The Phantom of the Opera
.
Seksenli yılların ikinci yarısı. Türkiye 12 Eylül’ün etkilerini üzerinden atmaya çalışıyor ya da paspas altına süpürüyor.
TRT 1’den sonra TRT 2’de yayına girmiş. Ama yetmiyor, hemen her apartmanda bir video, her mahallede bir video kaset dükkanı.
Aslına bakarsanız tam bir kaos var. Sadece Türkiye değil tüm dünya yarattığı ve karşılaştığı kavramlarla adeta “kafayı yiyor.” Bunun nasıl bir bocalama süreci olduğunu anlamak için modaya bakmak yeterli. Madonna, Cyndi Lauper, Cher birer ikona dönüşürken aynı zamanda rüküşlüğün de sınırlarını aşıyor. Türkiye’de ise 1950’lerde başlayan köyden kente göç, özgürlüğün ve umutların hapishanelere kapatıldığı depresif ortamla yüzünü umutsuzluğa dönmüş ve arabesk müzik ortaya çıkmış. Her kasetçiden ve Tofaş arabadan bangır bangır bir umutsuzluk yükseliyor... Öfkenin yerini alan bu kültür, 2000’li yıllarda “yırtma" psikolojisiyle uyanmak üzere uykuya yatmış.
Bense X kuşağının zavallı bir neferi olarak tam da böyle bir dönemde ergenliğimi yaşıyorum. Sanırım bir ergenin başına gelebilecek en kötü şeydi! Allah kimsenin ergenliğini 80’ler gibi bir döneme denk getirmesin! Ama hayat sürprizlerle dolu. Bir gün, gençliğin nefes aldığı birkaç bahçeden biri olan Pop Saati programında bir şarkıyla karşılaştım. Bu o zamana kadar dinlediğim hiçbir şeye benzemiyordu. Opera gibiydi ama değildi. Dahası içimdeki öfkenin elinden tuttuğu gibi yüzeye çıkarıvermişti. Şarkıyı dinlerken avazım çıkana kadar bağırmak istiyordum. Sanki bu çığlık bir varlığın, varoluşun sesi olacaktı.
Yıllar sonra Hermann Hesse’in “İçimde dışarı çıkmak isteyen bir şeyler var” cümlesini okuduğumda o çığlığın anlamını çok daha iyi kavrayacaktım. Bu şarkı Sarah Brightman’ı dünyanın en güzel kadın sesleri arasına yükselten “The Phantom Of The Opera”ydı.
Artık sürekli sayılı radyo kanalları arasında dolaşıp müzik programlarına kilitlenerek bu şarkıyı arıyor ya da bekliyordum. Sonunda bir aile yakınımız benim için bu şarkıyı ve operayı video kasete kaydetti de herkes derin bir nefes aldı.
Hayalet’in hikayesi ise yıllar sonra Murathan Mungan’ın “gün gelir kimliklerimiz hapishanemiz olur” sözüyle özetleyebileceğim derinlikteydi. Kahramanımız zeki, yetenekli ama yüzü yaralı olduğu için hilkat garibesi olarak tanımlanan dışlanmış ve aşağılanmış biriydi. O da kendini "sistemin" hiç yüzleşmek istemediği tünellerinde saklanarak ve yeryüzünü öfkeyle seyrederek yaşıyordu. Tek zenginliği ise sığındığı müzikti. İşte bu noktada bestelerini seslendiren Christine’in sesi, onun da sesi oluyor ve ilk kez dünyayla farkında olmadan bir bağ kuruyordu. Ancak bu muazzam aşk, Hayalet’in öfkeden beslenmesinden ötürü gerilimli ve tehlikeliydi. Çünkü öfke yok ediciydi, sevilen kişiyi bile. Üstelik tersi de söz konusuydu. Kendini öfkeyle var eden biri sevildiğinde ne olacaktı? Yıllarca nefret ettiği, onu aşağılayan dünyayla barışabilir miydi? Yani Hayalet ve Christine arasındaki aşkta biri diğerini yok etmeye mahkumdu..
Bu yüzden şöyle diyebilirim: The Phantom Of The Opera, insanın karanlık yanından beslenen aşka ilişkin en iyi yorumlardan biridir ve iyi ki, dünya gözüyle bu güzel müzikali kendi şehrimde seyredebildim.