Şampiy10
Magazin
Gündem

Balon şişmişti düzeltmesi oluyor

Yunanistan, ardından Portekiz ve İspanya ekonomilerine ilişkin endişeler yeni haber değil. Sonuçta dünya uzunca bir süredir bu ülkelerin mali yapısında bir sorun olduğunu biliyordu.

O yüzden son karmaşayı ‘Yeni bir haber çıktı da borsalar buna reaksiyon veriyor’ şeklinde algılamamak lazım.

Son dönemde ekonominin temellerinden kopmuş bir varlık balonu olayı vardı.

Ben son düşüşleri bu varlık balonunun havasının alınması, tipik bir düzeltme olarak görüyorum.

Bu düzeltmenin başlangıcı ve ilk işareti de bu 3 ülkeyle ilgili endişelerle ortaya çıkmadı.

ABD Başkanı Obama’nın finans piyasasına ilişkin yapmayı planladığı düzenlemelerden sonra bir huzursuzluk zaten tüm piyasalarda başlamıştı.

Netice itibarıyla bu varlık balonlarının aşırı şişmesinden sonra bunları makul bir seviyeye indirecek gelişme, satın alınacak ya da satılacak bir haber mutlaka olur.

Varlık değerlerinde ekonominin seyrine uymayan bir şişme olduğuna ben de bir süredir yazılarımda dikkat çekiyordum.

Birinci tespit budur.

Türkiye özelinde bakınca, bizde doların değer kazanmasını, borsanın bir günde yüzde 4’ten fazla değer kaybetmesini küresel düzeltmenin bir yansıması olarak görmemiz lazım.

Türkiye’nin IMF ile halen bir anlaşma yapmamış olması ya da bu konuda bir netlik sağlanmamış olması bu düşüşü izah etmez. Zira sadece bizde değil hiçbir ekonomik sorunu olmayan ülkelerde de dün benzer etkilenmeler oldu.

Sonuç itibarıyla ‘Türkiye bu düşüşten IMF anlaşması yapmadığı için daha kötü etkilenmiştir’ diyemiyoruz.

Türkiye bir hafta önce IMF ile anlaştığını açıklamış olsaydı bile dünkü depremden mutlaka etkilenecekti.

Bu da ikinci tespittir.

Düzeltmenin bittiği yerde, Yunanistan’daki gelişmeler de Portekiz’deki gelişmeler de uluslararası piyasaların gündeminde, birinci en önemli sorun olmaktan çıkacaktır.

Yazının devamı...

Gezi notları

Sömestre tatilinden yararlanıp yurtdışına gidenlere ben de katıldım. Kayakla aram iyi değildir. On yıl önce düşüp bacağımı kırmıştım. Gözüm korktu. Ben de “biraz ziyaret, biraz ticaret” misali, altı günde dört şehir dolaştım.

London School of Economics’in Avrupa Enstitüsü’nde bir süre önce Çağdaş Türkiye Araştırmaları Kürsüsü kurulmuştu. Başarılı işler yapılıyor. Faaliyetleri arasında Türkiye üzerine konferanslar da var.

İki yıldır kürsüyü Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Şevket Pamuk yönetiyor. Sonbaharda İstanbul’da rastlaştık. 1 Şubat’ta LSE’de “Küresel Kriz ve Türkiye Ekonomisi” başlıklı bir konuşma için anlaştık.

Bir süredir LSE’ye gitmemiştim. İlk öğrenciliğinden bu yana kırk küsur yıl geçti. Okul inanılmaz hızla büyümesini sürdürüyor. Her gidişimde yeni binalar ekleniyor. Etkilenmemek mümkün değil.

Yunanistan sorunu

Toplantıya katılım yüksekti. Salonu herhalde bizim öğrenciler doldurur diye düşünmüştüm. Londra ve LSE’ye sosyal bilimlerde lisansüstü ve doktora yapmak isteyen çok öğrenci gidiyor. Nitekim çok sayıda Türk öğrenci vardı.

