir kadın her erkekte farklıdır. Tabii psikolojik sorunları yoksa veya bir hesap peşinde değilse! Çünkü bu iki tip kadını tüm erkekler aynı tarif eder! Şaşmaz.
Pekii....

Bir erkek, her kadında farklı mıdır?

Yazının devamı...

35 yıl süren ergenlik...

Hani biz bunlara, “Ay, çocuk gibiler” deyip duruyoruz ya... Hatta biraz da şirinleştirerek! Oysa böyle kendi canavarımızı yaratıyoruz!

Ama bunlar çocuk gibi falan değiller biliyorsunuz. Kazık kadar adamlar!

Bunlar resmen ergenliklerini bitiremiyorlar.

Ne zamana kadar?

50 yaşına kadar!

15-50 yaş arası ergenlik çağı!

Oh! Ne âlâ! Biraz(!) uzun ama!

Kaufmann der ki!

Baştan belirteyim bu benim tespitim değil; yine ünlü bir sosyoloğun, Jean Claude Kaufmann’ın.

Açık açık söylüyor:

- “Erkekler, 50 yaşına kadar uzun bir ergenlik dönemi geçiriyorlar” diye.

Bu sözler ilk bakışta şirin görünüyor. “Çocuk gibi”, “ergenlik” yakıştırmaları hem danaları hem de onlara katlanan kadınları akladığı için iki tarafı da rahatlatıyor gibi ama...

Ama’sı çok.

Kaufmann durumu şöyle açıklıyor:

- “Erken yaşta yetişkin gibi olan çocuklar bir noktada duruyor ve yaşlılıkta çocuk kalıyorlar. İmkânların her şeyi mümkün kıldığı bir ortamda hayata odaklanmakta zorluk çekiyorlar. Çünkü hayata asılmak, belli sabit kararlar alabilmeyi de gerektiriyor.”

Hey gidi performans!

“Bir noktada duruyor” diyor ya, o nokta hangisi biliyor musunuz?

Annesinin, “Oğlum sen bırak, kahvaltını ben hazırlarım” dediği an.

Sonrası malum; toplumca el ele verip bunların iyi birer dana olmaları için çalışıp duruyoruz.

Hani klasik, “erkekleri yetiştirenler de kadınlar” meselesi...

Kaufmann diyor ki...

- “Erkekler daha az baskı altında. 50 yaşına kadar uzun bir ergenlik dönemi geçiriyorlar. Bu, kadınların yalnızlaşmasına yol açıyor. Toplumda yalnız erkeklerle yalnız kadınların sayısı hemen hemen aynıdır.”

Hadi yaa... Neredeler o zaman? (Onu söylüyor, sonra yazarım!)

Biz şu yalnızlaşmaya dönelim: Yani kendine hayat arkadaşı olarak seçtiğin dana bir ergen! (Ergenlik döneminde manasında!)

Ta ki, 50 yaşına kadar! Peki 50 yaşında ne oluyor da, ergenlikten çıkıyorlar?

Bunun cevabı da benden: Korkmaya başlıyorlar!

Neden korkuyorlar?

Bunların en büyük korkuları, hastalanınca bakacak kimseleri olmaması... O yüzden artık yalakalıklara, alttan almalara, yardımcı olmalara başlıyorlar.

Peki neden 50 yaş?

Performans düşmeye başlıyor ya, ondan! Bunların göstergeleri o. Ne zaman ki, çıplak kadın resimlerine bakmayı unutmaya başlıyorlar, o zaman akılları yerine geliyor.

O hâlde, bir kadın için erkeğin en iyi yaşı 50 diyebilir miyiz?

Adamla ne yapacağına bağlı!!

Yazının devamı...

Kurgu var, kuran yok!

Artık yeni bir dönemde olduğumuzu kabul etmemiz gerekiyor. Kadınlar da erkekler de, yeni ve bilmediğimiz bir yola girdik ve kaybolduk. Üstelik adres soracak kimse de yok. Hislerimiz, beklentilerimiz, korkularımız, endişelerimiz, kızgınlıklarımız ve hatta sevinçlerimiz bile değişti. Değişti ama yerine yenisi de yok.

Düşünsene, artık birinin birini aldatması artık haber ya da sıkı ve şaşırtan bir dedikodu sınıfında bile değil.

Neredeyse sıkıcı... Aldatana eskisi gibi kızmıyor, aldanana (kendin bile olsan) eskisi gibi üzülmüyorsun. Ama kayıtsız da değilsin. Oradaki yeni duygunun ne olduğunu, işte onu henüz bilmiyoruz.

Yoksa çıta mı yükseldi? Yani mesela bir kişi, 9 kişiye mi çıktı? 9 kişiyle aldatırsa mı?

