Şampiy10
Magazin
Gündem

İşsizlik sorunu ve eğitim düzeyi

Perşembe günü yazımı yollayamadım. Maalesef seyahat programımda bir karışıklık oldu. Niyetim istihdam ve işsizlik dizisini bitirmekti. Bugün Merkez Bankası’nın son Enflasyon Raporu’na bakacaktım. Haftaya kaldı.

İstihdam ve işsizlik sorununun vatandaşın gündemindeki öncelikli yeri biliniyor. İşsizlik artışının ciddi siyasi ve toplumsal tehlikelere yol açabileceği de kabul ediliyor. Mevcut politikaların ne ölçüde istihdam dostu olduğu uzun süredir tartışılıyor.

Şöyle bir yöntem uyguladık. Önce Türkiye’nin yapısal farklarını saptadık. Nüfus artışı, yüksek tarım istihdamı ve düşük ücretli istihdamı öne çıktı. Sonra ölçme sorunlarına girdik. Daha gerçekçi göstergeler aradık.

Toplam istihdam yerine ücretli istihdamını tercih ettik. Karşılaştırmayı da işgücü yerine çalışabilir yaştaki nüfusla (15-64 yaş arası) yaptık. İstihdam olanaklarını daha iyi görebildik. Ardından istihdamın kalitesini görmek için sanayi istihdamının seyrini ele aldık.

Yükselen eğitim düzeyi

Bugün çalışabilir yaştaki nüfusun eğitim düzeyine bakmak istiyorum. Orta vadeli eğilimleri anlamak açısından fevkalade önemli olduğunu söyleyebilirim. Yeterince üstünde durulmadığını da görüyorum.

Nüfusun bir akım olduğunu özellikle hatırlatmalıyız. Her yıl 1.5 milyon kişi 15 yaşına basarak çalışabilir yaş grubuna katılıyor. Buna karşılık 500 bin kişi 65 yaşını doldurup bu grubu terkediyor.

Bu olgu bizim açımızdan çok önemlidir. Çünkü çalışabilir yaş grubuna yeni katılanların eğitim düzeyi ile terkedenlerin eğitim düzeyi arasında büyük fark var. Dolayısı ile her yıl yaş grubunun hem sayısı hem de nitelikleri değişiyor.

TÜİK’in 2009 nüfus verilerini kullandım. Eşiklerden ilki kolaydı: kadın-erkek. Cinsiyetle ilgili eğitim sorunları biliniyor. Diğeri daha zordu. Ortaokul (ilköğretim okulu) diplomasıni seçtim. Grafiği fazla büyütmemek için 18-54 yaş grubu ile sınırladım.

50-54 yaş grubunda (1955-60 doğumlu) ortaokul ve üstü diplomalıların oranı erkeklerde yüzde 41, kadınlarda yüzde 24’dür. Onu izleyen yaş gruplarında düzenli ama küçük artışlar görülüyor.

30-34 yaş grubunda (1975-79 doğumlu) oranı erkeklerde yüzde 61’e, kadınlarda yüzde 44’e yükseliyor. Ardından artış hızlanıyor. 18-21 yaş grubunda (1988-91 doğumlu) ortaokul ve üstü diplomalı oranı erkeklerde yüzde 93’e, kadınlarda yüzde 88’e fırlıyor.

İstihdam dostu büyüme

Bu sayıları unutmayın. 50-54 yaş grubuna kıyasla 18-21 yaş grubunda ortaokul ve üstü diplomalı oranı erkeklerde iki katı, kadınlarda neredeyse dört katı artmıştır. Bu hesabı lise yada üniversite mezunu eşiğine göre yapınca daha da çarpıcı sonuçlara ulaşıyoruz.

Manzara çok nettir. Türkiye’de yıldan yıla sadece çalışabilir yaştaki nüfus artmıyor. Aynı anda nüfusun eğitim düzeyi de yükseliyor. Üstelik, bu eğilimin kadınlarda çok daha güçlü olduğu görülüyor.

Genç ve nisbeten iyi eğitimli bir nüfusun ekonominin dinamizmi açısından avantaj olduğu sık sık vurgulanır. Doğrudur. Ama ekonominin bu insanlara beklentileri ile uyumlu ücret ödeyen istihdam olanakları yaratması gerekir.

“İstihdam dostu büyüme” ile kastedilen tam budur. Aksi halde önümüzdeki dönemde işsizlik oranında öngörülenin çok ötesinde artışlar kaçınılmazdır.

