Şampiy10
Magazin
Gündem

Yaşamak ciddi bir iştir!

Yaşar Kemal yoğun bakımda... Fikret Otyam da. Komşuda, Yunanistan’da bir başka güzel insan, Thedorakis de çok hasta.

Üzülüyorum, ölümlü oldukları için. Bir kuşağı yitirmekte olduğumuz için.

Ama bir yandan da diyorum ki; ne güzel yaşamışlar... Nasıl güzel ifade etmişler kendilerini... Çok büyük haksızlıklarla karşılaşmalarına rağmen yine de sanatları büyük kitlelere ulaşabilmiş. Zaman zaman onları yerden yere vuran bazı şuursuzlar peydahlansa da ne güzel sevilmişler. Yaşar Kemal’a olan sevgiyi bir düşünsenize, küçücük çocuklar gidiyor hastaneye ziyaretine, taziye defterine iyi dileklerini yazıyor.

“Peki nedir sırları?” diye düşünüyorum, onları yoğun bakımda bile bu denli dirençli kılan. Ve dönüp dolaşıp aklıma Nâzım’ın dizeleri geliyor. “Yaşamak şakaya gelmez/ büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın” dediği dizeleri:

“Bir sincap gibi mesela yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden yani bütün işin gücün yaşamak olacak.”

Ama kolay iş değil bir sincap gibi hayatın keyfini sürebilmek. Bir daldan diğerine sekmek, ağaçtaki yemişi kemirmek, doğanın dilini dilin, sesini sesin kılmak. Çünkü biz insanlar adeta lanetli bir canlıyız; öleceğimizi bilerek yaşadığımızdan. Ve ne yazık ki ne Batı, ne de Doğu düşünce dünyası insanlığa bu konuda hala yardım edemiyor. Elbet bir-iki yara sarıp pansuman yaptığı oluyor ki bunlar da hiç azımsanacak şeyler değil. Ama gerçek orada bir yerde öylece duruyor!

Bu yüzden de nasıl yaşadığımız daha bir önem kazanıyor. İsterseniz bu süreci iktidar kavgaları ve para-pul hırsıyla geçirirsiniz isterseniz hayatınıza anlam katarak ya da mutlu hikayelerle... Bence Yaşar Abi de Thedorakis ve Fikret Otyam da hayatlarıyla bize bir “yaşam yolu” gösterdi. Çünkü bu üç güzel insan hayatları boyu her daim, hatta en zor zamanlarda bile üretmekten asla kopmadı. Hastayken de insanlık adına birer utanç anısı olacak siyasi baskılar sırasında da... Ve bunları bir kariyer hesabı güder gibi “Yarına yatırımdır diyerek” de yapmadılar. “Bugünün şerefine” yazdılar, çizdiler, söylediler. Tıpkı şairin tavsiye ettiği gibi. Bu nedenle gelin, o güzel dizeleri bir dua gibi tekrar tekrar okuyalım, bu üç güzel insan için:

“Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı/yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin/ hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil/ ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için/ yaşamak yanı ağır bastığından.”

Hepimiz Miro’nun çocuklarıyız!

Bu hafta Sabancı Müzesi’ndeki Miro sergisine gittiğimde gördüm ki, 23 Eylül’de açılmış olan sergiye ilgi hiç eksilmemiş. Hatta sömestr olduğu için yetişkin ziyaretçiler kadar çocuklar da vardı...

Yazının devamı...

Halının ustaları!

Arkas Sanat Merkezi, çok kıymeti bir sergiye ev sahipliği yapıyor: "Arkas Koleksiyonu’nda Osmanlı Halı Sanatı.” Lucien Arkas'ın koleksiyonundaki 55 halının yer aldığı sergi, eser sayısı ve çeşitliliği ile bilimsel çalışmalara kaynak olabilecek kadar zengin. Mesela müze koleksiyonları dışında dünyada çok az örneği bulunan Feshane, Emperyal Hereke, Sivas ve Kumkapı halıları ilk kez bu kadar kapsamlı sergileniyor. Bu halılar içinde günümüze sadece 200 tanesinin ulaşabildiği İpek Kumkapı halılardan 17 tanesi yer alıyor.

