Şampiy10
Magazin
Gündem

Ödeşmek âdettendir

İntikam deyince akla ilk gelen ilişkilerdeki o pis duygu değil mi? İlişkilerden arda kalan... Geride kalanın, acılarının bedelini ödetmek istemesi...
Borçlu belli!
Ama ben intikama inanmam.
Zorlarsam, ille de intikam istiyorsam yani canım çok ama çok yandıysa, hedefim “o“ değildir. Çünkü bilirim ki, ne yaparsam yapayım, onun canını artık acıtamam. Benimki gibi ve benimki kadar acımaz. Ödeşemem.
Bu yüzden hep en iyi intikamın şu olduğuna inanırım: “Onsuz da mutlu olmak.”
Hatta, “Onsuz da mutsuz olmak” yani “onsuz“ olduğun zaman, bu iş bitmiştir.
Zaten intikamın anlamsızlığı da o zaman ortaya çıkar:
Gelse, önünde diz çöküp ağlasa, belki bir zamanlar senin çektiğin acıdan daha fazlasını çekse bile senin için artık bir anlamı olmaz. Sevinmezsin, için rahatlamaz. Bırak anlamlı bir “Yaaa...” çekmeyi, üzülmezsin bile...
Belki biraz hüzünlenirsin, “Keşke bütün bunlar yaşanmasaydı” diye...
İntikam intikamlıktan çıkmıştır.
Zaten çıkmadan gelse, kanarsın; borcu bir kalemde silersin.

Yavru intikam!..

Ama aşk intikamından başka türlü intikamlar da vardır. Aslında biz buna intikam değil de, ödeşmek desek daha iyi olur.
Daha küçük ve eğlenceli olanı...
İntikam yavrusu...
Hani bir lafın, bir tavrın altında kalırsın ya... O anda gerekli cevabı verememişsindir. Günlerce, aylarca en güzel cevabı ararsın. Bulsan da, “Artık yapacak bir şey yok!” diye düşünürsün.
Ama yanılıyorsun.
Burada...
“İntikam almayı sevmem ama ödeşmek âdettendir” sözünü devreye sokabilirsin. Yani ödeşebilirsin...
Aslına bakarsan, o anda cevap verememiş olman daha bile iyidir. Çünkü o anda ne dersen de, ne yaparsan yap, etkisi olmaz. Zira sırf bir karşılık olsun diye söylediğin veya yaptığın için inandırıcılığı, dolayısıyla etkisi kalmaz.
İşte bu durumda ödeşmek için biraz bekleyebilirsin.
Yemeği soğutabilirsin...
Ki soğutmak şarttır.

Üfleye üfleye!..

Böyle durumlarda unutmamanız gereken en önemli nokta şudur:
Kısasa kısas olmaz.
Sen başka taraftan vuracaksın.
İğneyi üfleye üfleye batıracaksın... Ki acıdığını eve gidince anlasın!
Ben de kötü müyüm neyim? Laflara bak! Ama küçük şeyler bunlar...
Mesela dananın biri, herkesin içinde sana bir kabalık yaptı... Mesela kadının biri, seni küçük düşürdü... Onu her gördüğünde, “Nasılsın? Aa.. Hasta mısın, gözlerinin altı çökmüş. Kendine iyi bak lütfen” diyeceksin. Ama bunu her gördüğünde ve başka başka versiyonlarıyla uygulayacaksın...
Veya tutkusundan yakalayacaksın. İşi mi mesela...
“Ya bir şeyler duydum, işle ilgili, doğru mu?” falan diyeceksin....
Böyle küçük şeyler yani...
Yoksa intikamı hiç sevmem ama ödeşmek...
Âdettendir!

Yazının devamı...

Tabulu mu tabusuz mu?

En son şurada kalmıştık: Erkekler için hayat, 54 yaşında başlıyormuş. Tabii kendilerine göre...

Peki, kadınlara göre? Kadınlar için 54 yaşında bir erkek ne ifade ediyor?