Ancak, beni şaşırtan Yunanlı öğretim üyesi ve öğrencilerin sayısı oldu. Toplantıdan sonra Şevket’le biraz fikir cimnastiği yaptık. Yunanistan ekonomisinin bugün karşı karşıya kaldığı sorunların Türkiye’ye ilgiyi artırdığına karar verdik.

Tartışmalara da aktif şekilde katıldılar. Merak etttikleri konu sorulara yansıdı. Türkiye geçmişte çok istikrarsız bir ekonomi idi. Ama bu krizde büyük mali çalkantıya düşmedi. Buraya nasıl geldiniz? Türkiye deneyiminden Yunanistan için hangi dersler çıkartılabilir?

Neyse, ayrıntılara girmeden, çok verimli bir tartışma olduğunu söylemekle yetineceğim. Ama Türkiye’ye dönünce Yunan ekonomisi üstüne biraz çalışmak istiyorum. Yunanistan-Türkiye karşılaştırması daha önce aklımıza gelmeyen bazı konulara açıklık kazandırabilir.

Kültür Başkenti İstanbul

Salı günü Eurostar’la Manş Tüneli’nden Brüksel’e geçtim. Zaten Paris’ten giderken de tüneli kullanmıştım. Hızlı tren gerçekten bambaşka bir rahatlık. Havaalanında güvenlik aramaları, bir saat önce gitmek, çıkışta trafiğe yakalanmak vs. dertleri yok.

Londra-Brüksel hızlı trenle iki saat sürüyor. Londra-Paris iki buçuk saat; Brüksel-Paris bir saat. Kuzey Avrupa’nın o köşesi dünyanın en zengin bölgelerinden biridir. “Altın Üçgen” denir. Mesafelerin ne kadar kısa olduğunu insan tekrar hatırlıyor.

Brüksel AB’nin başkenti sayılır. Avrupa Parlamentosu’nda “2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul” açılış töreni yapıldı. Türkiye’den ve AB’den güçlü bir katılım vardı. Basın toplantısı, ilginç bir panel, sonra kokteyl, resmi konuşmalar vs.

Avrupa kültür başkenti programı ünlü Yunan şarkıcı Melina Mercouri’nin çabası ile 25 yıl önce Atina’dan başlamış. Biri hariç (Oslo) AB ülkeleri şehirlerinde gerçekleşmiş. İstanbul’un seçilmesinden sonra AB üyeliği zorunlu hale (!) getirilmiş.

Tören AB ile yaşanan sıkıntıları birinci elden gözlemek fırsatını verdi. Türkiye AB için gerçekten büyük lokma. Üstelik giderek kendine güveni artıyor. İlişkiye ağırlığını koymaya başlıyor. Türkiye karşıtlarının neden bu kadar sinirli oldukları daha iyi anlaşılıyor.

İki gün sonra dönüyorum. Pazar günü Ocak enflasyonuna bakarız.

Yazının devamı...

Mali Kural

Gelişmiş ülkelerde 2009’un son çeyreği için geçici milli gelir verileri açıklanıyor. ABD’nin son çeyrek üretimi üçüncü çeyrekten yüzde 1,4 daha fazla oldu. Yıllık yüzde 5.7 gibi yüksek bir büyüme hızına tekabül ediyor.

Son çeyrekte İngiltere de nihayet resesyondan çıktı. Ama büyüme hızı hata sınırının içinde kalıyor: Yüzde 0.1. Büyük ülkeler arasında sadece İngiltere’de milli gelir altı çeyrek boyunca küçüldü.

Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ile dünya görüşlerimiz kelimenin tam anlamı ile zıttır. Her konuda ters düşeriz. Davos’ta yaptığı konuşmada ilk kez benim de desteklediğim bir öneri getirdi. Küresel ödemeler sistemi için yeni bir Bretton Woods anlaşması istiyor.

Ocak enflasyonu yarın yayınlanıyor. Bu haftanın en önemli verisidir. Arz kökenli nispi fiyat değişimlerinin ekonominin geri kalanını, özellikle hizmetleri nasıl etkilediğini göreceğiz.