Yazının devamı...

İstihdamın kalitesi

İstihdam ve işsizlik kamuoyunu en çok meşgul eden konuların başında geliyor. Anketlerde sizce en önemli ekonomik sorun nedir diye soruluyor. Ezici çoğunluk birinci sıraya işsizliği koyuyor. Yani vatandaş iş bulmanın çok zor olduğunu söylüyor.

Bu koşullarda TÜİK’in her ay yayınladığı istihdam ve işsizlik verileri medyada geniş yer buluyor. Ekonomi sayfalarında ve köşelerde ayrıntılarına giriliyor. Farklı açılardan analiz ve tefsir ediliyor.

Bazen satırlar arasında, sık sık açık şekilde çok sayıda tartışma yürüyor. Birkaç ana temaya indirgeyebiliriz. Hızlı büyüme yeterince istihdam yaratıyor mu? İç piyasaya yönelik büyüme modeli “istihdam dostu” mudur? Aşırı değerli TL ile işsizlik arasında ilişki var mı?

Bu yazı dizisinin amacı işsizlik sorununa somut çözümler üretmek değildir. Sadece daha iyi anlaşılmasını sağlamaktır. Başarılı tedavinin önkoşulu doğru teşhistir. Her fırsatta hatırlatırım.



Önemli bulgular

Yaygın kullanılan istihdam ve işsizlik ölçülerin Türkiye bağlamında yetersiz kalabileceği gözleminden yola çıktık. Yapısal özellikleri daha iyi kapsayan bir yaklaşım aradık. Ücretli istihdamın 15-64 yaş grubuna oranını önerdik.

Nedenlerini tekrarlayalım. Ücret-maaş karşılığı çalışmak vatandaşın “iş bulma” kavramı ile uyumludur. Tarım kesiminde çok düşük, sanayide çok yüksektir. Çalışma çağındaki nüfusa bölününce nüfus artışı sorunu da kapsanmaktadır.

Geçen yazıda cevapladığımız sorulara dönelim. Ücretli istihdam son beş yılda 15-64 yaş grubundan daha hızlı artıyor. Kriz sonrasında da hızlı bir toparlanma görülüyor. Bu durumda büyüme istihdam yaratmıyor diyemeyiz. Yaratıyor.

Yeterli mi? Orada işler karışıyor. Türkiye’de ücretli istihdam oranı çok düşük çıkıyor. Gelişmiş ülkelerin yarısına bile ulaşmıyor. Üstelik çok yavaş artıyor. Son beş yılın temposu ile işsizlik sorununun uzun dönemde bile çözülmeyeceği hemen görülüyor.



Sanayi istihdamı

Bir sonraki soru, yaratılan istihdamın kalitesidir. Nasıl bir iş? Çünkü ekonomide sektörler arasında ciddi verim ve ücret farkları vardır. Aynı şekilde iş gücünün vasıfları da birinden diğerine değişir.

Genelde, hizmet sektörleri çok sayıda düşük vasıf gerektiren ve düşük ücret ödeyen istihdam yaratır. Akla hemen fast-food kasiyerleri, kuryeler, otopark bekçileri vs. vs. geliyor. Buna karşılık sanayide hem verimlilik ve hem ücret daha yüksek olur.

İstihdamın kalitesini nasıl ölçeceğiz? Gene bir oran öneriyorum: Sanayi istihdamı/15-64 yaş nüfusu. Sanayileşme göstergesidir. Almanya ve Japonya gibi sanayisi güçlü ülkelerde bu oran yüzde 20’ye yaklaşır. ABD’de bile yüzde 10 civarındadır.

Türkiye verileri grafiktedir. Son beş yıl kapsanıyor. 2005 başında yüzde 9.3’den kriz öncesinde yüzde 9.8’e yükseliyor. Krizde yüzde 8.7’ye geriliyor. Kriz sonrası toparlanıyor ama ancak 2005 başındaki düzeye ulaşabiliyor.

Anlamı açıktır. Son beş yılda sanayi istihdam artışı nüfusu ancak izlemiştir. Yüksek verim ve yüksek ücretli sanayi çalışanının nüfusa oranı sabit kalmıştır. Ücretli istihdam oranındaki küçük artış tümü ile hizmet kesiminden kaynaklanmaktadır.

Dolayısı ile mevcut büyüme modelinin “sanayi dostu” olmadığını görüyoruz. İstihdam ve işsizliğin farklı yanlarına bakmaya devam edeceğim.

