Şampiy10
Magazin
Gündem

Okurun dijital hali

E-kitap D-evrim’i yazısına kaldığımız yerden devam... E-kitap, basılı kitabı yok eder mi? Gelecekte sadece tabletlerden mi okuma yapacağız? Yoksa tabletler de yerini şu an hayal bile etmediğimiz nesnelere mi bırakacak?

İşte “e-kitap” dendiği an beliren sorular bunlar. Ve bu soruların yanıtlarında genelikle “e-kitabın asla basılı kitabın yerini alamayacağı”na ilişkin romantik söylem öne çıkıyor. Herkesin elinde bir tablet ya da akıllı telefon olmasına ve bu cihazlarla geçirdikleri vakit kitapla geçirdikleri vakitten daha az olmasına rağmen. O yüzden sürekli bu yanıtın samimiyeti üzerine düşünüyorum. Ve sonunda şu sonuca vardım; hem samimi, hem değil. Sanırım kitap ve kitap okuma eylemi yeni bir kavşağa daha geldi. Tabletlerden, papirüslere, el yazmalarından basılı kitaplara uzanan bu süreç yeni ve en belki de en büyük devinimini yaşıyor. Bu yüzden, isterseniz, sürece en geniş pencereden bakalım ve en temel soruyu soralım: Kitap nedir? Yanıt kolay; “aktarımınının okuma eylemi ile gerçekleştiği bilgi depolama aracı”. İyi de amacımız, tarih boyu biriken bilgiyi hem depolamak hem de bunun aktarımını sürdürmekse o zaman e-kitaba neden tepkiliyiz? Üstelik e-kitabın bilgiyi demokratikleştirdiğini de dikkate alırsak?

Bunun yanıtını geçenlerde, henüz basılmamış bir kitabın okuma kopyasını tabletimden okurken fark ettim. Uzundur kitap yayımlamayan çok sevdiğim bir yazarın merakla beklediğim kitabıydı. Kitap mail’ime düşer düşmez, kahvemi yaptım, kitabı tablete indirdim ve başladım okumaya… Ama keyif almıyordum. Sanki kitap okur gibi değil de bir dosya, rapor okur gibiydim. Sadece bilgileniyordum, o kadar. İşin keyfi yoktu. Okuduğum sanki bir edebiyat metni, sanat eseri değil bir adam hakkında bilgiler içeren bir metindi o kadar. Çünkü okumaya başladığımdan beri kitap denilen o üç boyutlu nesne ile büyümüş, evrimimi onunla gerçekleştirmiştim. Kitap okumak demek benim için o üç boyutlu nesneyi elimde tutmak, hatta tutarken kanepede, koltukta tuhaf tuhaf pozisyonlara girmek demekti. Satırların altını çizmek, sayfa kenarlarını kıvırmak hatta baharda sayfa aralarına mevsimin ilk çiçeklerinden koymak da. Ama şimdi sadece satırlar ve ben vardım. Sadece içerik. Şunun da farkındayım, yeni kuşaklar için bu tür ritüeller birikimi yok ya da çok az. Gelecek kuşaklar, belki çok az kitap görecek ve bu ritüeller gittikçe azalacak ve onlar da eksikliğini bile hissetmeyecekler. Belki de onlar da okuma ritüellerini tabletlerle gerçekleştirecekler. Şu an sadece şunu söyleyebilirim: Kısa ve orta vadede bilgilenmek için okunan kitaplarda e-kitap tercih edilirken, kişiyi kendi içinde yolculuğa çıkaran yani onu “okura dönüştüren” kitaplar da basılı kitaplardan vazgeçmeyecek gibiyiz. Ama uzun vadede ne olur? İnanın hiç kestiremiyorum, her şey mümkün.

Yazının devamı...

Kıbrıs’ın tatminkar tiyatrosu

Bu hafta e-kitap tartışmasına devam etmek istiyordum ancak takvimde bir değişiklik yapmam ve bu yazıya haftaya devam etmek gerek. Çünkü geçen hafta Dünya Tiyatro Günü nedeniyle Kuzey Kıbrıs’taydım. Gazimağusa Belediyesi bir tiyatro kurmuş ve ilk oyunlarını sahneleyeceklerdi. Türkiye’de tiyatro salonlarının birer birer kapandığı ya da sürekli tartışmaların yaşandığı bir dönemde böyle bir haber almak açıkçası beni önce çok şaşırttı.