İlginç bir uzlaşma

Bakan Babacan ve ekonomi yönetimi ile yapılan istişare toplantısına değindik. Tartışmaların iki başlıkta, Mali Kural ve IMF’de yoğunlaştığını söyledik. Ama ayrıntılara girmedik.

“Mali Kural” son moda iktisat politikalarından birinin adıdır. Maliye politikasının önceden saptanmış bir dizi kurala bağlanması anlamına gelir. Bu yöntemle seçimle gelen hükümet ve parlamentoların bütçe yapma yetkilerinin kısıtlanması amaçlanır.

Devletin ekonomiye müdahalesini asgari düzeyde tutmak piyasa yanlısı-muhafazakâr iktisatçıların temel hedefidir. Onlar için piyasa iyidir, siyasetçi-devlet kötüdür. Denk bütçeyi anayasal zorunluluk haline getirmek isteyenler çoktur.

Keynesçiler tersini savunur. Piyasa ekonomisi özünde istikrarsızdır. Başta mali piyasalar, ciddi dalgalanma nedenleri vardır. Sorunlar ancak devletin aktif müdahalesi ile hafifletilebilir. Temel aracı maliye politikasıdır.

Bu anlamda Mali Kural bir uzlaşmadır. Bir yandan, muhafazakârların arzuladığı gibi uzun dönemde kamu dengesini sağlar. Ama bir ekonomik daralma halinde Keynesçi bütçe açıklarına izin verir.

Katsayılar önemlidir

Bütçe döneminin tek yıldan sekiz-on yıla çıkartılması ile özdeştir. Hükümet ve parlamento, dönemin sonunda önceden saptanan bir mali disiplin göstergesine ulaşacağına söz verir. Genellikle kamu borcu/milli gelir oranı tercih edilir.

Sistemin cazibesi, aynı anda konjonktüre bağlı olarak tek tek yıllarda bütçe disiplininden ciddi sapmaların olabilmesidir. Ağır resesyon halinde bütçe açığı büyür. Borç oranı yükselir. Büyümenin ortalamanın üstüne çıktığı dönemlerde ise bütçe fazla bile verebilir. Borç oranı düşer.

Doğal olarak, ayrıntılara inince ciddi sorunlar belirir. Kuralın işleyeceği formülün katsayıları önem kazanır. Bunlar hem dönemin tümünde hem tek tek yıllarda maliye politikasını daha sıkı ya da daha gevşek yapabilir. Muhafazakâr-Keynesçi kapışması katsayılar üzerinden devam eder.

Özetleyelim: Mali Kural’a ilke olarak karşı değilim. Hükümetin kendi iradesi ile mali disiplini sağlaması önemlidir. IMF anlaşmasından kesinlikle daha yararlıdır. Ancak katsayıları görmeden bundan fazlasını söyleyemem.


Yazının devamı...

Obama Wall Street’e karşı

Dolar euro karşısında hızla yükseldi. Bursa’dan bir ihracatçı şikayeti geldi. Çalıştıkları Alman bankası 2010’da ortalama pariteyi 1.50 tahmin etmiş. Hesaplarını ona göre yapmışlar. “Hem TL değer kazandı, hem parite 1.38’e indi, çok hırpalandık” diyor.

Yunanistan’la ilgili tereddütler paritede etkili oldu. Sorun dönüyor dolaşıyor aynı yere geliyor. Euro bölgesinin zengin ülkeleri, özellikle Almanya, Yunanistan’a yardım elini uzatacak mı? İsteyen soruyu tersten sorabilir: euronun değer kaybı Almanya’yı üzüyor mu?

Aralık dış ticaret sonuçları TÜİK tarafından yayınlandı. İhracat yüzde 30 artmış. Ama ithalat yüzde 31 arttığı için dış ticaret açığı da yüzde 33 büyümüş. Geçen ay beliren eğilimin tekrarıdır. Dış açıkta anlamlı düzelme olmadığına işarettir. Çok kötü haberdir.