Bir kadının gözünde, bir erkeğin hayatı kaçında başlar?

54 mü?

Yoksa...

İşte tam burada kalmıştık...

İsterseniz önce ilk sorunun cevabından başlayalım. Yani kadınlar için 54 yaşındaki bir adamın ne ifade ettiğinden...

Bu adam kim olabilir?

Koca, sevgili, abi ya da kardeş, bir akraba veya arkadaş...

Bunların hiçbirinden bir...

Bir “şey” olmaz!

Kendileri hayata yeni başlıyor olabilirler ama bir kadına verebilecekleri, bir kadınla paylaşabilecekleri hiçbir şey yoktur!

Çünkü onlar için aslında bu bir “alma“ dönemidir.

Samimi bir dönem değildir yani...

İtirazı olan varsa, çıksın söylesin.

Toplayıp 6’ya bölersin

Gelelim ikinci soruya...

Bir kadının gözünde, bir erkeğin en iyi yaşına...

Hıı...

Bunu değerlendirmenin iki yolu var:

Tabulu veya tabusuz...

Yani:

Toplumun ve kendisinin kişisel kurallarına göre bir ortalama alarak...

İşine, zevklerine, fikirlerine, tavırlarına, esprisine ve fiziğine birer puan vererek toplayıp 6’ya bölersin... Artık hangi özelliği senin için daha önemliyse ona daha çok puan verirsin.

E, aslında farkında olarak ya da olmayarak yaptığımız bu değil mi?

“Çok kazanmıyor ama iyi bir adam...“, “Öyle çok kibar, romantik biri değil ama çok iyi bir işi var“, “Yakışıklı değil ama çok komik“ tariflerimiz bu hesap işte!

Tabulu hesap.

Buna göre kadınlar için erkeğin en iyi yaşı 40’ında başlar.

Ancaak...

Bütün tabulardan kurtulsak...

Kısa bir süre için kurtulmuş gibi yapsak...

Yani bir resme bakar gibi ona hiçbir yükleme yapmadan sadece baksak....

Yerinde bir soru...

Hiçbir maddi-manevi bir beklentiye girmeden...

Bir adam arasak:

Neşeli, kaygısız, henüz komplekslenmemiş, kaybetmemiş, kazanmamış, kurallar geliştirmemiş, göbeklenmemiş, saçları dökülmemiş...

Kaç yaşında olur?

Henüz 40’ına girmemiştir...

30’lar?

30’ların başı diyelim mi? 35’e kadar...

Olabilir mi?

Olur mu olur.

Ama...

Bu durumda...

Ortaya tuhaf ama yerinde bir soru

çıkıyor.

Gerçek ve doğru olan hangisidir?

Bir kadının gerçekten istediği...

Tabulu mu, tabusuz olan mı?

Yazının devamı...

Hayat kaçında başlar?

Hani kadının/erkeğin en iyi yaşı geyiği vardır ya...

Gitgide de artar o yaş!

Kimse 35 altına düşmez.

Niye?

Bu araştırmayı yapanlar 50+ olduğu için herhâlde!

Neyse, o ayrı bir konu...

Şimdi de, “Erkekler için hayat kaç yaşında başlıyor?” araştırması yapılmış.

Kendilerine göre yani...

“Hayat 40’ında başlar” tezi çürütülmüş!

Tabii burada bir tespit yapmak lazım:

Hayat derken?

Neyi kastediyorlar?

Sağlıklı olmayı mı, başarılı olmayı mı, para kazanmayı mı, aile kurmayı mı, cinselliği mi?

Yoksa hepsinin ortalamasını mı?

Zira bitme kıstasını biliyoruz.

Bir “tık”.

O “tık” olmayınca bunlar için hayat bitmiştir.

Bilemiyorum, belki de haklılar. Hem fiziki hem de sosyolojik olarak bunun ciddi ciddi tartışılması gerekiyor bence...

Ama hayatın başlangıcını tespit

etmek...

