Şampiy10
Magazin
Gündem

Tatil güzeldir, ama hepsi değil...

Şayet "Bugün günlerden ne?" sorusuna aptal aptal bakıyorsanız ya da zorla değil de istekle yataktan kalkıyor ve yatak örtüsünün püskülleriyle oynamaktan keyif alıyorsanız, tüm yıl boyunca ayakkabıların içine hapsolmuş ayaklarınız toprakla temas ediyorsa yahut bir banka oturup seyrettiğiniz manzaranın derinliğinde çocukluğunuzla konuşursanız veya yüzerken kıkırdar gibi gülmeye başladıysanız bilin ki, siz tatildesiniz. Ancak, öğle yemeği saatini, gözleme sırasını kaçırmamak için oradan oraya koşturuyor, gece yemekte ne giyeceğim diye düşünüyor, elinizden telefon düşmüyor ve iş ya da arkadaş çevrenizde olup bitenlerden bir saniye bile geri durmak istemiyorsanız, kusura bakmayın ama siz sadece mekan değiştirmişsiniz ve emin olun şehre yorgun döneceksiniz.

Çünkü tatil, aslında kişinin üzerine binen tüm kimlik ve sorumluluklarına bir es vermesidir.

Modern hayat bize "çalışın" der. Dahası "çalışmazsanız aç ve açıkta kalırsınız" da! Yani bir çeşit köleliktir hayatımız. Bu gerçeği hazmetmek kolay olmadığından da sürekli allayıp pullarız. Mesela kendimize en şık iş kıyafetleri alırız, statüler yaratırız. Sanki hayatın büyük bir sırrını barındırıyormuş ve o görüşmeden sonra her şey değişecekmiş gibi iş yemekleri, toplantılar düzenleriz. Hepsi ama hepsi, bal gibi de bu acı gerçeğe katlanabilmek içindir ve bilinçaltımızdan gizlice emeklilik için gün sayarız.

Bu nedenle tatilinizi iyi değerlendirin. En sevdiklerinizle, en rahat ettiğiniz yerlere gidin. Deniz saatini kaçırdım, az güneşlenmedim demeyin, canınız ne istiyorsa öyle olun...

Hoş geldi, safa geldi

Prof. Dr. Murat Tuncer artık İstanbul'da. Ben kendisini Antalya Akdeniz Üniversitesi Organ Nakli Merkezi'nden tanıyorum. 2007 yılında Prof. Dr. Alper Demirbaş ile ameliyatımı gerçekleştiren ekibin nefroloğuydu.

Açıkçası bu ekibi görene kadar sadece sağlık sistemine değil, doktorlara olan inancım da zedelenmişti. Çünkü böbreklerimi kaybetmiş olmama rağmen iki ay boyunca bana sadece enfeksiyon teşhisi konmuştu, ülkenin en özel hastanelerinden biri tarafından. Birkaç ay sonra tanıştığım dünyanın sayılı cerrahlarından Prof. Dr. Alper Demirbaş ve harika bir nefrolog olan Prof. Dr. Murat Tuncer ile ise tüm hayatım değişti. Öncelikle nakil olmamda hiçbir sıkıntı olmadığını öğrendim. Sonrasında ise nakil işlemlerim birkaç gün içinde hem de devlet sigortasıyla yapıldı. Ama en önemlisi, insan olduğumu, sadece hasta olduğumu, ölmediğimi, yaşadığımı ve bir geleceğim olabileceğini hissettim. Yani umutlandım. Bu ekibin çok kıymetli doktoru Prof. Dr. Murat Tuncer artık İstanbul'da. Özel Gaziosmanpaşa Hastanesi'nin Böbrek Nakli Merkezi'nde görev yapacak. İnanın çok mutluyum.

Yazının devamı...

Ege’de iki ayrı turizm anlayışı...

Yazın gelmesinden korkar oldum. Her yıl aynı hikaye ve aynı haberlere, aynı aymazlıkla karşılık verilip yine hiçbir yasal düzenleme yapılmayacak.