Çünkü daha önce Kuzey Kıbrıs’a hiç gitmemiştim. Doğal olarak oradaki tiyatro ortamı hakkında da hiçbir şey bilmiyordum. O yüzden önce bu bilgisizliğim ve ilgisizliğim için özür dilemek isterim.

Zira Kuzey Kıbrıs’ta her şeyden önce hayatlarını sanatlarına adamış birbirinden kıymetli tiyatro insanları ve yetenekli oyuncular var. Dahası nitelikli bir izleyici kitlesi de. Sadece ilgili bir izleyici de değil bu, nitelikli de. Örneğin benim izlediğim oyun, Türkiye’nin kültür başkenti olarak tanımlanan İstanbul’un pek çok semti

için bile çok modern, şehirli bulunabilecek bir oyundu.

Ancak, K. Kıbrıs seyircisinin oyuna olan ilgisi pür dikkat, sahneyle uyumu ise hep yerindeydi.

Kendisi de Kıbrıslı olan tiyatrocu Hüseyin Köroğlu ve Şenay Saçbüker’in kurduğu Tiyatro Aşhk’ın “Tatminkar Ödül” isimli oyunuydu bu. Oyunun konusunu, modern kent hayatının yan etkilerinden olan yalnızlığa geleneksel ilişkilerle çare arayışımızın hazin durumu olarak yorumlayabilirim. Birer kale gibi inşa ettiğimiz bilmem kaç katlı binalarda kendimizi yalnızlıklarımıza hapsedişimizin hikayesi... Bu yalnızlığı kadınların masallardaki gibi mutlu bir evlilikle sonlandıracaklarını sanışının... Erkeklerin ise yalnızlıklarını özgürlük sanmalarının...

Hikaye şu: Bencil ve güzel bir kadın olan Beatrice (Şenay Saçbüker) bir ilan verir, kendisini dinletecek, ağlatacak ve etkileyecek bir erkek aramaktadır.

Ödül ise tatminkardır.

Ödül avcısı Jean da (Hüseyin Köroğlu) 20’lik banknotlar halinde istediği “tatminkar ödül” için gereken her şeyi yapmaya hazırdır. Görevini başarır mı başarır. Ancak hiçbir şey iki tarafın da düşündüğü gibi sonuçlanmaz. Artık her ikisi de birbirleriyle karşılaşmadan önceki kişiler değildir. Değişmişlerdir. Veya kendileriyle, hiç bilmedikleri bir yönleriyle karşılaşmışlardır.

Işıkla desteklenen ve su şişeleri ile dizayn edilen şehir silüetinin barkovizyondan yansıyan görüntülerle desteklendiği zarif sahne tasarımı, Saçbüker ve Köroğlu’nun göz dolduran oyunu, dramaturg Dilek Tekintaş’ın titiz çalışması ile “Tatminkar Ödül” kadın erkek ilişkilerine farklı bir bakış açısı arayanlar için...

(Oyunu 4 Nisan 20.30’da İstanbul Kozyatağı Kültür Merkezi’nde, 16 Nisan’da 20.00’da da Antalyareplik Sanat Uygulama Sahnesi’nde izleyebilirsiniz.)

Yazının devamı...

E-kitap ‘D-evrim’i

Saint-Joseph Lisesi’nde (1870), çok keyifli ve “büyük sorular” sorduran bir sergi var: “D-Evrim? Dijital Çağda Bir Kitap Sergisi.” Küratörlüğünü Saadet Özen’in yaptığı sergide, okulun 1800’lerden kalma ve 22 bini aşkın kitaptan oluşan kütüphanesinden seçilen 400 kitap, dijital versiyonları ile buluştu.

Montesquieu’nün “Acem Mektupları”nın 1830 baskısını, Sainctyon’un “Büyük Timur’un Öyküsü Claustre”nin 1743 basımını da görebileceğiniz sergide okulun öğrenci ve öğretmenleri ile çekilmiş bir de video var. Videonun konusu; “E-kitaplar hayatımızı nasıl etkiledi?”