Mali kesim reformu

Çocukluğumda Baytekin filmleri vardı. “24 kısım tekmili birden” oynatılırdı. Kahramanın mücadele ettiği kötü adam da filmin isminde zikredilirdi. Sonra yerli filmler de “karşı” işini sevdiler: “Tarzan Gestapo’ya karşı” (!). Şehir efsanesi ama şık; Obama’nın on gün önce yaptığı açıklamayı okurken aklıma geldi.

Açıklamanın yapıldığı sahnede ilginç bir mizanzen karşımıza çıkıyor. Obama’nın yanında iki eski kamu yöneticisi var: Fed eski Başkanı Paul Volcker ve Sermaye Piyasası Kurulu’nun eski Başkanı Bill Davidson. Ama yönetimden kimse yok.

Volcker hakkında birkaç kelime söylemek gerekiyor. Gelmiş geçmiş Fed başkanları içinde sanırım kredibilitesi en yüksek olanıdır. 1980’lerin başında enflasyonun belkemiğini kıran adamdır. “Volcker dezenflasyonu” diye ders kitaplarında anlatılır.

Volcker’in orada varlığı özellikle önemli çünkü “mali piyasalardan ve para politikasından anlamaz; zaten solcunun tekidir; vs.” şeklinde ucuz suçlamaların önünü kapıyor. Obama’nın mali kesime yönelik eleştirilerine meşruiyet getiriyor.

Üstelik, kriz sonrasında mali kesimde ciddi reformlar yapılması için bayrakları açan bizzat Volcker’in kendisi. Aylarca destek bulmak için çaba gösterdi. Konuştu, yazdı, uyardı, ve sonunda başarılı oldu. Nihayet Obama’yı da ikna etti.

Obama çok sert

Obama olağanüstü güzel konuşuyor. Kendini çok iyi ifade ediyor. Vurguları tam olması gereken yerde ve kıvamında yapıyor. Doğrusu yerim olsa tüm metni taşırdım ama yok. Açıklamanın ruhunu kısa cümlelerle yansıtmaya çalışacağım.

Teşhis: Bu krizin nedeni bankacıların çabuk kârlar ve yüksek primler uğruna aldıkları devasa risklerdir. Hataların ekonominin tümünü batırmaması için Amerikan halkı bankaları kurtardı. Ödenen bedele rağmen yedi milyon kişi işini kaybetti. Reform yapılmadığı takdirde gelecekte kriz kaçınılmazdır.

Tedavi: Bankaların esas işi tüketiciye hizmettir. Mevduat sigortası buna yardım eder. Ancak, kamu garantili kaynakları spekülasyon amaçlı kullanamazlar. Faaliyetleri müşteriye hizmet amacı ile sınırlanacaktır. Ayrıca daha da büyümeleri engellenecektir.

Kararlılık: Eğer bankacılar kavga istiyorsa ben de kavgaya hazırım. Reformları durdurup eski kötü adetlerini sürdürmek isteyen bankaların patlayan karlarını ve dağıttıkları utanç verici primleri gördükçe kararlılığım artıyor.

Görüldüğü gibi, Büyük Reis Obama yüzünü boyamış, savaş baltasını çıkarmış, atını hazırlamış... Filmin devamını ilgi ile izliyoruz.

Yazının devamı...

2010’un ilk Enflasyon Raporu

AB süreci ekonomik veri kalitesine olumlu katkı yapıyor. Seriler standartlaşıyor. Mükerrer hesaplar birleşiyor. Verilerin güvenilirliği artıyor. AB üyeleri ile karşılaştırma kolaylaşıyor.

Bu bağlamda, daha önce TÜİK’in hesapladığı “kapasite kullanımı” endeksi yıl başında Merkez Bankası’na geçti. Ocak sonuçları açıklandı. Geçen yıla ve Aralık ayına kıyasla kapasite kullanımında artış görülüyor. Sanayi üretimi ocakta artar.