Zor.

Neye göre?

Sorun asıl nerede...

Bakalım neye göre saptamışlar.

Manchester’da Crown Clinic’te yapılan araştırmaya göre erkekler 54 yaşına geldiklerinde ‘gerçek bir yetişkin’ gibi hissetmeye ve hayattan keyif almaya başlıyorlarmış.

54 yaş!

60’a kadar desen...

Eh, 6 sene, fena değil!

Bozdur bozdur harca...

Heh hee...

Peki neden 54? Ona bakalım:

Çünkü erkekler bu yaşta çocuk yetiştirme ve maddi durum stresinden kurtuluyorlarmış. Geçmişte 40 olan bu yaşın 54’e çıkmasının sebebini de, artan pahalılık ve baba olma yaşının gecikmesi olarak gösteriyorlar.

Ha, cinsellikle bir alakaları yok yani...

O, sadece bitiş noktasını belirliyor demek ki!

Ama beyanlara bakarsan, neredeyse hiç bitmiyor! Şimdi diyeceksiniz ki, “haplar maplar var.”

Yahu olay haplarda bitseydi...

O hapları almayı isteyecek misin? Yoksa üşenecek misin?

Hatta aklına bile gelmeyecek mi?

Sorun orada...

Ya kadınlara göre?

Biz ne dersek diyelim boş. Bilime saygı duyalım, adamlar 54 diyorsa, 54’tür.

Erkeklerin hayatı 54’ünde

başlıyormuş.

Tabii kendilerine göre...

Peki, kadınlara göre?

Kadınlar için 54 yaşında bir erkek ne ifade ediyor?

Yani onlara göre de aynı mı?

Bir kadının gözünde, bir erkeğin hayatı kaçında başlar?

54 mü?

Yoksa...

Yazının devamı...

Kolay kadın derken?..

Geçenlerde okudum:

“Kolay Kadın Haritası” yapmışlar!

Bu harita fikri kimin ve niye aklına geldi acaba? Tuhaf, gerçekten tuhaf!

İşe bak!

Kolay kadın topoğrafı!

İnsanlığa büyük hizmet! Keşke Türkiye sonuçlarını dün açıklasalardı!!! Hazır hem Cumhuriyet Bayramı hem Marmaray bir arada kutlanırken... Ha o, ha öteki, ne fark eder ki!

Artık bir dahaki sefere...

Gelelim şu haritaya...

Ülkelerin kadınlarını “kolay”, “zor”, “az zor” falan diye kategorilere ayırarak bir sıralama yapmışlar.

İsterseniz önce sonuçlara bakalım:

Kenya, Uganda, Tanzanya, Tayland: Çok kolay

Brezilya, Rusya: Kolay

Almanya, Amerika, Hindistan:

Normal

Türkiye, İspanya: Kolay değil
Irak, İran, Mısır, Suriye: Çok zor...

Söylemedi demeyin!!!

Tabii bu sonuçlara göre sosyolojik analizler yapılabilir.

Ama önce başka bir konuyu çözmek lazım.

Şu “kolay” meselesini...

Yani,

Kolay kadın derken???

Kimdir, nedir kolay kadın?

İlk akla gelen, hemen yatan kadın mıdır?

Ve bu bir kolaylık mıdır?

Yok, yok... Bu dünya bana dar gelmeye başladı, söylemedi demeyin!!!

Bir de sınıflamışılar ya...

Çok kolay, az kolay diye...
Ne olunca veya olmayınca iş kolaylaşıyor veya zorlaşıyor acaba?

Mesela çok kolaylara hiçbir şey yapmaya gerek yok. (Mu?) Açıyorsun bi telefon, “Hadi gel, ver (kalbini)” diyorsun, veriyor.

Çok kolay!

Sadece “Kolay” olanlara ise, küçük de olsa bir iltifat, bir hediye gerekiyor. (Mu?) Ondan sonra...

Normaller var bir de... “Normal”in kıstası ne acaba?