Üstelik bu kez haberde bir Hollywood ünlüsü yer aldığı ve görgü tanıklarına göre "kapris" yaptığı için, işin tamamen "dedikodu" boyutuna takıldık. "Pide, salata ve şaraptan oluşan dört kişilik bir yemeğe 2 bin 300 Euro yani yaklaşık 7 bin TL hesap nasıl gelir?" diye sormadık. Bu tür uçuk-kaçık hesapların ülke turizmine verdiği zararı hiç düşünmedik. Elbette genel ahlak yapısına da.

Birileri çıkıp "Orası öyle bir yer, müşterisi de bunu göze almalı" diyebilir.

İyi de, o işletmenin orada sattığı tek şey pide, salata mıdır? Oraya gelen müşterinin orada bulunmasında o plajın, denizin hatta civar koyların, o bölgenin (mesela Bodrum adının) hiç mi katkısı yoktur?

Elbette vardır çünkü orada yemek yiyen kişi kişi sadece bir işletmenin müşterisi değil aynı zamanda o ülkenin, bölgenin turistidir. Üstelik, Türkiye'nin tüm sahilleri, plajları, iskeleleri ve elbette kıyıları Anayasal bir hak olarak tüm vatandaşlarına aitken...

O yüzden ben bu tür fiyatları açıklayamıyorum. Hele hele karşı kıyıdaki turizm anlayışını gördükten sonra analiz falan da etmek istemiyorum.

Geçen yıl bizzat yaşadığım bir olayı paylaşmak isterim.

Sakız Adası'na gidecektik. Çeşme-Sakız arası, bizim Beşiktaş Üsküdar motorları gibi teknelerle 45 dakika. Adaya geçmeden Çeşme'de de biraz vakit geçirmek, midye tava-bira keyfi yapmak istedik. Bir restorana girdik, "Midye tava var mı?" diye sorduk "Var" dediler. "Peki tarator? "O da var."

Taratoru sorduk çünkü midye tavayı iyi yapanlar yerler bu sosu muhakkak bulundurur. Zira midye tava ve tarator ayrılmaz bir ikilidir.

Bunun üzerine mekana oturduk. Ne yazık ki, uzun bir bekleyişten sonra masaya gelen midye tavaya benzemediği gibi tarator diye getirilen de haydariydi! İkinci lokmayı alamayıp öylece bıraktığımız bu yemek için gelen hesap da 88 TL'ydi. Üstelik yalandan olsa bir özür bile dilenmedi.

45 dakika uzaktaki Sakız Adası'na geçtiğimizde ise bu yüzden kendimizi bırakın ayrı bir ülkeye değil ayrı bir aleme varmış gibi hissettik. Şöyle diyeyim; masayı deniz ürünleri, zeytinyağlılar, ara sıcaklarla donattık, yedik-içtik. Gelen hesap 40 Euro'ydu. Yemekler nefisti. Her yer tertemizdi.

Birkaç gün sonra tanık olduğumuz başka bir olaysa, ne denli akıl dışı yaşadığımızı adeta gözümüze soktu.

Taksiyle bir yere gitmiş ve çok beğenmiştik. (Zaten Yunan Adaları'nın her yeri çok güzel ve temiz.) Yine gidelim dedik, bu kez taksi şoförümüz sarışın ve gayet bakımlı bir kadındı. Biz daha bunun şokunu atlatamadan hayatımızın ahlak dersini aldık. Taksimetre birkaç gün önceki gibi 13 yerine 16 Euro yazmıştı. Olabilir, normal dedik. Ama kadın şoför "No" deyip duruyordu. İngilizce bilmediği için, çareyi bir kağıda 16 Euro yazıp üstünü çizmekte ve 13 Euro yazmakta buldu. Sonunda anladık ki, meğer bir sapak varmış, onu kaçırmış bu yüzden taksimetre 3 Euro fazla yazmış o da, "hata benim" diyordu.

Şimdi soruyorum; siz nereye tatile gidersiniz? Üstelik bu iki kıyı arasında 45 dakika bilemediniz 1 saat mesafe varken.

Yazının devamı...

Sivas'tan Meclis'e

Güncel siyaset yazarı değilim.

Ama yeni milletvekili Zeynep Altıok Akatlı hakkında birkaç cümle yazmayı görev biliyorum.