Yazının devamı...

Ücretli istihdamı

İstihdam ve işsizliği değerlendirmeye çalışıyoruz. İlk yazıda bir çerçeve oluşturduk. Önce Türkiye’nin yapısal farklarını belirledik. Şunlar öne çıktı: nüfus artışı; tarımda fazla istihdam; yetersiz istihdam oranı ve düşük ücretli istihdamı.

Ardından metodolojik sorunlara girdik. Kendi hesabına yada aile işinde ücretsiz çalışan sayısındaki artışın istihdam açısından anlamını sorguladık. Karşılaştırmanın çalışma yaşındaki nüfusu kapsayacak şekilde yapılması gereğini anlattık.

Bu açıdan bakınca, işsizlik oranı, tarım-dışı istihdam artışı, katılım oranı gibi göstergeler sorunları kavramak için yetersiz kalıyor. Bunlar emek piyasası gerçeklerini tam yansıtmıyor. Başka oranlar geliştirmek gerekiyor.


Gerçekçi bir oran


Lafı çok dolaştırmayalım. Türkiye’nin gerçeği biliniyor. Vatandaş “iş bulma” deyince kafası aslında net. Bakkal ya da büfe açmayı ya da aile tarlasını sürmeyi kasdetmiyor. Kamuda ya da özel kesimde ücretli iş arıyor.

Halbuki TÜİK’in istihdam tanımı ücret-dışı istihdamı da kapsıyor. Bu anlama vatandaşın olaya bakışı ile çelişiyor. Yanlış anlama olmasın; TÜİK’in tanımı yanlış demiyorum. Yetersiz diyorum.

Çözüm bellidir. Toplam istihdam ve tarım-dışı istihdam genel kategorileri yerine doğrudan ücretli istihdamına odaklanmak gerekiyor. TÜİK ücret, maaş ve yevmiye ile çalışanları tek kalemde topluyor.

Gelişmiş ülkelerde esas izlenen ücretli istihdamıdır. İngilizce bordrolu (payroll) istihdamı denir. Veriler doğrudan işverenlerden toplanır. Sosyal güvenlik verileri ile kontrol edilir. İstihdam sözcüğünün asıl içeriğini oluşturur.

Ekonominin yarattığı istihdamın mutlak büyüklüğü bize yetmez. Mühim olan nüfus artışını da kapsayacak bir oran bulmaktır.

O amaçla çalışma yaşındaki nüfusu kullanabiliriz. Ücretli istihdamın 15-64 yaş grubuna oranı kritik gösterge olur.


Son beş yıl


2005’ten günümüze ücretli istihdam/15-64 yaş grubu oranının seyri aşağıdaki grafikte görülüyor. 2005 başında yaş grubunda takriben dört kişiden biri (yüzde 25.5) ücretli olarak çalışıyor. 2008 ortasına kadar oran yükseliyor. Haziran 2008’de yüzde 28.3’e ulaşıyor.

Anlamı açıktır. 2005-08 arası büyüme ücretli istihdamının nüfustan hızlı artmasına olanak sağlıyor. Ekonomi istihdam yaratıyor. Ama ardından kriz geliyor. Nisan 2009’da oran yüzde 26.8’e geriliyor. Krizin istihdamda yarattığı şok çok belirgindir.

2009 yazında ekonomi ile birlikte ücretli istihdam oranı da toparlanıyor. Kriz öncesi düzeye Şubat 2010’da ulaşıyor. Özellikle Nisan 2010’da dikkati çeken bir artışla yüzde 28.6 ile kriz öncesinin üzerine çıkıyor. Toparlanmanın da istihdam yarattığı sonucuna varıyoruz.

Yeterli mi? Bu soruya cevap vermek için gelişmiş ülkelerle karşılaştırma yapacağız. Kriz öncesi dönemde ücretli istihdamın 15-64 yaş grubuna oranı ABD’de ve Japonya’da yüzde 60’ın üzerinde, AB’de az altındadır. Yani Türkiye’nin iki katından fazladır.

Özetleyelim. Bir: son beş yılı bir bütün olarak aldığımızda ücretli istihdam artışı nüfus artışının üstündedir. İki: 2010 ilkbaharında ücretli istihdam oranında kriz öncesi geçilmiştir. Üç: bu tempo ile gelişmiş ülkeler düzeyine ulaşmak hayaldir.

Bu çok önemli konuya devam edeceğim.

Yazının devamı...