Önce bir itirafta bulunmak istiyorum; şu ana kadar e-kitaplarla ilgili birçok sohbete tanık oldum ya da katıldım ama hep bir süre sonra susmak zorunda hissettim. Çünkü argümanlar ya ajitasyon düzeyinde romantikti -hiçbir şey kitabın ruhun öldüremez gibi- ya da kitap denilen “şeyin” nasıl bir nesne olduğu üzerine hiç kafa yormamışların yorumlarıydı -tabletten okumak büyük kolaylık canım, birkaç seneye kimse basılı kitap okumayacak, türünden.

Kimsenin e-kitabın hayatımızda yarattığı, yaratacağı değişime dair bir fikri yoktu. Çünkü bu değişim sadece edebiyat eserlerini içermiyordu; ders kitapları gibi devasa bir bilgi birikimi var karşımızda. Ve bu birikimin e-kitap ile buluşacağı muhakkaktı. Sadece öğrencinin altında ezildiği sırt çantası, kitap fiyatları bile bunun için yeterli bir neden.

Peki bu durum eğitim sistemini nasıl etkilenecekti? Mesela öğretmen-öğrenci ilişkilerini. Ve bir kez kitap okumaya tabletten alışan biri daha sonra basılı kitaptan keyif alacak mıydı?

Saint-Joseph Lisesi eğitimini tamamen tablete geçirmiş. Okulda tüm eğitim i-Pad’ler üzerinden yürüyor. Sergi için yapılan videoda bu değişimin etkileri de şahane anlatılmış. Mesela öğretmenler “artık öğretmenler kürsülerinden inmek zorundalar” diyorlar. Çünkü tablet eğitimi, kara tahta başında bir eğitim sistemine izin vemiyor, öğretmenin öğrencilerin arasında dolaşmasını, zaman zaman yanlarında oturmasını gerekli kılıyor. Bu da yeni bir eğitim hiyerarşisi demek. Ayrıca, bir öğretmen ne kadar teknolojiye açık olsa da öğrenciler (daha genç olacakları için) her zaman yenilikleri ondan daha önce öğrenip kullanacak. Üstelik teknolojideki değişim durmayacağı için bu gelecek nesiller için de geçerli. Yani söz konusu “geçici bir geçiş dönemi” değil.

Bu durumda tıpkı videoda olduğu gibi, öğrencilerin de öğretmenlerine eğitmenlik yapacağı bir sistem var karşımızda. Yani en basit tanımıyla öğretmen yeni uygulamayı çalıştıramadığında ya da bir yere takıldığında öğrencisine soracak. Bu da yine “her şeyi bilen kutsal öğretmen” imgesini yerle bir eden bir değişim. Böylesi bir değişimin eğitim sistemi üzerinden toplumsal demokrasiye, aile yapısına olan katkısını, yapacağı değişimi ise şu an hayal bile edemiyorum. Peki basılı kitap ne olacak? Bence okuma eylemi ve içeriği değişecek. Nasıl mı? Bunu insanın süregiden evriminin bir parçası olarak gördüğümü söyleyip, bana ayrılan yerin sonuna geldiğim için, haftaya bırakıyorum.

Yazının devamı...

34'te 34!

Bu yıl 34'üncüsü gerçekleşecekmiş İstanbul Film Festivali'nin. Türkiye gibi kültür ve sanatın fuzuli bir iş sayıldığı ve sanıldığı bir ülkede bu süreklilik başlı başına bir başarı. Bu nedenle İstanbul Kültür Sanat Vakfı'na, Eczacıbaşı Şirketler Grubu’na ve festivalin ana sponsoru Akbank'a bir kez daha teşekkürler. Çünkü her geçen gün absürd sanatı aşan olayların yaşandığı, kara mizahın ironisinin bile şok geçirdiği bu ülkede sanatın nefes aldıran ve besleyici gücü olmasaydı, ne yapardım, yapardık bilemiyorum. Bu yüzden bu sene İstanbul Film Festivali beni daha bir heyacanlandırıyor. Tam 15 gün (4-19 Nisan) sadece ve sadece festivalle ilgilenmek, dünya filmlerini seyretmek, hayata ve yaşama ilişkin başka bir pencereden bakıp düşünmek ve yorum yapmak istiyorum. Hatta TV bile izlemeyip, cep telefonumu, sosyal medya hesaplarımı sadece festivale katılanlara göre düzenlemeyi de... Elbette tüm bunlar mümkün değil ama olsun herkesin tuhaf fantaziler kurup bunun gerçek olduğunu iddia ettiği bir ülkede bu da benim naif hayalim olsun.