Rekabet güçleri artık bitiyor

Ancak sergiyi bu kadar kıymetli kılan sadece paha biçilmez halıların yer alması değil. Halı sanatı ve ustalarına gösterilen önem ve bunun taçlandırılması da. Zira, Türk halıları halıcılık tarihinde çok özel bir yere sahip olmasına rağmen, son yıllarda yok olma tehlikesi ile karşı karşıya. Çünkü Çin, Nepal ve Afganistan'dan ithal edilen düşük kalite ve dolayısıyla ucuz halılar Türk halılarının rekabet gücünü bitiriyor. Bu da geleneksel sanatlarımız içinde yer alan en özel ve önemli sanatı yok etmek üzere. Bu nedenle Lucien Arkas bu ustalara ve sanata destek olmaya çalıştığını söylüyor: "Türk halılarının rekabet şansı yok oluyor. Hal böyle olunca da ustalar başka mesleklere yönelmek zorunda kaldı. Son jenerasyon usta halıcıların 20 kişiden daha az olduğunu tahmin ediyoruz. Bu yüzden kalan son ustaları desteklemeye çalışıyorum. Sergideki 1990 ve 2000'lerde yapılmış olan halılar hep bu destek amacıyla satın alınmış teknik açıdan son derece zor, olağanüstü halılar. Halıcılık usta-çırak ilişkisi ile öğrenilir. Bu sergi ile Türk halıcılığının zengin birikimini, kalitesini sergiyi gezenlere anlatmayı, herkesin bu kıymetli sanata tekrar sahip çıkmasını diliyoruz. Aksi takdirde 10-15 yıl içerisinde halı dokuma sanatı ülkemizde tarihe karışacak.”

Düğüm düğüm işlenmiş sanat

Arkas Sanat Merkezi, ustalara olan bu hürmetini sergide Türkiye ve dünyada ince kalite ipek halıcılığın en büyük ustalarından olan Avak Şirinoğlu'na özel bir oda ayırarak göstermiş. Bu odada Şirinoğlu ile yapılan röportaj ve halılarından örnekler yer alıyor.

Birbirinden değerli halıların yer aldığı serginin öne çıkan parçalarından biri ise şüphesiz ki, II. Abdülhamid’in dostu ve müttefiki Alman Kralı II. Wilhelm’e hediye ettiği Hereke halının eşi. İlk kez gün ışığına çıkan Emperyal Hereke tipi bir halnın metrekaresinde tam 1 milyon 440 bin düğüm bulunuyor ve ipek atkı ve çözgü üzerine yün ilmekli işlenmiş. Bu halının bir eşi ise 1900 yılında Paris Exposition Universelle Fuarı’nda Osmanlı pavyonunda teşhir edilmişti.

Kıssadan hisse; düğüm düğüm işlenmiş halı sanatının ustalarını ve inceliklerini görmenizi tavsiye ederim.

Yazının devamı...

Bu tarz senin Türkiye

Giyim-kuşam hiçbir zaman insan bedenini soğuktan ya da diğer dış faktörlerden koruyan bir teknik olmamıştır. Antik kazılardan tutun da Batı ve Doğu resimlerine kadar nereye baksak giyim denilen şeyin, bir kültürün estetik dışavurumu olduğunu görürüz. Elbette statünün de. Hatta “giyim” kişinin kendi bedenini sanatsal bir malzeme gibi kullandığı bir performans olarak da karşımıza çıkar. Michael Jackson ve Zeki Müren’de olduğu gibi. Kısaca giyimin anlamı da sınırı da hiçbir zaman bir kot-bir tişörtle sınırlı kalmamıştır, giydiğiniz bir kot-bir tişört olsa da!

Buna rağmen, iş günlük hayata gelince giyim-kuşam küçümsenir. Daha doğrusu giyimi üzerine düşünen, zaman harcayanlara “sığ kişi”gözüyle bakılır, moda sektörü de sadece tüketim toplumunun bir ürünü olarak yorumlanır.