Ne zor, ne kolay!

Canı isterse herhâlde... Kadının canı (!)

‘Vermek’ fiili?

Ve Türkiye’nin içinde olduğu kategori, “Kolay değil”...

Yani...

Kadının canının istemesi yetmiyor. Üstüne kandırılması, değerinin biçilip bunun ödenmesi de gerekiyor. Bir bedel ödenmesi... Maddi ya da manevi bir karşılığının olması (mı?) Bu yüzden mi bizde “Vermek” diye bir fiil var.

Düşünsene bizim dana, adama mesela, “She gave me” diyor...

Hı?

“Nasıl yani?” der herhalde, “She gave you what?”

“E, bizde böyle!”

Onlar için yarım kalmış bir cümle, bizimki içinse çoktaaan bitmiş bir hikâye!
Bizden sonraki kategori, “çok zor”lar...

Ne diyeyim ki?

Ülkelere bakınca, kadınlara ulaşmanın değil, orada kadın olmanın zorluğunu bilmek yetiyor...

Yazının devamı...

Kadın niye tokat attı?

Erkekler durumu anlamadı. “Kadın o tokadı niye attı?” kavrayamadılar. Büyük bir olasılıkla, tokadı yiyen adam da anlamadı. Hepsi yanaklarında kızarıklıkla boş boş bakıyorlar:

Biz bu tokadı niye yedik?

Olayı kendi taraflarından şöyle algılıyorlar:
Adam ex sevgilisine rastlıyor, kadın adamın yanına geliyor. O gece adam onunla yatmıyor(!) Hatta sonra aramıyor bile... Yine kadın arıyor, adam mecburen(!) onu yemeğe davet ediyor. Sonra da tokadı yiyor.
Danaların gözünden olay bu!
Dolayısıyla, rahat rahat soruyorlar; “adam tokadı niye yedi?” diye...

Arada küçük(!) bir ayrıntıyı atlıyorlar ama! Hani kadın, “Sevgilin var mı” diye soruyor o da, “Evet, var” diyor falan...

Gerçi bu ayrıntıyı adamın dürüstlüğü olarak algılayanlar da var. “İstese söylemeyebilirdi...” diyerekten... Ne kadar erdemli bir adam ki, doğruyu bile söylemiş!
Ne acayip biliyor musunuz?

Bunlar gerçekten böyle düşünüyorlar...
Anlayamıyorlar.

Haddini bildirmenin misli!

Ben anlatacağım... Ama biraz daha öncesinden başlayarak...
Kadınların bazı dönüm noktaları vardır. Bunlardan ilki, geçenlerde epey üzerinde durduğumuz “Hayır” demeyi öğrenme...

Bir sonraki aşama, haddini bildirmektir. Yani mesela evli veya sevgilisi olan biri takılmaya kalktığında ona kibarca, şakayla veya gerekirse kabaca haddini bildirmek...
İkisi de keyiflidir... Kadın kendisiyle gurur duyar. Tokat atma bir dönüm noktası değildir elbette. Yani bir sonraki aşama falan değildir.

Bazı durumlarda... Özellikle ex’li hadiselerde, haddini bildirmenin yetmediği yerde ortaya çıkar.
Zaten haklı olmasa ne kadın o tokadı atabilir, ne de adam o tokadı karşılıksız bırakabilir. O tokat bir dayak değildir! Haddini misli misli aşana, haddini bildirmenin mislidir!
Kadın tokadı yapıştırır, adam da gıkını çıkarmadan oturur. Sahne budur!

İşin aslı!..

Şimdi gelelim o meşhur tokadın nedenine...
Çok net, açık açık anlatacağım:
Şimdi bu ex, namıdiğer ‘Issız Adam’, kadını belli ki zamanında çok üzmüş.

Bunu nereden biliyoruz? Issız Adam diye adlandırıldığından belli.