Merkez Bankası İktisadi Yönelim Anketi ocak sonuçlarını da yayınladı. Reel Kesim Güven Endeksi zıplayarak son 12 ayın zirvesine çıktı. İyileşme alt kalemlerde de izleniyor. Ekonomide “ılımlı toparlanma” senaryosu ile tutarlıdır.

Salı günü Hazine bir devrim gerçekleştirdi. On yıl vadeli, yılda iki kez faiz ödemeli TL tahvilini başarı ile yatırımcılara sattı. Yıllık bileşik faiz yüzde 11,24 oldu. Fevkalade önemlidir. Ayrı bir yazıyı hak ediyor.

Para politikasında şeffaflık

Enflasyon hedeflemesi neden tercih edilir? Çünkü para politikasına şeffaflık ve hesap verilebilirlik getirir. Merkez Bankası neyi neden yaptığını ve yapacağını anlatmak zorunda kalır. Enflasyon, büyüme vs. ekonomik tahminlerini kamuoyuna açıklar.

Merkez Bankası bu amaçla yılda dört kez enflasyon raporu yayınlıyor. Para politikasının temel metnidir. Maliye politikasını belirleyen bütçe kanunu kadar, belki ondan bile önemlidir.

2010’un ilk raporunu Başkan Yılmaz salı sabahı bir basın toplantısı ile tanıttı. Esas metni uzun bulanlara Yılmaz’ın sunuşunu internetten indirmeyi tavsiye ederim. İşin özünü kavramak için yeterlidir.

Önce Merkez Bankası’nı kutlamak istiyorum. Raporların kapsam ve sunumunda gözle görülür bir iyileşme var. İlk raporların acemiliği aşıldı. Artık kritik konulara cesaretle giren, kendi analizinin ayrıntılarını anlatan raporlar yazılıyor.

Ancak, çok önemsediğim bir sorun sürüyor. Merkez Bankası bir türlü büyüme tahmini vermeye yanaşmıyor. Bırakın sıradan vatandaşı, iktisatçıların bile tam çözemedikleri “çıktı açığı” kavramının arkasına saklanıyor. Bu eksiklik bir an önce düzeltilmelidir.

Düşüş sürüyor

100 küsür sayfalık zengin bir metni üç paragrafta özetleyemeyiz. Ayrıntıların bir bölümü medyada yer aldı. İçindeki ilginç bazı analizleri vakit buldukça okuyucularımla paylaşacağım. Bugün genel havasını vermek istiyorum.

Bence raporun belkemiğini Merkez Bankası’nın 2009 sonunda başlayan 2010’un ilk yarısında sürmesi beklenen enflasyon artışına bakışı oluşturuyor. Verilen mesaj çok net: enflasyonun yükselişi geçici ve denetlenemeyen fiyat hareketlerinden kaynaklanıyor.

Üç etken vurgulanıyor. Bir: Taze sebze-meyve, et vs. gıda ürünlerine normal dışı artışlar. İki: Geçen yılın ilk yarısında sert daralma nedeni ile düşük enflasyon (baz etkisi). Üç: Geçen yılın vergi indirimlerine karşılık bu yıl vergilerin yükselmesi.

Yani 2010’da talep kökenli enflasyonist baskı olmaz, para politikasına duyarlı özel enflasyon göstegeleri ise geriler diyor. Tahminleri de enflasyon hedeferini izliyor: 2010’da yüzde 6,9 (5,5-8,3 aralığı), 2011’de yüzde 5,2 (3,4-7,0) ve 2012’de yüzde 4,9.

Analizin mantıki sonucu bellidir: 2010’da faiz artırımı ihtimali düşüktür. Bunu da açıkça söylüyor. “Yüksek faiz lobisi” için kötü haberdir. Devam edeceğim.

Yazının devamı...

Nüfus gözlemleri

Mali piyasalar geçen haftanın şokunu atlatmaya çalışıyor. Bu hafta düşüşü durdurma çabaları ile başladı. Varlık fiyatlarında şişme sürecinin sonuna gelindi mi? Köşe komşum Ali Ağaoğlu dün çok güzel anlatmış. Özetle “Evet” diyor.

