Şampiy10
Magazin
Gündem

Ekseni kayan erkekler

“Kadınlar benimle evlenmek için kuyrukta.”

İtalya Başbakanı yine coşmuş!

Berlusconi, Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov’a “Boris” diye hitap etmiş. Bizim “Recep Bey” gibi bir şey değil ama bu!

Samimi olsun diye...

Zira konuşma da samimi...
Demiş ki,

“Boris, biliyor musun, kadınlar benimle evlenmek için kuyrukta. Nedenini anlamak zor değil. Bende para var ama aptal değilim. Daha gencim. Hemen teslim olmaya niyetim yok.”

Boris Bey’de gözlerinin altından altından bakıyordur herhalde!

“Biz neyin derdindeyiz, adam neyin!” diyerekten...

Ama 74 yaşındaki İtalya Başbakanı’na artık bu noktadan sonra tipik bir erkek olarak bakabiliriz.

İtalyan, Türk fark etmiyor demek ki!

Hele her şeye sahip olup da yaşlanmaya başladığında, bir erkek için iktidarın anlamı sınır tanımıyor gibi...

Sınır tanımıyor ama ekseni kaymaya başlıyor.

Bir oraya bir buraya...

Bir imparatorluğa, bir kadınlara...

Daha fazla imparatorluğa mı yoksa daha fazla kadınlara mı?

Bilmiyorum.

Sadece kaydığını biliyorum.

Hırçınlaştığını da...

Hedefi şaşırdığını da...

Berlusconi’nin dediği gibi:

“Ülkede ve yurt dışında alternatifim yok benim. Aslında bir kenara çekilmek isterim. Antigua’da harika bir villam, Bahamalar’da teknem var ama 8 yıldır bunların tadını bile çıkaramıyorum.”

Nasıl yalan...

O villaya yerleşse, haftasına kalp krizi geçirmezse neyim!

Sıkıntıdan patlayıp, onunla evlenmek isteyen kadınları bir bir tekneden atmazsa da...

Neden?

Çünkü ekseni kaymış!

Peki...

Ekseni kayan adamlar başka ne yapar?

Onlar var ya, tıpkı kötü sevilen kadınlara benzer.

Mesela...

Her sabah farklı bir ruh haliyle uyanırlar. Bir sabah bütün umutlarını kaybetmiş, hayattan umudunu kesmiş biriyken ertesi sabah, daha 24 saat sonra neşe içinde uyanırlar.

“Her şey farklı olacak artık!” diyerekten.

Sinir uçları çok açıktır.

Her şeyden umutlanır, birdenbire karamsarlığa kapılabilirler.

Birdenbire kendilerini işine verip, aniden de tatil kararı alırlar.

Bir gün aşırı spor giyinip, ertesi gün omuzlarına hırka alabilirler.

Neden?

E, eksen kaymış bir kere...

Peki o eksen bir daha ayar tutar mı?

Tutar tabii...

Tutar!

Yazının devamı...

Hediyede son nokta!

Son nokta!

Henüz daha ötesi yok yani... En azından ben duymadım...
Hiiç tahmin bile etmeye kalkışmayın. Aklınızın ucuna gelmez.

Ne mücevher, ne yatlar katlar, ne başka bir şey...

Ne olduğunu hemen yazmayacağım.

Gelin sizinle bir oyun oynayalım.

Ben adamın bu hediyeyi sevgilisine nasıl vermiş olabileceğini yazayım, o arada siz tahmin etmeye çalışın. Tamam mı?

- Sana bir hediye aldım aşkım. Kapat gözlerini, aç deyince aç! Tamam mı?
- Ayyy... Tamam aşkım, çok heyecanlıyım. Daha ne kadar gideceğiz?
- Az kaldı, şehir dışında da!
- Ayyy... At falan mı aldın yoksa?
- Bir at için seni bu kadar yola getirir miyim yahu?
- Ayyy... Tatil köyü’ne mi gidiyoruz yoksa?
- Vizyonunu genişlet yavrum. O hediyeden mi sayılır?
- Peki o zaman ev falan mı?
- Daha büyük!
- Çiftlik evi!!!
- Çiftlik evi de neymiş? Daha büyük, daha büyük!
- Ay, daha büyük ne olabilir aşkııımmm...
- Hıh, geldik. İn arabadan ama açma gözlerini...
- Ama hayatım, tuhaf sesler geliyor, korkmaya başladım ben!
- Peki aç o zaman şimdi gözlerini...
- Hİ!!! BU NE?