Haklı ya da haksız fark etmez; sonuçta kadın üzülmüş.
Bir süre sonra karşılaştıklarında bu ‘Issız Dana’ aynı tavrını sürdürmeye kalkışmış.
Yani bir kere, kadın sormasa bir sevgilisi olduğunu söylemeyecek belli.
“Gelmiş önüme, bir iyilik yapayım” diye planlıyor, o da belli.

Sevgilisi olduğunu söylemesi de dürüstlüğünden değil, pişkinliğinden.
Yani, “Yatarız-kalkarız o kadar, yerse!” diyor. Şimdii...
Yeni tanıştığı bir kadına bunu yapsaydı, tamam, tokat gereksiz olurdu. Kadın ya bunun haddini bildirirdi ya da yerdi!

Ama sen üzdüğün bir kadına bunu yapmaya kalkarsan...
Olmaz!
Olur da, böyle olur.

Tokadı yer, susar oturursun.

Yazının devamı...

Her kadın ölmeden önce yapmalı

Hikâye yine gerçek... Şaşırtıcı değil, olağanüstü de değil. Kolay gibi görünüyor, hiiiç değil!

Ama önemli! Her kadının hayatında en az bir kez yaşaması gereken bir duygu. Hatta ölmeden yapılacak şeylerde ilk 10’a girer. Çünkü değişik bir duygu. Eşi benzeri yok. Ne Afrika çöllerinde, ne Beyaz Geceler’de, ne bungee jumping’te ne Kızıldeniz’in derinliklerinde...

Yok.

Adrenalin tavanda ama sakinsin de; sevinçlisin ama aynı anda hüzünlüsün, konuşmak da istiyorsun, susmak da...
Tuhaf ama güzel bir duygu.

“Anlatamam yaşaman lazım” cinsinden... İşte alın size yaşayan biri:

‘Öyle diyeceksek...’

- “Ne zaman ki yukarıdan kalabalığa göz gezdirdim, benim (ex) Issız’ı gördüm.

‘A- ha!’ dedim, ‘Sıra sende şimdi! Tanrı sana sundu bu anı, çarçur etme!’

O akşam eve birlikte döndük. Hiçbir şey yaşanmayan ilginç bir geceydi. Plan buydu çünkü.

Ertesi gün sessizliğe gömüldü. Bir ertesi gün de... Aradım, ‘Ne var ne yok?’ diye; sesinde zincire vurulmaktan korkan ayı huzursuzluğu vardı. Bir o kadar da samimiydi. Hafta içi bir gün yemeğe çıkmayı teklif etti. Kabul ettim.

Yemek günü: Bir restorana gittik, benim seçimimdi mekân. İçeride oturduk, yemeğimizi yedik. Kafasındakileri okuyabiliyordum, o yüzden hiç heyecanlandıramıyordu bu dana beni.

Bir müddet geyikten sonra, ‘Eee?’ dedim, ‘Neden buluştuk ki biz?’

Kapanı açmıştım.

‘O gece çok güzeldi, seninle hep güzel ama sabah bende her şey koptu. Gerisi yok’ dedi.

O sırada restoranın çok daha kalabalık olan kış bahçesine geçtik. Öyle de güzel bir masaydı ki... Etrafta arkadaş grupları, sevgililer, blush’lar gidiyor geliyor. Cıvıl cıvıl...

‘Sevgilin mi var?’ diye sordum gülümseyerek. Duraksadı. ‘Evet, var bir kız arkadaşım’ dedi. O an, suratına baktığımda, kusup rahatlayan insanın ferah yüzünü gördüm.

Aynı soruyu tekrarladım. Bu sefer daha gevrek bir şekilde, ‘Öyle diyeceksek, evet sevgilim var’ dedi.

Paltom üzerimdeydi. Kadehte kalan son yudumu aldım. Usulca kalktım. Sakince yürüdüm ve restorandan çıktım.

On adım atmıştım ki, ‘dön geri’ dedim. Aynı yolu izleyerek masasına geldim. Kafası önünde, telefonuyla uğraşıyordu. Önündeki gölgeyi görünce gayri ihtiyari kafayı kaldırdı. 2 saniye kadar baktı bana.