İşsizlik analizi için çerçeve

Bütçe ve dış dengeden sonra sıra istihdam ve işsizlik verilerine geldi. Hanehalkı İşgücü Araştırması nisan sonuçları TÜİK tarafından geçen hafta yayınlandı. Hatırlatma: Üç ayın (mart-nisan-mayıs) ortalamasıdır.

Geçtiğimiz aylarda istihdamda beliren eğilimleri ayrıntılı inceleme fırsatını bulamadık. Nisan verileri çıkınca demiştim. Geldiğine göre istihdam üzerine bir yazı dizisi yapma zamanının geldiğine karar verdim.

İstihdam olanakları (yani işsizlik) piyasa ekonomisinin her açıdan kritik verisidir. Ekonomik konjonktür milyonlarca kişinin güncel yaşamına emek piyasası üzerinden yansır. İş bulamayan kişi için geri kalan göstergeler hikâyedir.

Doğal olarak, Türkiye’de yoğun tartışmalara neden oluyor. Toparlanma sonrasında işsizlik oranı kaça iner? İstihdamın kalitesi artıyor mu? Büyüme modeli yeterli istihdam yaratıyor mu? Bunlara cevap aramalıyız.

Nüfus artışı ve yapısal dönüşüm

Türkiye’nin istihdamla ilgili sorunlarını gelişmiş ülkelerden farklı kılan bir dizi neden vardır. Şöyle diyelim. İstihdam ve işsizlik her yerde önemlidir. Ama Türkiye’de daha da önemlidir.

Biri geçmiş dönemlerde yaşanan hızlı nüfus artışının mirasıdır. Bugün nüfus artışı yavaşladı. Ama her yıl çalışabilir yaş grubunda (15+ yaş) 900 bin kişi artış oluyor. Fevkalade yüksek bir sayıdır.

Diğerleri Türkiye’nin hâlâ sanayileşme ve gelişme sürecini tamamlamamış olmasının yarattığı yapısal dönüşüm sorunlarıdır. En belirgin göstergesi tarım kesimi istihdam oranının yüksekliğidir. Bugün bile dört kişiden biri tarımda çalışıyor.

Bir başka özellik, çalışanların yaş grubuna oranının (istihdam oranı) muadil ülkelere kıyasla düşüklüğüdür. Özellikle kadın istihdamında Türkiye dünya sıralamasının en altında yer almaktadır.

Benzer şekilde, istihdam içinde ücret-maaş-yevmiye ile çalışanlanların oranı dünya ortalamasının altındadır. Bir kısmı tarımdan kaynaklanıyor. Ama kentsel hizmet kesimlerinde de düşük verimli ücret-dışı istihdam yaygındır.

Dolayısı ile Türkiye için milli gelirinin hızlı büyümesi gerekli koşuldur ama yeterli koşul değildir. Kritik olan istihdam dostu büyümedir. Yani artan nüfusla ve zorunlu yapısal dönüşümle uyumlu istihdam artışını sağlayan büyümedir.

Ölçme sorunları

Bu kadar önemli olmasına rağmen, maalesef istihdam ve işsizlikte ölçme sorunları vardır. Bazıları veri toplama sürecine gider. Anket yöntemi doğru sonuç verir mi? İnsanlara sorarak istihdam ve işsizlik ölçülür mü?

Örnek verelim. Vatandaşa soruluyor: çalışıyor musun? Evet diyor. Hangi kesimde? Tarımda. Ne yapıyorsun? Aile işinde ücretsiz çalışıyorum. Bu durumda istihdam artıyor. Gerçekten öyle mi? Geçen yazılarda “tarımlaşma mucizesi (!)” dedik.

Diğerleri metodolojiktir. İşsizlik oranı, adı üstüne bir bölme işlemidir. Çalışan ve işsiz sayısı tarafından belirlenir. Yani denklemde çalışma yaşında nüfus yoktur. Ona katılma oranı denir. İlginç olan, zaman içinde değişebilmesidir. Nitekim Türkiye’de değişti.

Çerçeveyi iyi kötü oluşturduk. Sayılar bir sonraki yazıya kaldı. Devam edeceğim.

Yazının devamı...

Dış denge gözlemleri

İlginç haber AB üyesi Macaristan’dan geldi. AB destekli ve IMF denetimli kemer sıkma programını uygulamakta zorlandığı biliniyordu. Programın askıya alındığı IMF tarafından açıklandı. Herkes bizim gibi munis değil!
Mali Kural’da gecikme, ABD’den kötü haberler, üstüne Macaristan olayı, içeride çalkantı bekleyenler yanıldı. Mali piyasalar bunlardan etkilenmedi. Son baktığımda İMKB yukarıda, kur yatay seyrediyordu. Türkiye sürprizler ülkesidir.