Ne biliyor musunuz?

Haberi aynen atarıyorum:

“Ankara’da tanınmış bir iş adamı, genç sevgilisine hidroelektrik santrali aldı. Özelleştirme ihalesine katılan iş adamının, ” İyi bir santral istiyorum, yeter ki sevgilime layık olsun “ dediği öğrenildi.”

Atıyorsam, neyim!

Aynen bu.

Sevgilisine hidroelektrik santrali almış!

Ne ince adam!

E, artık bundan böyle hediye kültürümüz de değişir herhalde...

Ben de hep, “Ne alsam?” diye deli danalar gibi aranan erkeklere bir kıyak yapayım dedim.

Özelleştirme İdaresi portföyünden baktım, küçük bir araştırma yaptım; neler alınabilir diye... Tabii kadınına göre değişir.

Öyle her kadına hidroelektrik santrali alınmaz.

Ben size bu araştırmalarım çerçevesinde biraz tüyo vereyim.
Mesela kadın biraz muhafazakârsa, ona termik satrallerden almanızı öneririm.

Hem muhafazakâr hem etine dolgun bir kadına Kayseri Şeker Fabrikası’ndan daha iyisini bulamazsınız...

Kadın biraz alaturka, biçki dikişe falan meraklıysa, e yaşça da olgunsa Sümer Holding tam ona göre...

Modern ve genç bir kadınsa, ona “Yenilenebilir Enerji Tesisleri” yakışır.

İstanbullu tikilere ne alınacağı belli zaten: Boğaz Köprüsü...

Yok, kadın sıkı bir iş kadını falansa ciddi takılmanız gerekir; ona sıkı bir otoyol alın.

Neşeli, 30-45 arası modern kadınlar için liman alınmasını uygun görürüm. İskenderun olsun, Derince olsun ama bir liman olsun. Koca niyetine...

Kadın Ankaralı bir sosyal demokratsa, hediyesi hazır; Başkent Doğalgaz Dağıtım...

Ha, o işlerle hiç alakası yok biraz havai ve kumar falan seviyorsa, şans oyunlarını, Milli Piyango’yu falan düşünmelisiniz...

Beni dinlerseniz hem siz memnun olursunuz hem de o!

Ama siz siz olun bu kadınları aldatmaya falan kalkışmayın.

Kendinizi affettirmeniz için ne alacağınız belli:
“Nükleer santral!!!”

Yazının devamı...

Ev kadınına dönüşen gazeteci

Daha doğrusu:

“Ev kadınına dönüşen ünlü gazetecinin trajikomik öyküsü.”

Haberin asıl başlığı buydu.

Gazeteci Metin Münir geçtiğimiz hafta, “Metin Münire” başlıklı bir yazı yazdı. Yazısında yalnız yaşamanın zorluklarından bahsediyordu.

“Yalnız yaşıyorum ve bu bana ev kadını olmanın ne kadar zor olduğunu öğretti. Mutfağa iniyorum ve çay yapmak üzere su ısıtıyorum. Dün gece yıkadığım yedi çift çorabı sıkıp bahçedeki kurutma zımbırtısına diziyorum. Çamaşır makinesinde dünden beri bekleyen çamaşırları çıkarıp onları da aynı zımbırtıya seriyorum. Bulaşık makinesindeki kap kacağı çıkartıp dolaplara yerleştiriyorum...” diye...

Dün de Hürriyet’te Mesude Erşan bu konuda Metin Bey’le detaylı konuşmuş.

Ona da tatlı tatlı anlatmış:

“Yemek yapmayı hâlâ beceremiyorum. Bir de küçük porsiyonlar yapamıyorum. Beyaz havluyu pembe yaptıktan sonra çamaşırları renklerine göre ayırarak yıkamayı öğrendim. Çorapları kesinlikle makineye atmıyorum. Makinede yıkadığım bir çorabım çocuk çorabı kadar küçük çıkmıştı. O günden beri elde... Çamaşır makinesinde tek program biliyor ve bütün çamaşırlar için onu kullanıyorum.”

Önce, “Oh olsun! Anladınız mı şimdi?” diyebilirsiniz...

Ama ben öyle demedim.

Niye mi?

Çünkü devamını okudum:

“Bulaşıkları, çamaşırları kendim yıkıyorum. Bir gün bunları yaparken gına geldiğini hissettim. Bitmiyor çünkü... Kendi başıma gelince eşlerime karşı da bencil davranmış olduğumu anladım. Anneme karşı da tamamen duyarsız davranmışım...