Muhafazakârların resmi kıyafeti

Aslında bu çok doğal çünkü daha yüzyıl öncesine kadar giyim zevkimizin dışavurumu hem cinslerimizle sınırlıydı. Batı kadını bireysel kimliğini giyimi üzerinden kamusal alanda ifade edebilme zeminine sahipken, bu topraklardaki kadın giyimi ise; kartpostallara, kitaplara Ermeni kadınının, Rum kadınının, Müslüman kadının giyimi diye yansıyordu.

Ancak ilerleyen teknoloji ile tekstil ve bakım ürünleri çok ucuzladı. Güzele ve şık olana ilgi çok büyük. Dahası sosyal medyayla birlikte “stil” kavramı her geçen gün önem kazanıyor. Ve ne yazık ki Türkiye buna da birikimsiz yakalandı ve ortaya kendi bedeninden, oranlarından habersiz ama anoreksik mankenlere benzemeye çalışan bir kadın zevki çıktı. Kapalı kadınların durumu ise daha zor. Nitekim buna Orhan Pamuk, yeni romanı “Kafamda Bir Tuhaflık” için yapmış olduğumuz röportajda da değinmiş ve şöyle demişti: “Blue jean ya da eteğin üzerine pardösü, bir de başörtüsü. Muhafazakâr kadının resmi kıyafeti haline geldi. Bunu güzelleştirmek kimsenin aklına gelmiyor, kimse onlara yardım etmiyor. Erkekler devlet adamından memuruna bakkalına kadar kravatını takıyor ve Batılı bir başbakan gibi geziyor. Ama eşleri değil, birbirinin kopyası gibi giyinen kişiler. Üstelik adeta fark edilmemek için giyiniyorlar. İcat edilmiş kıyafetler bence bunlar. Batılılaşmış kesimimiz de muhafazakârların modernleşmeye çalışan bu kıyafetiyle dalga geçiyorlar.”

Yani ihtiyaç büyük. Nitekim bu ihtiyacı yine en hızlı televizyon dünyası fark etti ve yeni yeni programlar yapılmaya başlandı. Bu programlar tutar, tutmaz, neyi değiştirir, bu apayrı bir tartışma.

‘Moda Kültürü Programı’

Ancak şunu söylemek isterim, Türkiye kitap piyasası uzun süre edebiyat ağırlıklı bir çizgi izlediği için günlük yaşama dair kitaplar “yok” denecek kadar az basılıyordu. Yani giyim-kuşam kültürümüz entelektüel dünyadan da destek alamadı. Birkaç istisna hariç moda ve tasarım sektörü de bir birikim oluşturma çabasına girmedi.

Bu yüzden modayı bir yaşam biçimi olarak benimseyen, tasarım kültürü ve marka bilinci yüksek yaratıcılar yetiştirmeyi amaçlayan Vakko Esmod Moda Akademisi gibi kurumları hele hele bunların kamuya açık etkinliklerini çok önemsiyorum. Vitali Hakko adına açılan moda kütüphanesini ise özel bir yere koyuyorum.

3 Mart’ta başlayacak ve bir ay sürecek olan son programları ise tam da uzun uzun anlattığım bu mesele ile ilgili: “Moda Kültürü Programı.” Moda tarihini 1920’lerden başlayarak, 10’ar yıllık zamanlar diliminde ele alan bu programda hem moda dünyasının ikonları, tasarımcıları anlatılacak hem de değişen estetik ve tasarım anlayışları. Yani giyim denilen şeyin başlı başına bir kültürünün ve tarihinin olduğunu aktarıyor.

Umarım bu tür etkinlikler artar ve moda- tasarım denilen o büyük dünya “bilinçli” bir şekilde hayatımıza girer. Çünkü güzellik de çirkinlik gibi bulaşır.

Yazının devamı...

Yaşar Kemal bu toprakların son vicdanıdır...