‘Şeyi unuttum’ dedim.

‘Ne ki o?’ diye düşünürken...”

‘Neydi bu be?!’

Ben kafasından aşağıya içkiye döktüğünü düşünmüştüm, ama hayır, öyle yapmamış. Ne yapmış?

“Suratına tokadı yapıştırdım.’

Alın size bir tokat hikâyesi daha... Ama bitmedi, asıl önemli kısmı yeni başladı:

- “Aynı şekilde sakince dönüp mekânı terk ettim. Eve yürümeye başladım. Eve gidene kadarki 5 dakikalık yolda, kendimi hiç bu kadar yüksek hissetmediğimi fark ettim. Sinirli miydim? Değildim. Sinirlenince titremeye, üşümeye başlarım.

Neydi bu be? Olsa olsa, her kadının yaşaması gereken bir orgazmdı...” Gerçekten de.. Bu, başka bir duyguya benzer mi?

Tıh! Benzemiyor galiba!

Yazının devamı...

Bu son, son olsun...

Bitirmiştim, o hikâyeyi hayatımdan tam çıkarmıştım ki...

Bir final geldi...

Hem de öyle bir final ki, “yok, bunu yazmadan olmaz” dedim.

Geyiğin dibine vurmak bu olsa gerek!

Bu hikâyenin zaten hep beraber içine ettik, oldu olacak bize yakışır şekilde de bitirelim...

Bu son, son olsun...

Karakolda...

- “Kadın saçlarını bir çırpıda açtı ve adama şiddetli bir tokat attı. ‘Benimle yatar mısın?’ diye açıkça sordu.

Adam, bu jeste karşılık vermesi gerektiğini düşündü. Aynı etkiyi yaratacak kadar güçlü bir karşılık olmalıydı...

Suratında kadının el izi yavaş yavaş kızarmaya başlamıştı. Gözlerini ayırmadan kadına bakıyordu.

Kemerini gayet seksi bir biçimde tek hamlede çıkardı.

Ve kadına vurmaya başladı!

Kadın çığlık çığlığa (yok, zevkle değil) bağırarak banyoya kaçtı ve kapıyı son anda kilitlemeyi başardı. Sonra elleri titreyerek (düğmelerini çözmedi) cep telefonundan ‘polis imdat’ı aradı.

Gece karakolda bitti.

Anlatılanları dinleyen bir polis yanağını uzatarak kadına sarkıntılık etti. Diğeri ise gözlerini bir an bile ayırmadan gece boyunca sürekli kadının poposunu seyretti. İki polis, adamı nezarette kemerle epeyce dövdü. Adamı, dayak faslını birilerine anlatması hâlinde olanları Türkiye’ye taşımakla tehdit edip susturdular.

Gece yarısı ikisini de serbest bıraktılar.

Hava ayaz mı ayaz... Issız caddedeki mazgallardan buharlar çıkıyor, gecenin siyahını griye çeviriyordu.

İkisinin de sanki nefesleri kesilmişti, sanki cadde nefes alıp veriyordu.

Sessizliği bozan adam oldu:

‘Hâlâ benimle yatmak istiyor musun?‘

Kadın açıkça ‘Allah belanı versin, pis herif!’ diye höykürdü, yere tükürdükten sonra cevabını yapıştırdı:

‘İstiyorum!!!‘

!!!...

Yok artık!..

Kadına asılan polis, konuşulanları uzaktan duydu. Gözlerini kıstı, kadının ifadesinde vermiş olduğu ev adresini hatırlamaya çalıştı.

Hatırlayınca hafifçe gülümsedi.

Arkadaşı ‘Niçin sırıttığını?’ sordu.

Polis, ‘Yok bir şey’ dedi.

Yok bir şey!

Sonunu sen tahmin et ama ‘yattılar’ gibi sığ bir sonuca da ulaşma.”