Ben Bernanke’yi FED Başkanlığı’na Cumhuriyetçi Bush atamıştı. Demokrat Obama görevi uzatma teklifini Senato’ya yolladı. Geçmişte Senato’da reddedilen FED Başkanı örneği yoktu. Ama son krize karşı tepki direnç yarattı. Neyse, onaylanmaması büyük sürprizdir.

Şakir Eczacıbaşı’nı kaybettik. Şakir Bey’i yakından tanımak büyük bir şans, bence bir imtiyazdı. Sevecenliği, coşkusu, yaratıcılığı, üretkenliği ile müstesna bir insandı. Güzel yaşadı, güzel işler yaptı, arkasında çok eser bıraktı. Türkiye’nin başı sağolsun.

Yavaşlayan nüfus artışı

Türkiye’nin 2009 sonu itibarıyla nüfusu TÜİK tarafından yayınlandı. Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi sayesinde nüfus verileri daha sağlıklı ve güvenilir hale geldi. Böylece önemli bir sorun da çözüldü.

Mutlak büyüklükle başlayalım. 2010 yılına 72.6 milyon kişi ile girilmiş. 10 yıl önceki tahminlerde 2010’lar için 80 milyon ve üstünden bahsediliyordu. Sonra nüfus sayılarında şişme olduğu anlaşıldı. Düzeltince 70 milyonu ancak 2007’de aşabildik.

2009’da nüfus 1 milyon 44 bin kişi artmış. Yıllık artış oranı yüzde 1.45 ediyor. Çoğumuzun aklında 1970’lerden kalan yüzde 3’ler yer yetmiş. O günler çok geride kaldı. Özellikle son yirmi yılda nüfus artış hızı hissedilir şekilde düştü.

Nüfus artışının yavaşlaması yaş piramidinde çok net görülüyor. 5 yaşından küçükler (2005 ve sonrası doğanlar) grubunda 6.16 milyon kişi var. 5-29 yaşları arasında 5 yıllık dilimlerde en küçüğü oluyor. Örneğin 25-29 yaş grubu 6.5 milyon kişiye ulaşıyor.

Buradan yıllık takriben 1.25 milyon doğum olduğunu anlıyoruz. Bu sayı da düşüyor. Daha önce yazmıştım. İlkokula başlayan öğrenci sayısı artık artmıyor, azalıyor. Kalıcı bir eğilimdir; giderek güçlenecektir.

Kentsel dönüşüm

Türkiye’nin yaşadığı büyük kentsel dönüşüm de sayılara yansıyor. Nüfusun yüzde 75.5’i (54.8 milyon) il ve ilçe merkezlerinde yani kentlerde yaşıyor. Belde ve köylerde yaşayanlar ise nüfusun yüzde 24.5’ini (17.8 milyon) oluşturuyor.

İstanbul dünya çapında bir metropol oldu. Nüfusu 13 milyona varmış. Neredeyse beş kişiden biri İstanbul’da yaşıyor (yüzde 17.8). En büyük on ilin nüfusu ise 35 milyona ulaşmış. Nüfusun takriben yarısına (yüzde 48.1) tekabül ediyor.

Yaşanan büyük dönüşümün toplumsal, siyasi ve ekonomik sonuçları fevkalade önemlidir. Tümü 8 yıl zorunlu eğitim görmüş, büyük çoğunluğu liseye devam etmiş yeni nesillerin dörtte üçü kentlidir.

İktisat politikaları bağlamında ilk akla gelen istihdam sorunu ve işsizliktir. Önümüzdeki 10 yılda çalışabilir yaş grubunda hızlı artış sürecektir. Tarım dışı ve ücretli istihdam artışı kritik politika hedefidir. Önemini ne kadar vurgulasak azdır.

Yazının devamı...