Halka kim zulmediyorsa, etmişse, halkı kim eziyor, ezmişse, onu kim sömürmüş, sömürüyorsa, feodalite mi, burjuvazi mi... Halkın mutluluğunun önüne kim geçiyorsa ben sanatımla ve bütün hayatımla onun karşısındayım. [...] Ben etle kemik nasıl biribirinden ayrılmazsa, sanatımın halktan ayrılmamasını isterim. Bu çağda halktan kopmuş bir sanata inanmıyorum.”
Bu sözler Yaşar Kemal’e değil de bir başkasına ait olsa önemsemezdim. Çünkü bir dönem (ve bence hala) Türk edebiyatında sol ajitasyondan geçilmiyordu. Herkes büyük sözlerin, büyük acıların, büyük özgürlüklerin peşindeydi küçük hikayeler ise gölgede kalıyordu. Ne yazık ki, her şeyin popülisti vicdana zarar, solun da... Üstelik bu sözler öyle “kutsal” sözlerdi ki, onlar sarf edildiği anda romanın tekniği, kurgusu, karakterlerin gücü gibi kavramlar da bir anda boşa çıkıyor, edebiyat önemsizleşiyordu.
Ne yazık ki, insanların yaşanmış ve yaşanması muhtemel acıları “roman” türünde aktarma arzusu (neden anı ya da otobiyografi değil hala anlamam) böyle bir sonuç doğurdu ve yeni nesil toplumsal romanların “söylev” veren yapısından ötürü bu toprakların dertlerine odaklanan romanlara mesafeli durur oldu.

Ne mutlu ki, bu algı Yaşar Kemal’e değmedi. Değemedi. Çünkü Yaşar Abi’nin (Kemal ya da Bey dediğimi duyarsa kızar) hiçbir karakteri, sırf yazarın düşüncesini aktarmak için romana konan bir karton karakter olmamıştır. Kanlı, canlıdır onun kahramanları ve tiplemeleri. Sizinle çay içer, sohbet eder. Derdi derdiniz olur rüyalarınızı kaçırır. Onun kahramanı ile öyle bir at sürersiniz ki, bacaklarınız ağrır, o keyifli koltuğunuza bile oturamazsınız.
Onun romanları değiştirip dönüştürür de. Yani palavrasından devrimci değildir Yaşar Abi. Romana başlayan okur ile bitiren okur artık aynı kişi değildir. Ve okurun en çok bileylenen yanı da vicdanı olur.

Yaşar Kemal’i pek çok kişi “İnce Memed” romanı ile tanır. İlk tahlilde bir kız kaçırma, ağaya başkaldırma hikayesidir bu ama bir sonraki tahlilde, bugün hala “öyle mi böyle mi diye aptal aptal tartıştığımız” özgürlüğün, seçme hakkının, vatandaş olmanın romanıdır. Ama Yaşar Abi’nin romancılığının gücü bununla da sınırlı değildir çünkü bu roman son tahlilde okurun yeni yeni ışık ve renk türleri keşfettiği, doğanın seslerini ve kokularını duyduğu bir romandır. Şöyle diyeyim; Yaşar Abi’nin romanlarını okuyan ama gerçekten okuyan kişi yeni bir insan olur. Bu insan daha bilge biridir. Yarım saat aralıkla gökyüzüne baktığında ışığın nasıl değiştiğini gören biridir artık ve bu ışık değişimi ona insanların yüz çizgilerinin de an ve an değiştiğini gösterir. Yani hayatın kıymetini. İşte o zaman, yani hayat kıymetlenince, savaşlar, kavgalar ve zulümde alınan keyif önemsizleşir; İnce Memed’in sevdiğinde aradığı “kıymetli” öne çıkar.

Diren İnce Memed...