Hayır. Artık “Bir erkek/kadın niye aldatır?” ya da “Aldatıldığınızı nasıl anlarsınız?” gibi yazılar da demode oldu.

Ha, aldatmak demode değil ama! Erkekler kadınlara doydu, hevesleri kalmadı. Kadınlar yükselttikleri çıtalardan aşağı patır patır atlayıp intihar etti.

Herkes mal gibi ortada kaldı yani! Herkes yalnız demiyorum, dikkat! Bu durumu, kaç gündür alıntılar yaptığım ünlü sosyolog Kaufmann şöyle ve tabii ki daha güzel anlatıyor:

- “Bugünlerde insanların çılgın bir düşü var. Kendi dünyalarından, alışkanlıklarından, yalnızlıklarından vazgeçmek istemiyor ama hayatlarında birinin var olmasını arzu ediyorlar. Bu kesinlikle imkânsız.”

Anam!

Hayal yerine senaryo!

İmkânsız diyor ya la! Hepimiz fareler gibi titreyerek öleceğiz! Heh hee... Doğru güncellenmezsek tabii!

Kaufmann diyor ki:

- “İnsanlar artık akıllarında senaryolar yazarak yaşıyor. Senaryolar uyduruyorlar. Mesela çantalarında küçük kâğıtlar görüyoruz. Gelecekle ilgili kısa cümleleri, niyetlerini yazıyorlar. Yani kimliklerini kendileri inşa ediyorlar. O kâğıtlara kendilerini yansıtıyorlar.”

Çantalarına veya Face’e... Mesela, “Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur / İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur” yazıyor. Sanki Attilâ İlhan‘ınki gibi bir aşk yaşamış! Yahu adam , “Ben sana mecburum” diyor; sen, “Sanki sana mecburum, adam mı / kadın mı yok!” diyorsun...

Onun tutkudan elleri kırılmış, senin isteklerin... O aşkı yaşamış, sen kendini...

Kafadan olmaz. Olmaz yani... Kendini yanlış yerde arıyorsun!

Aslında değişiyoruz, yeniden bir şeyler yazıyoruz ama... Ne yazıyoruz? Yeni kurallar, önlemler, prensipler falan...

Ne bileyim, öncekine çok fedakâr davrandıysa artık yenisine bunu yapmamaya and içiyor.

Öteki de, mesela eskisine çok taviz verdiyse artık ona vermemek gerektiğine karar veriyor.

Eee.. Bu ikisi karşılaşırsa ortaya nasıl bir aşk çıkacak?

Hayal yerine, senaryolar kuruyoruz. “Bana şunları yapan, şunları yapmayan biri... bir ilişki...”

Bak, bak, senaryoya bak! Kurguya bak!

Kurgu var, kuran yok!

Sen hâlâ tutkudan ellerini kırabiliyor musun?

Ona bak!

Yazının devamı...

Eski hislerden kurtulma

Eski hislerimiz, yeni pozisyonlarımıza uymuyor dedim ya... Gerçekten de uymuyor. Düşünsene, paranı kazanıyorsun, dil pabuç kadar, evini kurmuşsun, it gibi koşturup her şeyini hallediyor, hayatla kavganı yapıyor, hakkını çatır çatır alıyorsun sonra da dananın birinden seni koruyup kollamasını bekliyorsun!

Adam ne yapsın? Senin yerine markete gidince mi kollamış olacak?

Tıh!

Bu işte bir terslik yok mu? Ya da o kadından, itaat, hizmetçilik ve aynı anda vamplık bekliyorsun!

Peki bu işte bir terslik yok mu?

Var.

Yaratıcılığı, zekâsı ile seni donunda sallayacak kadına kahvaltı hazırlatacaksın, sonra da sana hayran olmasını bekleyeceksin! Aşk-meşk bekleyeceksin.

Oysa bir kadın ütülediği her gömlekle, koyduğu her çayla aşktan ve özellikle meşkten gıdııım gıdım uzaklaşır.

Biz değiştik, dünyamız değişti ama duygularımız, isteklerimiz aynı kaldı.

O duyguların artık birer karşılığı yok.

Bu işe bir el atmak lazım.

Pozisyonları değiştirmek artık imkânsız ve hatta doğru bir şey olmadığına göre...

Yenilenmek lazım.

Derin temizlik...

Yenilenmek de, öyle saç şeklini değiştirmekle, bıyık bırakmakla olmuyor!

Hislere, isteklere bir göz atmak gerekiyor. Gereksiz hisleri, çelişkili istekleri tadavülden kaldırıp yerine yenilerini koymak falan... Mesela...

Korunma-kollanma isteği yerine. Saygı.

Taktik yerine. Paylaşmak.