Gelelim festivale... Herkes programını kendisi yapsın, çünkü ben şuna gideceğim, buna gitmeyeceğim diyemiyorum. Zira bu yıl da tam 204 (63 ülkeden 222 yönetmene ait) film arasından seçim yapacağız. Yani daha listemi belirleyemedim, hangi filmden nasıl vazgeçeceğimi de bilemiyorum.

Balkanlar bölümü eklendi

Sanırım, 2015 yılında Sundance ve Berlin Film Festivalleri’nde prömiyerleri yapılan filmlerden vazgeçmeyeceğim. Akbank Galaları'ndan da, dünya festivallerini dolaşan farklı kültür ve bakışlara ait filmlerden de, Yeni Bir Bakış bölümünden, Antidepresan'dan, Mayınlı Bölge'den, Geceyarısı Çılgınlığı'ndan da. Biliyorum, bu durumda sadece Çocuk Mönüsü ve NTV Belgesel Kuşağı'nı listeye almadığımın farkındayım ve bu kadarcık eleme ile 12 günde (3 gün de kitap eki yapmak zorundayım) bu kadar filmi izlemem imkansız. Zaten işe de gidip gelmek gerek!

Üstüne üstlük bu yıl festivale nefis bir bölüm daha eklenmiş: "Balkanlar." Bu yıl tam da bir Balkan turu yapmak isterken festivalin karşıma bu bölümü çıkarmasını da nasıl açıklayacağım bilemiyorum... (Diğer yeni bölümler de şöyle: Aile Bağları, Özel Gösterim, Alman Canlandırma Sineması.)

Üstüne üstlük benim gibi Latin Amerika sanatına (ama öncelikle edebiyatına) hayran biri için Latin Amerika'nın gözde yönetmeni Lisandro Alonso’nun tüm filmlerinin gösterilecek olması da neredeyse bana "gün neden 24 saat yerine 48 saat değil" diye ağıtlar yaktıracak.

Özetle İstanbul Film Festivali'ne çok az kaldı. Program açıklandı. Rehberinizi satır satır okuyun, merak ettiklerinizi google'dan sorgulayın, araştırmalarınızı yapın, özenli bir program hazırlayın ve Nisan ajandanızı festivale göre ayarlayın yoksa benim geçen seneki halim gibi çok üzülür, kimselere bir şey diyemez, "ihmalkarlığından" oy kullanamamış endişeli vatandaşa benzersiniz!

Yazının devamı...

Şiire dair bir sergi

Bazı sanatçılarla tanışmak hayal kırıklığı yaratabilir. Çünkü eserleriyle zihnimizde yarattığımız kişi, tanıştığımız kişiye hiç benzemeyebilir. Hatta tam aksi bile olabilir veya ayrı dünyaların insanı...

Bu nedenle bir sanatçı ile tanışmayı her zaman riskli bulurum ve çekinirim. Hele hele söz konusu eserlerini sevdiğim biriyse, onunla tanışmak başlı başına bir hadise, stres olabilir. Kaçmak için elimden geleni yaptığım bile olmuştur. Sırf zihnimdeki o imge zarar görmesin, diye.

Muzaffer Akyol ise “İyi ki tanışmışım” dediğim sanatçılardan. Çünkü Akyol, sadece iyi bir ressam değil aynı zamanda şiire yani anlatılamayan alandan konuşan bir sanatçıdır da. Konu resimse, sanatsa neredeyse fısıltıya yakın bir ses tonuyla “dır-dir” demeden, kategorize etmeden aksine kavramları katlanıp dürüldükleri çekmecelerden çıkarıp güneşe çıkarıp tozlanmış içlerini havalandırarak konuşur.

Eserlerinin isimleri de öyledir: “Zeytin Ağacında Ebedi Aşk”, “İda Dağı’nın Sarı Kızı”, “Zemheri’de Çiçek Açan Zeytin Hanım” gibi. Tam da bu yüzden ilk Kültür Bakanımız olan Talat Sait Halman onun için “ressamlarımızın en edebi olanlarından” demiştir.

Muzaffer Akyol’un 50 yılı aşan sanat hayatını aktardığı retrospektif sergisinin ismi de bu şiirsellikten payını almış: “İrkildim Uyandım Bir Daha Uyumadım.”