Çünkü sevgili Zeynep, Sivas Katliamı'nda yitirdiğimiz şair Metin Altıok'un kızı. Hani, Aziz Nesin tarafından tahrik edildiğini iddia eden güruh tarafından bir cuma namazı çıkışı diri diri yakılan 36 insandan birinin. Alevlerle karşılaşmadan birkaç dakika önce iki şair arkadaşıyla birlikte otelin merdivenlerine çöküp elindeki süpürgeyle kendini savunmayı planlayan o güzel ve naif insanın... Bize, aşık olduğumuzda, terk edildiğimizde, umutsuz kaldığımızda, kafamız karıştığında kendimizi ve dünyayı anlamak, yaralarımızı sarmak için birbirinden özel şiirler bırakan o büyük şairin.

Üstelik babasını yitirdiğinde 23 yaşındaydı Zeynep Altıok Akatlı. 23 yaşında Türkiye'nin en çirkin, en acımasız, en yoz yüzüyle karşılaşmıştı. O yaşlardaki halimi ve nelere içerlediğim için hayata küstüğümü düşünüyorum da, bir utanç basıyor her yanımı.

Üstelik ilerleyen yıllarda bu katilamı eleştirdiği için işinden bile atılmıştı sevgili Zeynep. Oysa hangi kitap ya da kültürde yazar insanın babasının cinayetini eleştirdiği için cezalandırılması. Sanırım, resmi kültür diye bir şey var, resmi tarihin yazımını besleyen.

Neyse ki, sevgili Zeynep tüm bu şiddete şiddetle değil gülümseyerek ve serinkanlı durarak cevap verebilecek güçte ve düzeyde biriymiş. Ve şimdi İzmir milletvekili olarak Meclis'e girdi.

Bu yüzden onun Meclis'teki varlığına çok seviniyorum. Çünkü Türkiye'nin ondan, onun acılarını mağduriyete dönüştürmek yerine umutlu ve barışçıl deneyimlerine çok ihtiyacı var.

Bir de... Sizi bilmem ama ben kitap okumayan, sinemaya gitmeyen, bunun eksikliğini bile hissetmeyen her şeyi güç dengesi olarak gören siyasetçi profilinden çok sıkıldım. Umarım Zeynep Altıok Akatlı gibi diğer entelektüel vekillerle bu imaj biraz olsun değişir.

YENİ VAPURLAR GÜNÜMÜZ İSTANBUL’UNA AİT DEĞİL

İstanbul şehir hatları vapurları hiçbir zaman sadece bir ulaşım aracı olmadı.

Öyle olsaydı isimleri olmazdı. Oysa her gün binlerce insanı Avrupa ve Anadolu yakası arasında taşıyan Boğaz'ın beyaz köpüklerine uyum sağlayacak şıklıktaki bu vapurların Barış Manço, Prof. Dr. Aykut Barka, Mehmet Akif Ersoy, Zübeyde Hanım gibi isimleri vardır.

Dahası bu vapurlarda yolculuk etmek, sadece bir yerden bir yere de gitmek değildir. Bazı ritüelleri vardır. Tok olunsa bile simit ve çay keyfi yapılması gibi. Simitin yarısının da Can Yücel'in dediği gibi "denizin sokak çocukları"na atıldığı...

Bu yüzden her yeri kapalı olan yeni vapurlar, günümüz İstanbul'unun değil olsa olsa bir nükleer savaş sonrası yerle bir olmuş, havayla temas etmenin sakıncalı olduğu bir İstanbul'un aracı olabilir.

Yazının devamı...

Nâzım Hikmet ve Vakfı

Nazım Hikmet’in neler çektiğini, sırf şiir yazdığı, devleti yönetenlerden farklı düşündüğü için başına neler geldiğini, uzun uzun anlatmayacağım. Sadece sürekli izlendiğini, her fırsatta hapse atıldığını ve yine her fırsatta hayata geri döndüğünü ve en sonunda da 48 yaşında askere çağrıldığını söyleyeceğim. Yani “kibarca öl” dendiğini ve onun da ülkeden kaçmak zorunda bırakıldığını. Anadolu’da bir çınar ağacının altına gömülmek istediğini vasiyet etmesine rağmen “vatan haini” sayıldığı için mezarının Moskova’da kaldığını. Yani Nazım’ın sadece yaşayanların değil ölüler dünyasının da en büyük mültecisi olduğunu.