Artık değiştim. Kız arkadaşıma bütün işleri yaptırmak ona hakaretmiş gibi geliyor. Kadınların erkekleri eğitmesi lazım. Ama sizce Türkiye’nin her yerindeki kadınlar, annelerinin ve ninelerinin oynadığı rolü terk etmeye hazır mı? Erkeğin mutfakta iş yapmasını hakaret sayacak, erkeğimi mutfağa sokmam diyecek kadınlar yok mu hâlâ?”

İşte ben tam da burada durdum.

Bunun için “Oh olsun!” demedim.

Hayır, sonunda anlamış ve anlatıyor diye değil.

Tam tersi.

Yanlış anlamış diye...

Bir erkeğin, bir kadını anlaması, ona haksızlık ettiğinin farkına varması için ille de ev işi mi yapması gerekir?

İlle de bunu annelerinin mi öğretmesi gerekir? Sanki annelerinin her dediklerini yaparlarmış gibi!

Hayır.

Ne gerekir biliyor musunuz?

Bir erkeğin bir kadını anlaması ve ona eziyet etmemesi için...

Sevgi gerekir...

Saygı gerekir...

Gerçek olanından tabii...

Gerisi boş!

Yazının devamı...

Veri tabanına göre ruh hali...

Bir giysi hazırlamışlar...
Yağmurluk gibi bir şey...
Üzerinde paneller falan.
Özelliği ne?
Sensörleri sayesinde kişinin ateşini, kalp atışlarını ve deride meydana gelen ani değişiklikleri algılıyormuş.
Bunun için de akıllı giysi diyorlar.
Niye akıllı peki?
Çünkü bağlı olduğu veri tabanına, kişinin ruh hali bilgilerini gönderiyormuş.
Hay Allah!
Ne gerek var yahu?
İnsanın üzerindeki kıyafet de ruh hali bilgilerini verir zaten!
Bağlı olduğu veri tabanına hem de!!!
Verir verir...
Ben hemen size birkaç ipucuyla olayı anlatayım.
Bir insanın üzerindeki kıyafet ya da aksesuarlar onun ruh halini nasıl ele verir?
Hem de mevsime uyarlayarak.
E, yaz geldi sayılır.
Kadınlardan başlayalım.
Veri tabanına göre anlatacağım ama, tamam mı?
Bizimki kalbini vermek tabii...
Başlıyorum...
Aşağıdaki sıralama, ne giyiyorsa ne demek istiyor’u anlatıyor.

Mesela kadın dekoltesini gereğinden fazla açıyorsa...
*“Yolun başındayım, yeni çıktım. Piyasa araştırması yapıyorum.”

Saçlarını bal rengine boyatmışsa...
*“Vereceğim de, canım istediğinde...”

Gladyatör sandaletlerden giyiyorsa...
*“Veririm ama ciddileşirim...”

Aşırı platformlu ayakkabılardan giyiyorsa...
*“Sinirlerim bozulmaya başladı. Hemen vereceğim.”

İşaret parmağına yüzük takıyorsa...
*“İste yeter!”

Halhal takıyorsa...
*“Vereceğim ama kimse almıyor.”

Baş parmağına veya ayak parmaklarına yüzük takıyorsa...
*“Veriyorum ama alan kaçıyor.”



Biraz da danalara bakalım mı...

Siyah ya da lacivert takım elbisenin altına taba ayakkabı giyiyorsa...
* “Kıçım kalktı. Bir şeyler yapmam lazım.”

Boyuna kalın çizgili gömlek giyiyorsa...
*“Yakalarsam...”

Saçlarını kısacık 1 numara mı ne o kadar kestiriyorsa...
* “İşim bitmedi, bende hâlâ iş var.”

Hem öyle kestirip hem öne doğru tarıyorsa...
*“Çıktııık açık alınla! On yılda her savaştan! On yılda on beş milyon kız... havasında... Aldatacak yani.”

Saçları sıfır numara ve tiril tiril beyaz gömlek giyiyorsa...
*“Bıktım artık bu işlerden, çok sıkı bir kadın olursa belki...”

Yakası düğmeli gömleklerden giyiyorsa...
*“Kadınların hepsi paraya bakıyor abi!”

Enine çizgili tişört giyiyorsa..
*“Ahhh... Şöyle bi kadınla olacan ama... Nerde bizde o şans!”



Yani o sensörlü kıyafetleri falan keşfetmeye gerek yok.
Sen adamını tanı yeter!

Ama size tavsiyem; kesinlikle şekilci olmayın!!