18 Nisan’a dek sürecek olan ve sanatçının 1960’lardan günümüze dek uzanan sanat anlayışını aktarmayı amaçlayan sergisi için kendisi ise şöyle diyor: “Düşümde bir gemi gördüm/ Dalları zeytin ağacı/ Kanatları Anka kuşu/ Dalgalarla dalga geçti/ Uçtu dağın tepesine.”

Akademi yılları sırasında asla tek atölyeye bağlı kalmayan/ kalamayan Akyol’un 50 yıllık sanat hayatını özetleyen bu sergide de, öncekiler gibi, Anadolu coğrafyası ve mitleri ön plana çıkıyor. Çünkü Muzaffer Akyol, iflah olmaz bir doğa ve Anadolu tutkunudur. O 12 çocuklu Trabzonlu Nuriye Ana’nın ressam oğludur. Bu yüzden de eserlerinde doğanın dili, Anadolu mitleri ve hikayeleri renge gelir. Bu bazen bir nar olur, bazen de dilek ağacı. Bir bakmışsınız oyuncu bir kedi gibi tuvalin bir köşesinden girmiş, kıvrımlarını bulmuş, sonra bir güzel kurulmuş sonra da size bakar olmuş...

Yazının devamı...

Yılanların Öcü deri değiştirdi!

İKSV İstanbul Film Festivali'nin Groupama işbirliği ile sekiz yıldır sürdürdüğü, eli öpülesi bir projesi var: “Türk Klasikleri Yeniden.” Bu sayede, Film Festivali her yıl Türk sinema tarihinin başyapıtlarından birini restore ederek tekrar gösterime hazır hale getiriyor. Şu ana kadar Yavuz Turgul’un "Muhsin Bey"i (1988 yapımı), Erden Kıral’ın "Bereketli Topraklar Üzerinde"si (1979), Lütfi Ö. Akad’ın "Vurun Kahpeye" (1949) filmi, Atıf Yılmaz’ın "Selvi Boylum Al Yazmalım"ı (1978), Memduh Ün’ün "Üç Arkadaş"ı (1958), Halit Refiğ’in "Gurbet Kuşları" (1964) ve Lütfi Ö. Akad’ın "Vesikalı Yarim"i (1968) restore edilmişti.

Bu yıl 34'üncüsü gerçekleşecek olan İstanbul Film Festivali'de restore edilecek film ise; uzun yıllar sansürle mücadele eden "Yılanların Öcü" filmi. Fakir Baykurt'un aynı isimli romanından Metin Erksan tarafından sinemaya uyarlanan film, ilk gösterildiğinde Ankara ve Adana'da büyük olaylar çıkmış hatta bir sinema hasar görmüştü.

Metin Erksan'ın en sert filmlerinden kabul edilen "Yılanların Öcü" öylesine büyük tepkiler almıştı ki, ancak dönemin cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in onayı ile gösterilebilmişti.

Başrollerinde Fikret Hakan ve Erol Taş'ın yer aldığı "Yılanların Öcü"ndeki rolü ile Aliye Rona ise büyük çıkış yapmış ve Irazca Ana ile Türk sinema tarihinin en unutulmaz otoriter kadınlarından birini canlandırmıştı.

"Yılanların Öcü" daha sonra yine çok kıymetli bir yönetmen olan Şerif Gören tarafından da sinemaya uyarlanmış ve yine başrollerinde Fatma Girik, Kadir İnanır gibi yine çok iyi oyuncular rol almıştı. Ancak ne yalan söyleyeyim, Metin Erksan uyarlamasını her zaman romanın meselesini kavrama ve aktarması açısından daha çok sevmiş ve önemsemiştim.

Bu nedenle bu restorasyona sanırım en çok sevinenlerden biri benim.

“Benim” diyen dijital albüm!