İşin kötü yanı, Türkçeyi zirveye taşımış bu şaire yönelik vefasızlığımız bitmiyor. Bu hafta Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı‘na “burayı boşaltın” denmiş. Oysa vakıf, 20 yıldır Hrisovergi Apartmanı‘nının kiracısıydı. Elbette, ev sahibi istediği an, “sözleşmemiz bitti, çıkın” diyebilir. Mal da onun, mülk de! Kim karışabilir? Ama bu binanın 116 yıllık oluşu, söz konusu vakfın Nâzım’ın adını taşıması, buranın yıkılıp yerine AVM yapılacağı iddiaları ve bina sahibi Balıklı Rum Hastanesi Vakfı’nın bu iddialara kısaca “Hayır AVM değil, otel yapılacak” diye cevap vermesi de insanı incitmiyor değil. Çünkü bir şehir sadece bina sahiplerinin değil, içinde yaşayanlarındır da. Bunu bir vakfın daha iyi biliyor olması gerekir diye düşünüyorum. Çünkü Balıklı Rum Hastanesi Vakfı da bu şehrin değerlerindendir, sadece bir mülk ya da hastane değil. Bir penceresine bile göz konsa karşı durmamız gereken. Ancak tüm bunları bir kenara bakıp meseleye en katı haliyle “yasal ya da değil” diye bakarsak sonunda vara vara “Almanya’dan oğlum geldi, evi boşaltın” diyaloguna varırız.

İKİ KAFE, İKİ YAKLAŞIM

Kafka Kafe’deyim. Arkadaşımı bekliyorum. Manzara şahane, arkadaşım gelene kadar bir çay içmek istedim. Mönüye baktım, var. Garsona söyledim, “çayımız yok, ama kahve çeşitlerimiz var” dedi. Belli ki, “çayı kahve karşısında küçümseyen kafelerden bu da” diye iç geçirdim. Neyse ki arkadaşım geldi, siparişleri verdik. Yemekten sonra “hadi bir kahve içelim” dedik, o da ne? Türk kahvesi dışında kahve vermiyorlarmış. Bu arada diğer masalara da kahve servisi yapılıyor. Doğal olarak kafamız iyice karıştı. Çünkü istediklerimiz mönüde olmasına rağmen hem yok deniyor, hem de başka masalara servis yapılıyordu. Sonunda anladık ki, bir çay- kahve içilip kalkılmaması için tuhaf tedbirler koymuşlar. Ne yazık ki, pek çok kafe bunu yapıyor ve çok da itici oluyorlar. Oysa daha geçen hafta Roma’daydım. Piazza Navona Meydanı‘nda bir kafeye oturduk. Burası dünyanın en ünlü meydanlarından biri. Yani her metre karesi para! Bir kafeye “Tokuz, sadece bir şeyler içmek istiyoruz” dedik bunun üzerine gülümseyerek sandalyeyi çektiler. Üstelik fiyatları da ara sokak kafelerinden çok farklı değildi. Ben diyeyim 1, siz deyin 2,5 Euro fark vardı. Ne tuhaf değil mi? Biri, bildiğiniz turistik bir mekan. Her gün farklı birilerinin gelip biraz oturup gideceği... Müdavim yerine müşterileri olan. Diğeri ise, bir kitabevinin üstünde bulunan, adını da bir yazardan hem de edebiyatının odağında kapitalizm ve devlet eleştirisi olan Kafka’dan alan bir kafe... Fakat biri gülümsedi, diğeri olmaz dedi!

Yazının devamı...

Çok Kafa’yız! “Abi Ot var mı?”

Şaka değil, adam sabahın onunda, hem de bir gazete bayine “Ot var mı” diye soruyordu. Baktım, marjinal bir tarafı da yok, takım elbiseli bir çalışan, hepimizden biri. Tamam, saat benim için hayvanlar aleminin gurmelerinden kargaların kahvaltı saatine denk düşüyordu ama rüyalar aleminden de çoktan kopmuştum.