Yazının devamı...

Ajda utangaç olabilir mi?

O günden beri...
Ajda Pekkan’ın o giysiyle verdiği konserinden beri...
Giysi diyorum doğru değil mi?
Giysi!
Aman yanlış anlamayın, giydiklerini eleştirecek falan değilim.
Ama o günden daha doğrusu o konserin fotoğraflarının her yerde yayınlanmasından sonra herkes yazdı döktürdü.
Allah’ı var; kimse kötü bir şey demedi, diyemedi.
Ne diyeceksin ki?
Ha, birkaç ufak eleştiri okudum ama o da keyfekeder cinsinden...
Yok, iki giysinin konsepti aynıymış, yok bilmem ne?
Peki ben ne diyeceğim?
Valla taş gibi kadın!
Hatta bence nasıl fiziği eskisinden daha iyiyse yorumu, sesini kullanışı da daha da iyi.
(Otorite değil, dinleyici olarak.)
Ama...
Ben neye takıldım biliyor musunuz?
O konserle ilgili haberleri okurken Ajda Pekkan’ın bir cümlesine...
Kaç gündür de arada sırada aklıma geliyor.
“Olabilir mi?” diye kendi kendime soruyorum.
Cevaplayamıyorum.
Ajda Pekkan diyordu ki:
“Bakmayın siz bu halime, ben aslında çok utangaç bir kadınım.”
En ilkel mantığım;
“Yok yaa... Hem böyle giyineceksin. Hatta buna karar vereceksin en açığından en seksisinden bir giysiyle milyonların önüne çıkacaksın, ertesi gün bütün gazetelerin birinci sayfasına gireceğini bileceksin hatta bunun için öyle yapacaksın, sonra da, ’Aslında utangaç bir mizacım var’diyeceksin. Hadi canım hadii...” diyor.
Hatta utanmadan kuyruğuna da şunu ekliyor:
“Oldu! Ben de bakireyim!”
Dedim ya, ilkel mantığım, pespaye aklım, kolay tarafım bunları bir çırpıda söyleyiveriyor.
Utanmadan!
Ama içimden başka bir ses, başka bir akıl belki de bir içgüdü her neyse o, bunun doğru olmadığını biliyor.
İşte o yüzden kaç gündür düşünüyorum.
Hayatın içinden tek başına bir kadın...
Ajda Pekkan veya başka bir kadın...
Ben veya sen...
Başka hiçbir kadının yaşamadığı kadar zorluklar yaşayan...
Başka hiçbir kadının karşılaşmayacağı kadar kötü durumlara düşen...
Başka hiçbir kadının kaldıramayacağı yükleri taşıyan...
İftiraya, haksızlıklara, kandırılmalara, hayal kırıklıklarına, aşağılanmalara, aldatılmalara karşı...
Ve bu mücadelede:
Hiçbir kadının küfretmediği kadar küfreden...
Hiçbir kadının bağırmadığı kadar bağıran...
Hiçbir kadının pisleşmediği kadar pisleşen...
Hatta hiçbir kadının sevişmediği kadar sevişen o kadın...
Hâlâ utangaç olabilir mi?
Hem de bütün kadınlardan daha çok...
Yoksa?
O çok mu eskidendi.
Hani herkes arkadaş.
Hani oyunlar sürerken.
Kimse bize ihanet etmemiş.
Biz kimseyi aldatmamışken.
Hani biz kimseye küsmemiş.
Hani hiç kimse ölmemişken...

Yazının devamı...

Akşama oyun var!

Bizim masum ama aslında içinde hınzırlık barınan o oyunumuzun yeni halini anlatmıştım ya size...

Şişe çevirmecenin...

“Nasıl oynuyorlar acaba?” diye de sormuştum.

Daha doğrusu gözümün önüne getirmeye çalışmıştım.

Anlatayım mı?

Gözümün önüne gelenleri...

Önce kısaca oyunu tarif edeyim. Zarlar ve kartlarla oynanıyor. Atıyorsun, sıra kimdeyse kartta çıkanı yapıyor.

İlginç olan tarafı da o kartlardan bazılarında!

Hatırlatayım:

Karşı cinsten iki kişiye Fransız öpücüğü yaptır.

İstediğin kişinin kucağına oturt.

Hemcins olan iki kişiyi öpüştür.

Striptiz yaptır.

İç çamaşırlarını değiştir.

Oyuncunun iç çamaşırlarına yazı yaz.

İstediğin kişinin belini öptür.

Göbeğinden istediğini yedir.