İnternet her alanda bir milat. Buna müzik sektörü de dahil. Öyle ya, internet üzerinden müzik dinleyip indirmenin mümkün olması ile albüm satışları da düştü. Sanatçılar, bu yüzden iki uca yönelmiş durumda. Ya konserlere yani "yüz yüze" gelinen "gerçek bir aradalığa" yoğunlaşıyorlar ya da dijital platforma... Elbette starlar her iki platforma da! Şu da bir gerçek ki, dijital platform genç sanatçıların kendilerini ifade edebilmelerine olanak sağlayan bir alan. Çünkü normal koşullarda albüm yapmak çok pahalı. Oysa dijital platform, maliyetleri minimize ettiği için genç ve yeni seslere yepyeni bir fırsat alanı sunuyor. Bunlardan biri de, Selo Çelik. Sanatçı, rock'tan caza, poptan Greek müziğe uzanan geniş ve renkli bir yelpazede şarkılar içeren "Benim!" isimli albümünü bu yüzden dijital platformdan dağıtıma sunmuş. Albümdeki tüm söz ve müziklerin sanatçının kendisine ait olduğu "Benim"in dijital dağıtımını ise Sony Music gerçekleştiriyor.

Yazının devamı...

Pembe otobüsün varacağı yer!

Barcelona’da bir mahalle barı. .

Küçük, küçücük bir mekan. Toplasan 5 masa, iki şans oyunu masası, bir küçük bar. Duvarlarda çeşitli fotoğraflar. Siyah-beyaz film kareleri, futbol afişleri…

Biz dışarıdayız. Turistik mekanları ilk iki gün gördük. Ama biz turist değil gezgin olmayı sevenlerdeniz, İspanyollar nasıl yaşıyor bunu görmek hatta başarabilirsek az da olsa yaşamak.

O yüzden bu mahalle barı ilgimizi çekiyor. “Hadi girelim” diyor Serdar. Ama ben gayri ihtiyari “İyi de kadınlar girebiliyor mu?” diyorum. O da duruyor, düşünüyor. Sonra fark ediyoruz Türkiye’de değiliz, İspanya’da bir Avrupa ülkesindeyiz.

İçeri girdiğimizde bunu daha iyi anlıyoruz; içerdeki en büyük masada beş genç kız oturuyor. Genç dediysem ergen. Makyajları, giyimleri… Nasıl güzel dans edip sohbet ediyorlar. Neşeli mi neşeliler ve yan masalardan, ne bir sataşma var, ne de “kız başınıza burada ne arıyorsunuz” tacizleri!

O yüzden, ≠ÖzgeCan cinayetinden sonra çıkıp “Bu tür cinayetler, tecavüzler, Batı’da da oluyor, kadına şiddeti bu kültüre bağlamayalım” gibi sözleri kusura bakmayın ama çok acımasızca buluyorum. Ayrıca oturduğu yerden dünya hakkında ahkam kesmek olarak da…

Evet, Batı’da da kadına yönelik şiddet var. Evet, kadına şiddetin kimi zaman eğitim seviyesi ile ilgisi olmadığı da bir gerçek. Ama Türkiye’de bu işin açık açık desteklenen bir ideolojisi var. (Orta Doğu ülkelerinde ise rejimi.) Mahkemelerdeki iyi hal indirimleri, kocandır döver de sever de sözleri, son köftenin erkek çocuğuna verilmesi, kadın diz kapağının tahrik gücü, feminizmin yıllarca gazeteler aracılığıyla aşağılanması (Erkek köşe yazarlarının feminizm aşağılamalarını unutmayalım), kahkaha desibellerinin ölçülmesi, "Amk" kısaltmasının matah bir şeymiş gibi kullanılması, kız çocuklarına verilen bursların asimilasyon olarak yorumlanması (pek çok entelektüel Kardelen vb. projenin asimilasyon olduğunu söylemişti) kısaca her türlü etnik ve dini kimliğin kadın hayatından daha değerli görülmesi. Ve elbette bizleri tüm bunlardan koruyacağını iddia eden pembe otobüs önerileri ve kadınların özgürlüğünü hanımefendilik sınırı içinde gören o sinsi kültür.

Ama galiba en çirkini bu şiddetin bile pornografileştirilmesi. Kadınların uğradıkları taciz ve şiddeti anlattıkları ≠sendeanlat kampanyasındaki bazı twit’lerin gazetelerce porno hikaye gibi sunulması…

Ancak, bu idelojinin farkında olarak ya da olmayarak mensubu olanlara, keyfini sürenlere kötü bir haberim var. Yıllarca pek çok kadın çaresizce Stockholm sendromuna sığınarak isyan etmemiş hatta “git derdini doktora anlat” diyerek hemcinslerini suçlayarak kendini güvene almış olabilir. Ama artık, pek çok toplumsal eylemde kadınlar en ön sırada isyan bayrağını taşıyorsa, tv’lere simsiyah reklam veriyor, kimsenin lafını sözünü dinlemeyip cenaze namazında en önde saf tutuyorsa bir şeyler değişiyor demektir.