Neyse ki, bir dakikaya kalmadan durum anlaşıldı. Tuhaf tuhaf baktığım adamın Ot’tan kastı Ot Dergisi’ydi ve o zamanlar dergi yeni yayımlandığı için jetonum düşmemişti.

Adı gibi nev-ı şahsına münhasır olan Ot, Türkiye’de dergiciliğin düşüşe geçtiği bir dönemde çıktığı için mi desem yoksa yazanların güzelliğinden mi, hadi hiç uzatmadan hepsi ve daha ötesinden ötürü diyelim, bir güzel yeşerdi. Zaten Metin Üstündağ’ın kaptanlığındaki hangi dergiyi sevmedik ki.

Ama ben bugün adı şahane başka bir dergiyi yazacağım: Kafa’yı!

Candaş Tolga Işık’ın bir telefonu ile yazmaya başladığım dergiyi. Bu arada o telefona kadar Candaş’la tanışmamıştık bile. Adam iki dakika bile sürmeyen konuşmada “Kafa dedi, edebiyat dedi, burası çok güzel sen de gelsene” dedi. Bir baktım “artık daha çok dinlenmeliyim” kararını aldığım bir günde “evet” demişim.

Evet demiştim çünkü derginin adı tam kafama göreydi. Bir kere, sosyal medya ve Gezi ile ortaya çıkan ve her sınıfı birleştiren “o dile” aitti.

Artık “Kafa bin parça” mı derdiniz, “Bu neyin Kafa’sı mı” bilemem... Listeyi bir uzatsak sözlük bile yazılır. (Bu arada Kafa sözlüğü, iyi bir yazı konusu olurmuş, not alındı!)

Ayrıca, derginin adı nasıl farklı kesimleri, kültürleri ve sınıfları birleştiriyorsa kendisi de öyleydi. İlber Ortaylı da vardı, Umay Umay da. Rıdvan Akar ve Kerimcan Kamal da. Hayko Bağdat ve İsmail Saymaz’ı atlamak olur mu! Can Yılmaz, Zafer Algöz, Başar Başaran... Liste uzar gider.

Özetle yıllarca farklı disiplinlerde kafa yormuş, kırmış, çalıştırmış, yarmış kişiler, her kafadan bir ses çıkarıyor ve üstelik kıpır kıpır bir kanon yaratıyordu. (Tamam, Emrah Serbes’in ilk on bire katılmasıyla derginin iyice siyah-beyaz bir renk kazandığını reddedecek de değiliz.)

Açık açık söyleyeyim, farklı kimlikleri buluşturan bu dergide yazdığım için çok mutluyum. Çünkü bana göre 21. yüzyılın ilk yarısına bu “farklılık” damgasını vuruyor ve bunu Türkiye’de ilk sezen yapılardan birinin içinde olmak bu nedenle şahane bir duygu. Bununla ilgili olarak, konu dışına sapmadan şunu söyleyeyim; artık tasarımdan edebiyata farklı üslupları bir araya getirmek maharet. Çünkü önünde ya da sonunda benzer çizgilerin birlikteliği militarizme varıyor ki, dünya bundan çok çekti, çekiyor! Elbette tüm bu farklılıkları bir araya getiren, bir arada tutan bir şey olmalı, yoksa sesler rüzgara karışır gider. Ama bana göre bu “şey”, Türkiye siyasetçilerinin ve akademisyenlerinin dayatmaya çalıştığı “üst kimlik”, “şemsiye”, “çatı” gibi sabit, katı, total kavramlarla değil de “neşeli”, “atarlı”, “esprili” gibi duygu içeren kavramlarla ifade edilebilecek. Peki, her kafadan bir ses çıkan bu şahane kanonun duygusu ne? Candaş ve diğer yazar arkadaşlar, elbette harika perde arkası ekibi, ne der bilemiyorum ama ben Kafa’dan çıkan sesleri dinlerken olup biten her şeye rağmen heyecanlanıp neşeleniyorum. Dergiyi okurken hüzünlenmiş, küfretmiş hatta ağlamış olsam da dergi bittiğinde bende kalan neşe oluyor. Şöyle diyeyim; iskeleye bağlı sandallar vardır ya, dalga vurdukça kıpır kıpır oynaşırlar, neşeli çocuklar gibi. İşte Kafa da beni böyle heyecanlı bir neşeli çocuk yapıyor. Yaşanan ve yaşanacak her şeye rağmen!