TÜİK ve Merkez Bankası’nın beraberce hazırladıkları tüketici güven endeksi yükselişini haziranda sürdürdü. Tüketici güveni sekiz aydır düzenli şekilde tırmanıyor. Tüketim harcamaları için olumlu bir işarettir.

Dış ticaret açığı artıyor

Bugün dış denge verilerine bakıyoruz. Mayıs dış ticareti açıklandı. Geçen yıla kıyasla ihracatta yüzde 34.5, ithalatta yüzde 35.4 artış var. Ama dış ticaret açığı yüzde 37.3 yükseldi. İhracatın ithalatı karşılama oranı az da olsa düştü.

İhracat ve ithalatın artış oranlarının eşitlenmesi ilk bakışta sevindirici duruyor. Küçük bir pürüz var. Mayısta altın ihracatı 850 milyon dolar gibi yüksek bir tutara çıktı. Onu düşünce ihracatın performansı parlak durmuyor.
Ocak-Mayıs dönemine gelelim. İhracat artışı yüzde 15.6, ithalat artışı yüzde 36.6 oluyor. Resim bozuluyor. Altın gene hesabı karıştırıyor. 2009’un ilk aylarındaki yüksek altın ihracatı karşılaştırmayı bozuyor.

Yıllık bazda ihracat 108 milyar dolara, ithalat 159 milyar dolara, dış ticaret açığı 51 milyar dolara ulaştı. Bundan sonra nereye gideceği çok önemlidir. Dış ticaret açığının tehlikeli bölgeye yaklaştığını söyleyebiliriz.

Sıcak para giriyor

Cari işlemler dengesi ile devam edelim. Dış ticaret açığı ile birlikte cari işlemler açığı da yükseliyor. Ocak-Mayıs döneminde geçen yıla göre 12.3 milyar dolar artışla 17.4 milyar dolara tırmandı. Farkın neredeyse tümü dış ticaretten kaynaklanıyor.

Bu yıl net hata noksan kalemi de ihmal edilebilir düzeyde: 0.7 milyar dolar. Yabancı sermaye yatırımı ise yarı yarıya düştü: 1.7 milyar dolar. Yani borçlanma gereği 14.8 milyar dolar ya da dış açığın yüzde 85’i ediyor. Finansman kalitesinde bozulmaya geçen ay değindik.

Döviz nereden geliyor? Yabancıların TL tahvil alımları tekrar önemli bir finansman kaynağı olmaya başladı. “Sıcak para” Türkiye riskini TL faizi ile karşılaştırır. Riskin üstünde faiz yabancıya tahvil aldırır. Dış açığa rağmen TL değer kazanır.

Yabancıların 2002 sonrası birikimli TL tahvili yatırımı grafiktedir. Aralık 2005 sonrası görülüyor. 2007 yazında 25 milyar dolarla zirveye çıkıyor. Sonra düşüşe geçiyor. Mayıs 2009’da 9 milyar dolara geriliyor. Sonra hafif kıpırdıyor. 2010’un beş ayında ise 5 milyar dolar net giriş gerçekleşiyor.


Yazının devamı...

İlk yarıda bütçe

Küresel mali piyasalar haftayı kötü kapattı. Dow Jones Cuma günü yüzde 2.5 değer kaybetti. Endeks 10.100’ün altına indi. Devamı gelecek gibi duruyor. İMKB ise bütün siyasi gürültüye rağmen direniyor. İlginçtir.

Mali piyasalar euro paritesini de tutturamadı. Bir ay önce euro 1.20 doların altını gördüğünde yakında parite eşitlenir deniyordu. Ama bu hafta 1.30’a yükseldi. Ne oldu? Hani Euro Bölgesi dağılıyordu? Ciddiye almayın demiştim.
Gündem yoğun olunca haftada üç yazı yetmiyor. Küresel düzeltme sürecine bakarken içeride çok konu birikti. Özellikle dış denge ve istihdam ayrı yazı gerektiyor. Oradan başlayacaktım. Ama Mali Kural kanunu sonbahara kalınca önceliği bütçeye veriyorum.

Disiplin bozuluyor mu?