Bakan Babacan’la toplantı

Dünya borsaları haftayı çok kötü geçirdi. Ezeli ve ebedi soru biliniyor. Düşük faizlerin yarattığı varlık balonu nihayet sönüyor mu? Yoksa borsada düşüş geçici mi? Yakın geçmişte bir kaç kez “Tamam, yükseliş bitti” deyip yanıldım. Sütten ağzım yandı, bu kez susuyorum.

Başkan Obama nihayet Wall Street’in devlerine savaş açmaya karar verdi. Partisinin Massachusetts seçim mağlubiyeti bardağı taşırmış. Zehir zemberek konuşması dün medyada yer aldı. Bence biraz gecikti. Mali kesime yaklaşımda kritik bir dönemeçtir.

Taraf’ın yayınladığı gazeteci listeleri medyayı karıştırdı. Muhalifler arasında sayılmamak canımı sıktı. Yıllardır ikinci cumhuriyeti savunuyorum. Sonra iki listede de iktisatçı kimliği öne çıkar yazar olmadığını farkettim. Askerin iktisattan anlamadığının bir başka kanıtıdır.

İstişare toplantısı

Perşembe akşamı Başbakan Yardımcısı Babacan gelenek haline getirdiği yemekli toplantılardan birini daha gerçekleştirdi. Yemeğe katılan “mutad zevat” olayı köşelerine taşıdı. Haberleri medyada yer aldı.

Bakanla birlikte ekonomi yönetimi de geliyor. Hazine Müsteşarı Çanakçı oradaydı. Başkan Yılmaz yurtdışında olduğundan Merkez Bankası’nı Başkan Yardımcısı Yörükoğlu temsil etti.

Babacan “istişare” sözcüğünü kullanıyor. Kavramı sevimli buluyorum. Samimi bir sohbet oluyor. Önce yönetim anlatıyor. Sonra bizler konuşuyoruz. Eleştirilerimizi yapıyoruz. Hem kendi aramızda hem yönetimle fikir ayrılıkları netleşiyor. Tartışıyoruz.

Açılışta Babacan küresel ekonomide bir ufuk turu yaptı. Özetle en kötünün geride kaldığını ancak dünya ekonomisinin düzlüğe çıktığını söylemek için erken olduğunu belirtti. Riskleri saydı. Bu durumun Türkiye için de geçerli olduğunu anlattı.

Gündemde iki madde vardı. Bir: hükümetin Orta Vadeli Program çerçevesinde getirmek istediği Mali Kural’ın parametreleri. İki: IMF anlaşması. Benim için çok öğretici ve yararlı bir toplantı oldu. Beyti’nin olağanüstü yemeklerini de zikretmeliyim.

İzlenimler

Üçbuçuk saat süren sohbetin ayrıntılarına girecek yerim yok. Az sayıda genel ama önemli gördüğüm izlenimi aktarmakla yetineceğim.

Bence en önemlisi, hükümetin bütçe disiplini konusundaki kararlılığıdır. Babacan’ın anlattığı ekonomik stratejinin belkemiğini özel kesim yatırımları oluşturuyor. Bu da sıkı maliye politikasını zorunlu kılıyor. Çok kritik bir gelişmedir.

Diğeri iktisat politikası tartışmalarının oturmaya başladığı yeni zemindir. Toplantıda çok ilginç “ilk” gerçekleşti. Önerilen maliye politikasına “fazla sıkı” eleştirisi getirildi. Yani “Keynesci-tutucu” ayrışması belirginleşti.

Sonuncusu IMF anlaşmasına bakışta değişimdir. Anlaşmaya destek beklediğimin altında çıktı. TL’nin değer kazanmasının sanayi ve istihdam açısından yol açacağı hasarlara duyarlılığın yaygınlaşmasına özellikle sevindim.

Bunlar tek paragrafla geçiştirilecek konular değil; her biri birden fazla yazı gerektiriyor. Fırsat buldukça geri döneceğim.

Yazının devamı...