Yazının devamı...

The Phantom of the Opera

Seksenli yılların ikinci yarısı. Türkiye 12 Eylül’ün etkilerini üzerinden atmaya çalışıyor ya da paspas altına süpürüyor.

TRT 1’den sonra TRT 2’de yayına girmiş. Ama yetmiyor, hemen her apartmanda bir video, her mahallede bir video kaset dükkanı.

Aslına bakarsanız tam bir kaos var. Sadece Türkiye değil tüm dünya yarattığı ve karşılaştığı kavramlarla adeta “kafayı yiyor.” Bunun nasıl bir bocalama süreci olduğunu anlamak için modaya bakmak yeterli. Madonna, Cyndi Lauper, Cher birer ikona dönüşürken aynı zamanda rüküşlüğün de sınırlarını aşıyor. Türkiye’de ise 1950’lerde başlayan köyden kente göç, özgürlüğün ve umutların hapishanelere kapatıldığı depresif ortamla yüzünü umutsuzluğa dönmüş ve arabesk müzik ortaya çıkmış. Her kasetçiden ve Tofaş arabadan bangır bangır bir umutsuzluk yükseliyor... Öfkenin yerini alan bu kültür, 2000’li yıllarda “yırtma" psikolojisiyle uyanmak üzere uykuya yatmış.

Bense X kuşağının zavallı bir neferi olarak tam da böyle bir dönemde ergenliğimi yaşıyorum. Sanırım bir ergenin başına gelebilecek en kötü şeydi! Allah kimsenin ergenliğini 80’ler gibi bir döneme denk getirmesin! Ama hayat sürprizlerle dolu. Bir gün, gençliğin nefes aldığı birkaç bahçeden biri olan Pop Saati programında bir şarkıyla karşılaştım. Bu o zamana kadar dinlediğim hiçbir şeye benzemiyordu. Opera gibiydi ama değildi. Dahası içimdeki öfkenin elinden tuttuğu gibi yüzeye çıkarıvermişti. Şarkıyı dinlerken avazım çıkana kadar bağırmak istiyordum. Sanki bu çığlık bir varlığın, varoluşun sesi olacaktı.

Yıllar sonra Hermann Hesse’in “İçimde dışarı çıkmak isteyen bir şeyler var” cümlesini okuduğumda o çığlığın anlamını çok daha iyi kavrayacaktım. Bu şarkı Sarah Brightman’ı dünyanın en güzel kadın sesleri arasına yükselten “The Phantom Of The Opera”ydı.

Artık sürekli sayılı radyo kanalları arasında dolaşıp müzik programlarına kilitlenerek bu şarkıyı arıyor ya da bekliyordum. Sonunda bir aile yakınımız benim için bu şarkıyı ve operayı video kasete kaydetti de herkes derin bir nefes aldı.

Hayalet’in hikayesi ise yıllar sonra Murathan Mungan’ın “gün gelir kimliklerimiz hapishanemiz olur” sözüyle özetleyebileceğim derinlikteydi. Kahramanımız zeki, yetenekli ama yüzü yaralı olduğu için hilkat garibesi olarak tanımlanan dışlanmış ve aşağılanmış biriydi. O da kendini "sistemin" hiç yüzleşmek istemediği tünellerinde saklanarak ve yeryüzünü öfkeyle seyrederek yaşıyordu. Tek zenginliği ise sığındığı müzikti. İşte bu noktada bestelerini seslendiren Christine’in sesi, onun da sesi oluyor ve ilk kez dünyayla farkında olmadan bir bağ kuruyordu. Ancak bu muazzam aşk, Hayalet’in öfkeden beslenmesinden ötürü gerilimli ve tehlikeliydi. Çünkü öfke yok ediciydi, sevilen kişiyi bile. Üstelik tersi de söz konusuydu. Kendini öfkeyle var eden biri sevildiğinde ne olacaktı? Yıllarca nefret ettiği, onu aşağılayan dünyayla barışabilir miydi? Yani Hayalet ve Christine arasındaki aşkta biri diğerini yok etmeye mahkumdu..