Peki onu bu derece büyük bir yazar kılan nedir? Çok çalışmak, yazarak öğrenmek mi? Hayır. Yaşar Abi’ninki milyonda bir çıkan yeteneklerdendir. Hani Amerikan süper kahramanları var ya, bazıları uçuyor bazıları binaları deviriyor. İşte Yaşar Abi’nin yeteneği de bence böyle bir şey. Tıpkı Marquez’inki gibi. Bence bu nedenle çok benzetiliyorlar. Çünkü ikisi de “halk insanı”dır. Marquez’in yıllar sonra “Yüzyıllık Yalnızlık” romanında anlattığı Maconda Kasabası’na bir gidişi vardır, seyre değer. Halk onu tren istasyonunda çiçeklerle karşılar, yol boyu balkonlardan üzerine çiçekler atarlar. Benzer görüntüyü Yaşar Kemal’in İnce Memed’in köyüne gidişinde de görürsünüz, davullarla zurnalarla karşılanır ve o da köylüyle birlikte hemen halaya durur.

Yaşar Abi şu an çok hasta yoğun bakımda. Duyduğumdan beri elim ayağı bir tuhaf, nereye koysam fazla geliyor. Üstelik günlerce kapısında babamı beklediğim yerde yatıyor. Çok korkuyorum, ya ona bir şey olursa diye. Neden biliyor musunuz? Çünkü Yaşar Kemal, bu toprakların son vicdanı. O da ölürse kim açlık grevlerinde ölen mahkumların sesi olacak? Kim işçinin hakkını savunacak? Kim, daha kimse lafını bile edemezken çıkıp Kürtler’in hakkını savunduğu gibi başka başka ezilenlerin hakkını savunacak? Kim? Bana bir isim verebilir misiniz?

Yazının devamı...

Bana ajandanı söyle sana kim olduğunu söyleyeyim

Ben Moleskine’ciyim. Onun sert deri kapakları, birbirinden özel kağıtları ve ihtiyaca göre çeşitlenen tasarımları yüzünden her Aralık ayı kırtasiye kırtasiye gezerim. Bu alışkanlığımı, sanki kutsal bir ritüelmiş gibi korumak için elimden geleni de yaparım. Zira akıllı cep telefonlarının sağladığı türlü türlü kolaylıklar ajandaların varolmasını zorlaştırır oldu. Tahminim o ki, yakın bir zamanda ajanda kullanımı nostaljik bir zevk olacak.

Tam da bu yüzden olsa gerek, ajandalar da hızla kendini farklılaştırıyor. Bize bir akıllı cep telefonunun sunamadığı imkanları vermeyi amaçlıyorlar. Bunun öncüsü ise hiç şüphesiz ki Metis Yayınevi’nin çıkarttığı Metis Ajanda. Bu sene “Beni Siz Delirttiniz” konseptiyle çıkan ajanda, her şeyin akıl ve vicdan dışı bir boyut kazandığı dünyaya “delilerin” ve “deliliğin” gözünden mizahi ve felsefi bir yaklaşımla bakıyor. Murathan Mungan, Kate Millett, Halil Cibran gibi değerli kalemlerin metinlerinden alıntıların yer aldığı ajandayı ben ruhsal ajandam olarak kullanmalı planlıyorum. Yani seyahat planlarım ve okuma listelerim başta olmak üzere (mesela indirimli bilet tarihlerini işaretlemek gibi) yaşam planlarımı Moleskine’ime emanet edip zihinsel ve ruhsal eylemlerim için bu ajandayı kullanacağım. Bakalım ne olacak, sene sonunda anlatırım.

104 yıldır sürekli yayımlanıyor

Bir diğer ajanda ise Kırmızı Kedi Yayınevi’nin çıkardığı “Kedili Ajanda.” Kedilerle ilgili birbirinden keyifli, oyuncul ve hınzır bilgi ve fotoğrafların yer aldığı bu ajandayı da dost meclisi ajandam olak kullanmayı planlarıyorum. Yani arkadaş toplantıları, onların doğum günleri vs. için. Sonrasında da her bir maddeye küçük notlar düşeceğim. Bakalım Kedili Ajandam dostlarımla ilişkilerim konusunda bana nasıl bir sonuç çıkaracak? Bunu da sene sonunda anlatırım.