Pazarlık etmek yerine. Uzlaşmak.

Değiştirmek yerine. Kabul etmek.

Onun sevdiklerine muhalefet etmek yerine. Sevdiklerine yenilmek.

Kaybetme korkusu yerine, kendini kaybetmemek.

Kıskançlık yerine, fantezi.

Yasaklamak yerine, düzenlemek.

Korkutmak yerine, anlamak.

Korkmak yerine, endişe etmek.

Sahiplenmek yerine, yardım etmek.

Yalnızlıktan ürkmek yerine, boşluktan ürkmek.

Kendini yüceltmek yerine, aşkı büyütmek.

Hesap-kitap yerine, kitap-hitap.

Ondan beklemek yerine. istemek.

Pusuya yatmak yerine, birlikte plan yapmak.

Yüklenmek yerine, hafifletmek.

İzin almak yerine, söylemek.

İzin vermek yerine, onaylamak.

Kandırılmak yerine, almaza yatmamak...

Yani aslında hepsi, “yok etmek” yerine...

Çoğaltmak!

Yazının devamı...

Yasakların dayanılmaz hafifliği

Bütün yasaklar kalksa... Engeller de... Hodri meydan yani... Düşünsene; yasak yok, dolayısıyla bir ceza da yok! Neler yaparsın ya da neler yapmazsın? Bir düşün, bir liste yap bakalım...

İşte aslında o kadar insansın!

Şimdi çemberi biraz daraltalım; ilişkilere kadar çekelim. Hatta kendimize kadar. Dün bahsettiğim röportajdan, ünlü sosyolog Jean Claude Kaufmann’ın sözleriyle:

- “50 yıldan beri gerçekten çok ciddi bir değişim çağında yaşıyoruz. Bu kırılma 1960’larda başladı. Bireyin ağırlık kazandığı bir topluma geçiş yaptık. Evvelinde bireyin içinde yaşadığı grup ve kültür ona bir düşünce ve ahlak şeması aşılıyordu. Toplumda herkesin yeri belliydi. Uzun ve karmaşık bir tarihi süreçten sonra bu yapının tam aksi gerçekleşmeye başladı.”

Yani:

- “Varoluşunun merkezinde artık bireyin kendisi var. Her konuda kendi ahlakı, gerçekleri ve geleceği üzerinde kendi kararını verebiliyor. Özellikle Batı’da yasaklar azalıyor. Bireyin seçimlerinin limiti artık kendisi. Hayatın anlamını kendisi oluşturmak zorunda.”

E, iyi diyeceksiniz ama...

- “Bu, bireyin özgür iradesi adına gerçekten olağanüstü bir durum. Ama dayanılması çok güç, zor ve zihnen yorucu da olabiliyor. Bu sebeple sinir krizlerinin arttığını gözlemliyoruz çünkü bazı insanlar daha dayanıksız. Bugünün dünyasına ayak uyduramıyorlar.”

Aslında buradan yola çıkarak biri güzel bir Türkiye analizi yapsa da okusak! Hani aslında kültür ve ahlak çelişkileri içinde miyiz? Zor ve yorucu bir yola çıkanlarla, buna dayanamayıp yasaklara muhtaç olanlar diye mi ayrıldık acaba?
Bu toplumsal analizi bilenlere bırakıp kendimize dönelim.

Yeni köye eski âdet olmuyor

Benim bu sözlerden ilişkiler bazında
çıkardığım şu:

Para kazanan, güçlü, bakımlı, sosyal kadınların yalnızlık sendromları ve bunun karşılığını erkeklerde aramaları...
Ev geçindirme yükü hafiflemiş artık muhtaç olunmayan ve/veya istediği kadına ulaşabilen erkeklerin o hırçınlıkla ne yaptıklarını, ne istediklerini bilmez hâlleri...
Hep bu yüzden...

Kendi ahlakı, gerçekleri ve geleceği üzerinde kendi kararını verememekten...

Kendi limitini belirleyememekten...

Hayatın anlamını oluşturamamaktan...

Bu şey gibi; hani yıllardır hayalini kurduğun piyango sana çıkmış, ne yapacağını bilmiyorsun. Sonunda da parayı çarçur edip her şeyi yüzüne gözüne bulaştırıyorsun. Onun gibi...

Yani:

Eski hislerimiz, yeni pozisyonlarımıza uymuyor! “Yeni köye, eski âdet“ olmuyor!

Tıh! Böyle olmayacak.

Hiçbir şey eskisi gibi değil. Ama yenisi de yok. Biz yazacağız.

Yeniden...

Eğrisini-doğrusunu samimiyetle önümüze koyup, teeek tek yeniden yazacağız.
Ne hoş!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.