Oyun, en az üç en fazla sekiz kişiyle oynanıyormuş!

Şarta bak!

Niye iki kişi oynanmıyor?

Çünkü niyet kötü!

Oysa al oyunu eşinle, sevgilinle oyna değil mi?

Ama hayır. En az üç kişi olacak!

Oldu!

Oyunun adı, Doğruluk mu, Cesaret mi?

Doğruluk dersen... Ya;

“Hadi leynn!!! Beni kafakola mı getiriyonuz?” der çıkar gidersin ya da;

“Kardeşim benim niyetim şu kız/adam. Uzatmayalım, alayım onu gideyim” dersin.

Cesaret dersen, herhalde o kartlardan çekiyorsun.

“Cesaret”e bak!

Grubun adı cesaret olmuş!

E, bu kadar kavram kargaşasının içinde, az bile!!!

Şimdi düşünsenize, bunlar herhalde birbirlerini arıyorlar:

“Akşam ne yapıyorsun? Oyun oynayalım diyoruz!!”

“Aaa... Olur ama... Kimler var?”

“Seninki de geliyor, merak etme!”

“Tamam o zaman, kaçta?”

Farklı bir diyalog da olabilir tabii...

“Akşama oyun oynayalım mı?”

“Şu geçen tanıştığımız çıtırı da çağırsak?”

“İyi de, ne der acaba?”

“Gelince görürüz boşver.”

Ya da:

“Aloo... Akşama oyun var...”

“Yok abi, ben gelmem.”

“Niye?”

“Oğlum bu ara şanssızım. Hiç doğru kart gelmiyor, ha bire seni öpmekten içim çıktı!!”

Başka?

“Akşama oyun var...”

“Yok gelemem.”

“Niye?”

“Annem yakaladı!”

“Nasıl yaa?”

“Donumdaki yazıları görmüş!”

“Aa! Ne yazıyordu?”

“Sıra sana da gelecek!”

Veya:

“Akşama oyun var, hazırlan.”

Hadiii...

Telefonu kapat koş; manikür, pedikür, ağda, kuaför...

Erkeklerde, tıraş olmaca, tırnak kesmece, kokular falan...

Yeni iç çamaşırları, keçeli kalem, göbek üstü yenilebilecek yemekler... Ne o?

Oyun oynanacak!

Pizzacı da anlıyordur artık! “Yine burada parti var pardon oyun var” diye...

Grubun düzeyine göre değişir tabii... Suşi ya da kebap falan...

Doğruluk mu cesaret mi?

Hiçbiri...

Bu olsa olsa...

Olsa olsa... Ne olur?

Yazının devamı...

Şişe çevirmece...

Küçükken...

Çok da değil, ergenlikte falan herhalde, bir oyun oynardık:

Şişe çevirmece...

Aman ne ayıptı!

Niye?

Çünkü şişenin ucu kime denk gelirse onu öpeceksin. Ama yanağından...

Artık bekle dur; seninkine denk gelsin de öp ya da öpsün diye...

Ne kadar masum olursa olsun yine de tuhaf bir oyundu.

Gizlice, sinsice ve hınzırca oynanan...

E tuhaf sahiden de...

Nedir o öyle? Kime denk gelirse falan...

Zaten herkesin aklında bu oyunun aslında başka türlü (!) oynandığı vardı.

Bir başka mahalle efsanesi de, çikolata partileriydi.

Birileri çikolata partisi yapıyormuş!

Kim yapıyormuş? Nasıl yapıyormuş? Orası yok.

Nereden buldun o kadar çikolatayı da erittin de orana burana sürdün de...

Ohoo...

Yok artık!

Ama laf çekici; çikolata partisi!!!

Hem çikolata yiyeceksin hem o iş! Daha ne olsun?

Yahu ikisi ayrı ayrı zevkler, ne karıştırıyorsun? Sonra ikisinden de bir şey anlamayacaksın.

İşte zaten bu tür saçma efsaneler yüzünden bir işi(!) layığıyla yapamayız ya!

Neyse onu daha sonra inceleriz. Biz şişe çevirmeceye dönelim.

Dün okuduğum haberden anladığım kadarıyla bizden sonraki nesil oyunu geliştirmiş. Şişenin ucu kime gelirse o, ya doğruluğu ya da cesareti seçiyormuş. Cesareti seçen hoşlandığını öpermiş.

Yine bir öpüş var yani!

Öpüş bazlı oyun! Du...

Şimdilerde yeni versiyonu çıkmış.