Bu ajandaların hiçbiri yokken varolan yerli malı Ece Ajandası’nı unuttuğumu da sanmayın. O hala kraliçemiz. Bu ajandanın sadece 104 yıldır kesintisiz yayımlanıyor olması bile benim bu ajandaya bağlanmam için yeterli. Zaten şu sıra Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde Ece Ajandaları’yla ilgili nefis bir sergi de var. 31 Ocak’a kadar devam edecek olan sergide hayatınızın belli dönemlerinde kullandığınız, belki tüm yaşamınızı değiştirecek bir görüşmeyi kaydettiğiniz ajandaların benzerlerini göreceğiniz gibi aynı zamanda bir ailenin ve Türkiye’nin kağıt ve defter tarihine dair ilginç detaylar da bulacaksınız. Sene sonunda onu da anlatırım. Bu arada birden fazla defterin aynı zamanda dağınıklık demek olduğunun farkındayım. Ama endişeye gerek yok, nasılsa akıllı telefon var. O her birinde yazan hakkında gereken uyarıyı yapacaktır.

Yazının devamı...

King...

Yılın ilk günlerinde kendiniz için iyi bir şey yapın ve güzel bir kitap okuyun. Ve bence bu kitap bir Stephen King romanı olsun. Çünkü birçok kişinin “Amerikan kitap piyasasının ticari yazarı” diye yorumlayarak küçümsediği King, roman sanatının ilahlarından biridir de ondan.

Korku gerilim türünün dahi yazarının en büyük marifeti ise, şüphesiz belli bir türde yazmasına rağmen her defasında yeni bir hikayeyi olağanüstü bir kurgu ve okuru şaşırtmayı başaran (hem de bile bile bir ladestir bu) karakterlerle anlatmasıdır. İşin tuhaf yanı “Hayvan Mezarlığı”ndan beri anlattığı korku hikayeleri aslında son derece basit hikayelerdir. Ama artık, King’in seçtiği ve kurguladığı bu hikayeler bilinçaltımızdaki hangi karanlık alana hitap ediyorsa, her defasında bizi bir tel gibi germeyi başarıyor. Hem de tüm dünya okurlarını. Avrupalı okurlardan Amerikalılar’a kadar farklı kültürlerden okurlara aynı duyguyu yaşatmak... Kimse kusura bakmasın böylesi bir yazarı “Amerikan piyasasının pompalaması” diyerek yorumlamak indirgemecilik olur. Malum, korku sadece bireysel değil aynı zamanda kültürel bir olgudur. Kimi kültürde insanların ödünü patlatan bir diğerinde neşe kaynağı bile olabiliyor.

Gerçi King’in yeni romanı “korku ve gerilim”den ziyade polisiye türüne ait... Yine de ana kahramanı psikopat katil öyle bir sosyopat ki, böylesi insanların varlığını düşünmek bile insanı ürpertmeye yetiyor. Üstelik roman boyunca normal görünen kişiliklerin de aslında deliliğin sınırlarında dolaştığını bir kez daha hatırlıyorsunuz.

Ancak bu romanı benim için asıl okunur kılan Stephen King’in, polisiye romanın krallarından Raymond Chandler’ın 1930’larda yarattığı sıkı dedektif Philip Marlowe karakterine göndermeler yapmış olması. King’in dedektifi emekli bir polis. Onun da edebiyat dünyasındaki diğer meslektaşları gibi alkol sorunu var, bu yüzden ailesini kaybetmiş yalnız bir adam. Çimlerini biçip bilgisayarının sorunlarını çözen komşunun çocuğu Jerome dışında kimseyle görüşmüyor ve tüm gününü televizyon karşısında reality şovları izleyerek geçiriyor. Bir de arada sırada babasından yadigâr 38’liği ağzına sokup intihar etmeyi düşünüyor, o kadar.

Kendine acıyarak geçirdiği bugünleri ise aldığı bir mektupla birden sonlanıyor. Çünkü mektubu yazan, sabahın kör vaktinde belki bir iş bulurum ümidiyle belediyenin önünde kuyruğa girmiş insanların üzerine bir Mercedes süren ve sekiz kişinin ölümüne neden olan “Mercedesli Katil”den başkası değil.