Çünkü biz kadınlar, tüm parti ve sınıflardan farklı olarak bu kültüre hiç yabancı değiliz, aksine bu kültürü ve onun “hassasiyetlerini” kılcal damarlarına kadar biliyoruz ve bu kez onu değiştirmek istiyoruz! Zira pembe otobüsler gitse gitse ancak ebruli bir eve gider!

Yazının devamı...

Venedik Bienali’ne Sarkis’le katılıyoruz

Dünyanın en önemli sanat etkinliklerinden kabul edilen Venedik Bienali’ne Türkiye Sarkis’in eserleriyle katılıyor. Bu yıl (9 Mayıs-22 Kasım) 56’ıncısı gerçekleşecek olan Venedik Uluslararası Sanat Sergisi Türkiye Pavyonu’nda, yarım yüzyıldan uzun bir süredir sanatın farklı formlarında eserler üreten Sarkis’in Respiro Projesi yer alacak. Defne Ayas’ın küratörlüğünü yapacağı Respiro Projesi’nde, Türkiye pavyonu bir tiyatro sahnesi olarak tasarlanacak. İtalyanca “nefes” anlamına gelen Respiro ile Sarkis, obje ve görselleri, düşünce ve kodlar ile bir araya getirecek ve eserlerinin özünü oluşturan sonsuz diyalog ve dönüşüm fikirlerini incelemeye devam etmeyi” amaçlıyor. Aynalar, vitray panolar ve mekâna özgü üretilmiş neon ışıklandırmalardan oluşacak yerleştirme, sanatçının ürettiği gökkuşağının yedi renginin çiziminden esinlenen Jacopo Baboni-Schilingi'ye ait bir besteyle tamamlanacak. Ünlü sanatçı projesiyle ilgili olarak “Zamanların başlangıcına, ilk gökkuşağına, diğer bir deyişle ışığın ilk kırılma anına gideceğiz” diyor ve devam ediyor: “Tarih içindeki belirli anlara sabitlenmek yerine bugünün ve uzak geçmişin güncelliğine aynı anda sahip çıkacağız. Durağanlığa karşı dönüşmeye, dönüştürmeye, nefes almaya, hissettirmeye devam edeceğiz.”

Tofaş’ın sponsorluğunu yaptığı Türkiye Pavyonu’nun küratörü Defne Ayas ise Sarkis’in projesi için “O, sanat ile evrene dair duruşunu ustaca bir araya getirebilen ender sanatçılardan. Günümüzdeki derin belirsizlikler karşısında, Sarkis'in bu başyapıtı, insanlık tarihini yeniden değerlendirmek için taptaze bir önerme. Mimari kurgu, vitraylarda şifrelenmiş sinyaller, saklanmış çerçeveler sayesinde belki biraz canımız acıyacak fakat ışıkla da buluşup iyileşme şansımız olacak” diyor...

Ellerin Büyüsü

Bu haftanın bir diğer güzel haberi de İzmir’den geldi. Folkart Towers’ta tam 800 metrekare büyüklüğünde Türkiye’nin en büyük sanat galerisi açıldı ve galeri ilk olarak da dünyanın en ünlü koleksiyonerlerinden olan Prof. Dr. Hans Zilch’in “Ellerin Büyüsü” adlı koleksiyonuna ev sahipliği yaptı. Doğan Hızlan, Hüsamettin Koçan, Habip Aydoğdu, Hanefi Yeter, Kemal Tufan ve Çerkes Karadağ gibi Türkiye’nin önde gelen sanat ve düşünce insanlarının danışma kurulunda yer aldığı Folkart Galeri’nin ilk sergisinde Pablo Picasso, Auguste Rodin, Salvador Dali, EugËne Delacroix, Le Corbusier, Man Ray, Joseph Beuys, Georg Baselitz gibi dünya sanatına yön veren efsane sanatçıların eserlerinin yanı sıra, Türk sanat tarihine adını altın harflerle yazdırmış Abidin Dino, Bedri Rahmi Eyüboğlu ve İbrahim Balaban gibi birçok ünlü Türk sanatçının eserleri de yer alıyor. Sergiyi 15 Mart’a dek gezebilirsiniz.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.