Bizim şişe çevirmece gelişmiş de gelişmiş!

Bazı da epey genişlemiş!!!

İşin içine zarlar-kartlar girmiş, bir sisteme oturtulmuş ve anladığım kadarıyla monopol gibi bir şey olmuş.

Peki o kartlarda neler varmış?

Başka şeyler de var da, esasa uygun ne varmış?

Yazıyorum:

Karşı cinsten iki kişiye Fransız öpücüğü yaptır.

İstediğin kişinin kucağına oturt.

Hemcins olan iki kişiyi öpüştür.

Striptiz yaptır.

İç çamaşırlarını değiştir.

Oyuncunun iç çamaşırlarına yazı yaz.

İstediğin kişinin belini öptür.

Göbeğinden istediğini yedir.

Alın size. Büyüklere şişe çevirmece!!!

Yok canım, yok!

Bizim o masum oyunumuzun sonu bu olmamalıydı...

Da...

Nasıl oynuyorlar merak ettim doğrusu?

O ortamı falan...

Gözümün önüne getirmeye çalışıyorum.

Getiriyorum da!

Onu da sonra anlatırım.

Yazının devamı...

Peki ya kadınlar?

Onlar ne yapar?

İki gündür erkeklerin, akıllı kadınlar karşındaki tavırlarını anlatıp duruyordum ya...

Sonunda da, “Peki ya kadınlar ne yapar?” diye sormuştum.

Kadınlar ne yapar?

Anlatayım...

Bu konuda kadınlar aralarında ikiye ayrılır:

Gerçekten akıllı kadınlar ve kendini akıllı sanan kadınlar...

Önce kendini akıllı sananlardan başlayalım da, danaların içi biraz rahatlasın. İki gündür zaten deşifre olmanın sinirini yaşıyorlar!

Şimdiii...

Kendini akıllı sanan kadınlar tam da öyledirler...

Akıllıca sandıkları hareketler içine girerler.

Yani söylediklerini, yaptıklarını zekice bulurlar.

Mesela?

Sıçrarlar...

Taktik yaparlar...

Adamın üstüne sıçrarlar. Agresif olurlar yani... Öyle dikkat çekmeye çalışırlar. Adam ne söylerse tersini savunur, müşkülpesent olur...

Ne be o öyle, yaşlı gibi ben de! Müşkülpesent falan diyorum.

Memnuniyetsiz...

Hiçbir şey beğenmez, her şeye burun kıvırır, aptal aptal kaprisler yapar.

Bazıları da taktikçidir.

Kimsenin anlayamayacağı planlar yaparlar...

“Bunu niye yapıyorsun ki?” diye sorsan, o da bilmez. Mantıksızdır. Bilmiyorum; mantığı belki de mantıksızlığıdır.

Kadın taktiklerin mantığını değil, sadece sonucunu bilir.

Ne bileyim, ipe sapa gelmeyen mesajlar atarlar...

Tuhaf zamanlarda ararlar...

Aşırı ilgiliyken birden ilgisizleşirler. Kıskanılmayacak yerde kıskanır, kıskanılacak yerde kıskanmazlar.

Bir bağırır bir gülerler...

Ezber bozarlar.

Adamı ilgi manyağı yaparlar.

“N’oluyor?” der adam. “Bu kaşınıyor, biraz kaşıyayım.”

Tutar mı peki?

Amaç adamı tavlamaksa, tutar.

Ama kimse eğlenmez. Yatarlar, biter.

Zaten salakça olan da budur. Adamı tavlamaya ne gerek var ki? O zaten tavlanmış.

Peki ya akıllı, yani gerçekten akıllı kadınlar?

Onlar ne yapar?

Uzuuun uzun, tadını çıkara çıkara yazayım mı?

Tıpkı kadının o anda yaptığı gibi!

Gözlerinin içine baka baka...

“Seninle istediğim zaman ve sırf canım istediği için” gibisinden, bakaraktan!!

Yoksa kısa mı keseyim?

Hiç uzatmayayım.

Kısa keseceğim. Tadı damağında kalsın.

Oynar.

Hem de öyle güzel oynar ki...

Top oynar gibi!

Bir oraya atar, bir buraya...

Bir o duvara çarpar, bir öteki duvara...

Bir yere, bir tavana fırlatır.

Çevirir çevirir...

Çevirir...

Hooop! Tutuverir.

Adam da bütün bunlardan hoşlanırsa ne âlâ!

O da eğlenir.

Ha, sonunda verir mi? Kalbini...

Verir.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.