“Katil neden 62 yaşındaki dedektifimizi seçmiştir veya böylesi bir cinayeti neden işlemiştir? Derdi zoru nedir?” gibi soruların yanıtları içinse türlü türlü insan hikayelerinin, “basit” sırların, görmezden gelinen suçların, ikiyüzlü ahlak anlayışının ilmik ilmik ördüğü bir yolu adım adım geçmeniz gerek.

Yazının devamı...

Orhan Pamuk’un ‘tuhaf’ kafası...

Orhan Pamuk, geleneğine geri döndü ve yeni kitabının çıkış tarihini yine aralık ayına denk getirdi. Zira Pamuk’un romanları genellikle (Sessiz Ev, Masumiyet Müzesi hariç) nasıl karlı bir kış günü başlarsa, kitaplarını da dört yıl arayla aralık ya da ocak aylarında yayımlardı. Ancak Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmasıyla birlikte yazarın tüm yazarlık ritüelleri bozulmuştu. Mesela her sabah Nişantaşı’ndaki evinden Cihangir’deki “yazıhanesi”ne giden, günde sadece yarım sayfa yazan, yazarken voltalar atan, boş buzdolabını karıştıran ve günün sonunda aklına güzel bir cümle gelmişse bunu yazmayıp ertesi güne saklayan, böylece ertesi güne şevkle başlamayı amaçlayan, bilgisayar kullanmak yerine fişekli dolmakalemle yazan, fişek değiştirirken kendini silahını değiştiren bir silahşör gibi hisseden yazar, Nobel’den sonra ağırlıklı olarak yurtdışında yaşamaya başlamış dolayısıyla tüm bu yazma ritüelleri bozulmuş ya da aksamıştı. Hal böyle olunca da, “Masumiyet Müzesi” bir yaz günü (29 Ağustos 2008) yayımlanmıştı. Gerçi iyi de olmuştu çünkü roman da güneşli bir günün unutulmaz hatırası ve unutulmaz cümlesiyle açılıyordu: “Hayatımın en mutlu anıymış bilmiyordum.”

Böylece Orhan Pamuk, merakla beklenen (en azından benim) yeni romanı “Kafamda Bir Tuhaflık”la “kış günü kitap yayımlama” geleneğine geri dönmüş oldu ve bu romanında da diğer romanlarında olduğu gibi ana karakter yine bir erkek ve İstanbul sokakları.

Pamuk’un kahramanı bu kez bir işportacı. Adı; Mevlüt. Bazen bozacılık, bazen yoğurtçuluk, bazen pilavcılık bazen de otopark bekçiliği yapan biri. Yani İstanbul’u İstanbul yapan, bazıları yitip gitmiş bazıları yaşayan bazıları da yeni türemiş sokak mesleklerini... Mevlut’ün yaptığı işlerin bu kadar çok değişmesi doğal çünkü roman 1969-2012 yılları arasında geçiyor. Yani bu süre içinde Türkiye ve İstanbul’un nasıl değişiyorsa işportacıların yaptığı işler de değişiyor. Özetle; bu Orhan Pamuk kitabı. Yani İstanbul, aşk ve mutluluk arayışı yine başlı başına bir roman kahramanı olarak inşaa edilmiş. Ve inanıyorum ki, entelektül ya da derin düşünce ve estetik sevmeyen bağzı köşe yazarlarının aksine bu Orhan Pamuk romanı da çok okunacak ve pek çok satırın altı çizilecek.

Kimse kusura bakmasın, Türkiye’de azımsanmayacak bir insan grubu bir kitabı bekliyor.

Not: “Kafamda Bir Tuhaflık” 150 bin basıldı.

Yazının devamı...

O ip unutulur mu?


Geçen hafta bugün...

Üsküdar Doğancılar’dan Çekmeköy’e gidiyorum. Anneme. Hayalimde annemin güzel kahvaltısı var. “Ohh” diyorum; “patates, biber de kızartmıştır, sarımsaklı domates sosu da yanında.” Kanepeye yatıp annemin üzerime battaniye serişini hayal ediyorum, az sonra öpücüklere boğulacağım, biliyorum. Huzurla taksinin arka koltuğuna yayılıyorum.