Yok artık!

Gerçekten yok artık!

Tahmin etmeyeceğim...

Bu son, son olsun!

Yazının devamı...

Beklenmedik bir son mu?

Beklenmeyen son diye bir şey olur mu? Her türlü son, ihtimal dâhilinde değil midir? Ha, senin aklına gelmez, o ayrı...

Tıpkı iki gündür anlattığım gerçek hikâyede olduğu gibi...
Sonu bir tarafa, gelişme bölümünü bile tutturamadık!
Önce bilmeyenlere kısacık özet vereyim: Saçları ensede toplu, gözlüklü, gayet ciddi yabancı bir akademisyen kadınla, yurt dışına seminere gitmiş bir Türk akademisyen adamın ‘gerçek’ hikâyesi... Hikâye kadının, Ak’yi evine kahveye davet etmesiyle başlıyor. Daha doğrusu, saçlarını tek hamlede açıp, adamın suratına okkalı bir tokat patlatmasıyla... Adam daha “N’oluyor?” diyemeden, “Benimle yatar mısın?”ın amiyane söylenmesiyle...

Öyle her kula nasip olmayan, ender hikâyelerden yani...
Yazıyı, “E artık sonra ne olduğunu herhâlde sormazsınız” diye bitirmiştim.

Ki, tak o soru geldi:

n “Bugünkü hikâyenin devamı nedir ? Yani kısaca seks mi var, yoksa hiç beklenmedik başka bir senaryo mu akıyor?”
Hadii...

Fransız filmleri gibi

Bu soruya hiç hazırlıklı değildim!

Demek ki, dedim, “başka son” bekleyenler var.
“Ne yani? Adam, kusura bakmayın, görevdeyken sevişmem!” mi diyecek! diye de dalgamı geçtim. Ama sonradan başka bir şey dank etti. Belki de, sonunda yatmaları aslında olayı sıradanlaştırıyor...

Tadını kaçırıyor bile olabilir. Bazen yarım kalmasının, hiç başlamamasının; yaşanıp bitmesinden daha heyecanlı ve hep kalan bir duygu olması gibi...

Hayat boyu yanında, içinde taşıdığın, kimsenin bilmediği bir aşk gibi...

Üstelik tercihler biraz ondan yana... Millet yatmaktan o derece bıktı mı, ne? Gelen mail’lerde kimse kimseyle yatmıyor.

Alın size başka bir son daha:

- “Yavaş yudumlarla içiliyor kahve... Adam bir şiiri hatırlıyor eskiden... Mırıldanıyor... Kadın gülümsüyor... Adam gülümsüyor... Sonbaharın tüm renklerinden konuşuyorlar sonra... Adam ağlıyor... Kadın ağlıyor içli... Samimiydiler... Gözleri duru bir su gibi olmuştu ikisinin de... Sessizce oturdular sonra... El ele tutuştular... Derin derin birbirlerinin gözlerinin içine baktılar... An geldi, son kez gülümsedi adam... Önce elleri ayrıldı... Sonra adam usul adımlarla gidiyordu işte... Sonsuzluğa yakın bir hisle...”

Nasıl yani? Olayı canlandıramadım!
Sonbaharın renklerini falan... Fransız filmleri gibi!
Kadın “Sarı” diyor... Adam da, “Biraz da taba var, açıklı koyulu...”

Sonra da ağlıyorlar... Ve adam gidiyor!
E, hayırlısı olsun!!!

Şaka şaka...

O hiç başlamayan ve hiç bitmeyen duyguyu anladık. Tıpkı Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiirinde olduğu gibi:
Ne bir kelime konuştuk,
Ne işaret çektik birbirimize,
Fakat gerçektir seviştiğimiz
Vapur kalkıncaya dek,
Göz-göze gelmekle sade.
Bir saadet gibi hatırlıyorum,
Yasemin kokusu ondan,
Teneffüsü benden,
Bir yaz akşamı,
Kandilli iskelesinde...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.