Bu yüzden şöyle diyebilirim: The Phantom Of The Opera, insanın karanlık yanından beslenen aşka ilişkin en iyi yorumlardan biridir ve iyi ki, dünya gözüyle bu güzel müzikali kendi şehrimde seyredebildim.

Yazının devamı...

Hepimize kitap kapağı olsun!

İnsanların gaz yağı kuyruklarına girdikleri, ekmeğin karneye bağlandığı yıllar hala bir kabus gibi anlatılır. Şeker karaborsaya düştüğü için çayın kuru üzümle tatlandırıldığı... Öyle ya, benim çocukluğumda bile herkesin o kadar az kıyafeti vardı ki, bayramlar gerçekten de yeni kıyafet, anlamına gelir, gömlek yakaları eskidiğinde alt kısımlarından alınan kumaşla yakalar yenilenirdi. Sokakta top oynamaktan iki ay içinde timsah ağzına dönen ayakkabılar tamirciye gider, pence çakılmış, yapıştırılmış, yenilenmiş olarak geri dönerdi. Çünkü ayakkabı, kazak, palto sadece pahalı değildi azdı.

Bu yüzden o günlerden bahsedildikçe, aklıma yoksulluk değil de yoksunluk gelir, toplumun tümünün bundan bir şekilde nasiplendiği...

Bugün ise, teknoloji ile tekstil sektörü maliyetlerini düşürdükçe düşürüyor. Böylece semt pazarı fiyatlarına artık mağazalardan da alışveriş yapılabilir oldu. Ancak sanat ve diğer kültürel ürünlerin fiyatları düşmediği ve bollaşamadığı için ortaya “ye kürküm ye” diyen tuhaf bir medeniyet algısı çıktı. Her konuda önce cilaya bakılıyor. Mesela cip kullanmak, hem de İstanbul gibi bir metropolde, bir statü simgesine dönüştü. Oysa çevreye de zararlı olan bu arazi araçlarının kentlerde kullanımı Avrupa’da bu en nazik ifadeyle “ayıp”tır. Ya da bakıyorsun şahane giyinmiş, tüm kombin mükemmel ama sorsan Türkiye’nin başkenti İstanbul. Dahası ondan bilgilisi de yok! Derken sonra sosyal medyaya şahane bir fotoğraf düştü; bir çocuk elinde kitap, ayağında terlik metroda kitap okuyor.

Birisi aklınca aşağılamak için koymuş o fotoğrafı. Çünkü anladığım kadarıyla onun için kitap okunan değil de şık bir kıyafeti tamamlayan aksesuvar gibi bir şey. Bu yüzden de çocuğun, tıpkı pahalı bir kol saati ile kendini güçlü ya da karizmatik göstermeyi amaçlayan erkekler gibi “kız tavlamayı” amaçladığını sanmış. İyi de yapmış çünkü bu sayede memleketçe Ali Uçar’la tanışabildik!

Zira Ali Uçar’ın kişiliği, zarif açıklamaları hepimizin yüzüne şefkatli bir baba tokatı gibi kondu. Çünkü Uçar, hakkında o tweet’i yazanı kişiyi hedef yapmadı. Yani kendisini bir başkası dahası rakip, düşman üzerinden tanımlamadı. (Tüm siyasileri ve siyasi yapanlara örnek olsun.) Fırsat bu fırsat, diyerek günümüzün “yırtma” kültürüyle kitap bağışlarını da kabul etmedi. “Ben halimden, hayatımdan memnunum, mutluluk sadece parayla alınan eşyalarla elde edilmez” diye özetleyebileceğim şık bir duruş sergiledi.

Dahası asalet denilen şeyin tıpkı öğretmen Halil Sekran Öz’ün kravat ve gömleğinde değil de, onun herkese rehberlik yapabilecek 60 kitaplık listesinde olduğunu da dolaylı yoldan söyledi.

Ve insanları ötekileştiren malum zihniyete tam anlamıyla kitap kapağı oldu!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.