Derken, Karacahmet’ten geçerken trafik tıkanıyor. Boş bulunup şoföre “Bu neyin trafiği?” diye soruyorum ama sorar sormaz da pişman oluyorum. Çünkü geceden beri, içimi yakan, kendimi uykuya sararak unutmak istediğim, unutursam bu ölümün hatırlattıklarını da unutabileceğimi sandığım vefat haberini tekrar alıyorum: “Deniz Gezmiş’in annesi Mukaddes Hanım’ın cenazesi var!”

“Bir an unutabildim sandım” diyorum.

“Ne tuhaf” diyor şoför; “Uzun yaşadı, nasıl dayandı acaba?” Sonra susuyoruz. Susmasak ne diyeceğiz? Mukaddes Hanım’ın vefatından hemen önce çıkan ”Kardeşim Deniz” kitabında Can Dündar her şeyi anlatmış. Sadece oğlunun asılacağı gün Mukaddes Hanım’ın yaşadıklarını okusanız yeter. Zaten bu kısmı okuyunca bir süre bir şey okuyamayacaksınız. En azından bende öyle oldu.

Günlerdir, annesinin Deniz Gezmiş’in asılacağı anı bekleyişi aklımdan çıkmıyor. “Bir anneye böyle bir acı, dahası ceza nasıl reva görülür?” diye düşünüp duruyorum. Birden kahvaltı sonrası annemin öpücüklerini hayal edişim aklıma geliyor, utanıyorum, şımardığım yerlerim sızlıyor.

Şimdi sizden küçük bir empati yapmanızı isteyeceğim. Karmaşık bir şey değil, aksine çok basit.

Hemen hepimiz birilerini yitirmişizdir. Belki babamızı, belki annemizi, belki kardeşimizi, belki eşimizi ya da dostumuzu. İşte onların ölümlerini hatırlayalım. Hastanedeyseler eğer, onları yaşatmak için verdiğimiz mücadeleyi; kan arayışımızı, ilaç için eczaneye koşturuşumuzu, bir umuttur diye başka başka doktorları arayıp fikir alışımızı...

Ve şimdi, kaybettiğimiz kişinin eceliyle ölmediğini düşünelim. Aksine sapasağlam bir bedeninin olduğunu, tüm organlarının çalıştığını, biyolojik yaşının ona uzun bir yaşam vadettiğini. Ama buna rağmen öldüğünü, idama mahkum edildiğini düşünelim. Hem de sırf dönemin siyasi konjonktürü yüzünden... Hukukun en ağır suç olarak tanımladığı cinayet suçunu bile işlememesine rağmen bir gün, sabaha karşı idam edildiğini. Boynuna bir ip geçirildiğini.

Deniz Gezmiş’in asıldığı gece Mukkades Hanım eşine “Gördün mü çocuğumu?” diye sormuş; “Gördüm, sarıldım” demiş babası; “Boynunda bir morarmışlık vardı. İp izi...”

Söyler misiniz, o anne, o baba o ipi unutabilir mi? Peki siz unutabilir miydiniz, dahası unutabilicek miyiz?

Hiçbir şey olmamış gibi Mukaddes Hanım’ın cenazesinin yanından geçip gidebilir miyiz?

Yanıtı hepimiz biliyoruz; “Hayır!” En umursamaz, en bencil olanımız bile geçip gidemez, en azından içini bir korku kaplar. O ip aklına gelir.

İşte Can Dündar’ın “Kardeşim Deniz” kitabı bunu yaptı: Yıllar-yıllar geçse bile Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamı bu ülkeyi hep etkileyecek. Bu yüzden şundan eminim: Bu ülkede yaşayanların en temiz mutluluklarının gölgesinde bile hep bir suçluluk duygusu ya da korku saklanacak. Hangisini çekeceğimiz ise bize kalmış.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.