Gelir deflasyonu ve reel faiz

Atalarımız güzel söylemiş; ne olduğunu bırak ne olacağına bak! Japon Hava Yolları iflas bayrağını çekti. Bir dönemin mucize ekonomisi fena çarpıldı. Döviz, tasarruf, teknoloji, eğitim, disiplin, var oğlu var... Büyüme yok. Yanlış iktisat politikası böyle çökertir.

Yunanistan vakası her geçen gün yeni bir boyut kazanıyor. Şimdi de euro etkilendi. Dolar karşısında değer kaybediyor. Diğer euro ülkeleri için iyi haberdir. Rekabet güçleri artıyor. Halbuki Türkiye’ye zararı yararından fazla olabilir.

Türkiye’nin IMF literatürü zaten çok zengindi. Mahfi Eğilmez’in Radikal’de çıkan hoş yazısı iyice renklendirdi. Üstelik beni başrole yerleştirip kıyak geçmiş. IMF’in sadece lobisi yok; fobisi ve hobisi de var diyor. Bu topa keyifle girerim. İlk fırsatta...

Faizler ve nominal gelir

“Gelir deflasyonu” kavramı hayatımıza bu yıl girdi. Nedeni basit; eskiden reel ekonomi küçülse de enflasyon sayesinde cari fiyatlarla milli gelir artardı. Yani kriz dönemlerinde bile nominal gelirler yükselirdi.

Yarım yüzyıllık adet bu yıl değişti. Nominal milli gelir bir önceki yılın altında çıktı. Ama ses getireceğini zannettiğim bu olayla iktisatçılar fazla ilgilenmedi.

Halbuki nominal gelir değişimi çok önemlidir. Para politikasının ne ölçüde gevşek ya da sıkı olduğunu ölçerken işe yarar. Faizler, dar ya da geniş para miktarı, kredi hacmi vs. para politikasını değerlendirmekte kullanılan göstergeler arasında yer alır.

Nedenlerini aşağıda anlatacağım. Nominal gelir artışı ile politika faizi karşılaştırılır. Faizden yüksek gelir artışı gevşek, düşük gelir artışı sıkı para politikası anlamını taşır. Bu ölçüye göre gelir deflasyonu halinde sıfır faizde bile para politikası sıkı kalır.

Kimin reel faizi?

Reel faiz hesabı enflasyon düşülerek yapılır. Faiz yüzde 10 ise 100 TL bir yıl sonra 10 TL faiz öder. Enflasyon yüzde 5 ise 5 TL enflasyona gider. Kalan 5 TL borç verenin reel getirisidir. Ancak, bu hesabın bir püf noktası vardır. Söz konusu olan borç verenin (ya da rantiyenin) reel faizidir. Enflasyonda ölçme hatası yoksa gerçeği yansıtır.

Ya borçlu? Firmaya (üreticiye) odaklanıyoruz. Ödediği faizin ona getirdiği reel yük enflasyona değil gelirindeki değişime bağlıdır. Geliri yükseldikçe faiz yükü azalır. Tersi durumda artar. Yani borçlu için faizin reel yükünü nominal gelirdeki değişim belirler.

Sanırım nereye geldiğimi anladınız. Gelir deflasyonu, adı üstünde, ekonomide düşen gelirler demek. Faiz sıfır olsa bile, borçlu üreticinin yükünü arttırıyor. Sıkıntıya düşürüyor. Varlık sattırıyor. Üretimini köstekliyor. Yatırımlarını durduruyor. Vs vs.

Türkiye’ye gelelim. İlk çeyrekte nominal milli gelir yüzde 2.7 gerilerken gecelik faizin dönem ortalaması yüzde 11.7 idi. Buradan borçlu üretici için faizin reel yükü yüzde 14.4 hesaplanıyor. İkinci çeyrekte yüzde 13.7’ye, üçüncü çeyrekte yüzde 7.9’a geriliyor.

Para politikasını değerlendirirken bu sayıları unutmayın. Ben de Mahfi’ye laf atarak bitireyim: “Yüksek faiz lobisine” duyurulur; imza “yüksek faiz fobisi”. Ha ha ha...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.