Maliye Bakanlığı Haziran bütçe gerçekleşmesini açıkladı. Hazine nakit dengesinde aylık nakit açığı rekor düzeyde (10 milyar TL) çıkmıştı. Yarısı vergi tahsilatında ay kaymasını yansıtıyordu. Gene de rahatsız etti.
Haziran’da faiz-dışı dengede 2.1 milyar TL , bütçede 5.4 milyar TL açık çıktı. Böylece yılın ilk yarısında faiz-dışı fazla 12.1 milyar TL’ye gerilerken bütçe açığı 15.4 milyar TL’ye yükseldi.

Karşılaştırma için bütçenin yıl sonu değerlerini hatırlatalım: Faiz-dışı fazla 6.5 milyar TL, bütçe açığı 50 milyar TL. Dolayısı ile ilk yarı gerçekleşmesi hedef içinde kalıyor. Bütçe disiplinden koptu diyemeyiz.
Ama ayrıntıda pürüz var. Faiz-dışı harcama artışı geçen yıla göre Haziran’da yüzde 22, ilk yarıda yüzde 12 oldu. Faiz-dışı harcamada ani bir artış haklı olarak iktisatçıları ve mali piyasaları rahatsız eder. Disiplinle ilgili tereddütler uyandırır.

12 ay birikimli faiz-dışı dengenin son bir yıllık seyri aşağıdaki grafikte yer alıyor. (Aslında bütçe açığı daha anlamlı bir göstergedir ama Türkiye faiz-dışı fazlaya alıştı). Faiz-dışı fazla 2009’un ikinci yarısında geriliyor. Kasım’da dibe vuruyor (-1.5 mil. TL). Sonra sürekli yükseliyor fakat Haziran’da az da olsa düşüyor. Soru işaretidir.

Mali Kural gecikiyor

İki gündür çok konuşuldu ve yazıldı. Bu sütunda ayrıntılarını açıkladığımız Mali Kural’ın Meclis tatile girmeden yasalaşması bekleniyordu. Son anda Ekim’e kaldığı açıklandı. Bayağı şaşırttı.

Mali Kural arayışına genelde sıcak bakmadığımı baştan itibaren yazıyorum. Muhafazakar sağın siyaseti sınırlamak için geliştirdiği bir araçtır. Ekonomide ve siyasette “vesayeti” sevmem. Zaten Keynesciler çok karşıdır.

Gelelim Türkiye’ye. Bana hep “IMF’siz batarız ” korosunu anımsattı. “IMF şarttır” dendi, hükümet yanaşmadı. Ne oldu? İçeriye döviz akışı faiz düşürdü, TL’ye değer kazandırdı. Koro IMF’in yerine Mali Kural’a sarıldı. Mağlup pehlivan güreşe doymazmış!

Kısa dönemde etkisi olacağını sanmam. Aynı şeyi tamamen vazgeçilmesi için söyleyemem. Hatta olumlu bir senaryo bile yazarım. Mali piyasalar korkar, döviz girişi çıkışa dönüşür, TL değer kaybeder . Keşke, ama nerede bizde o şans!

Yazının devamı...

Küresel büyüme yavaşlar

Kriz sonrasında küresel ekonomide hızlı büyümenin önündeki engellere bakıyoruz. Karmaşık ve çok bilinmeyenli bir süreç olduğu biliniyor. Koşulları birbirine benzeyen iki ülke bulmanın imkânsızlığı da cabasıdır.

Şimdiye kadar ABD-Çin ikilisinin simgelediği küresel dengesizliğe odaklandık. Sol söylemde “başat çelişki” kavramı vardır. Dünya ekonomisinin yakın gelecekte seyrini bu iki ülkenin uygulayacakları iktisat politikaları belirleyecektir.

Dolayısı ile AB ve euro bölgesini başka bir yazı dizisine bıraktık. Keza, ham madde fiyatları ve ham madde ihracatçısı ülkelerin dış fazlaları da ayrı bir yazı dizisi gerektiriyor. Bu konulara ileride gireceğiz.

Yeniden “saadet zinciri” mi?

Başarılı tedavinin önkoşulu doğru teşhistir. Temel sorun üretim ve talebin küresel dağılımında biriken dengesizliktir. Çin üretimini tüketiminden daha hızlı artırıyor. Kime satacak? ABD’nin üretimine kıyasla fazla tüketim yapması gerekiyor.

Mali kriz ABD’de özel kesimin borçlanma sınırını aştığını kanıtlıyor. Devreye Keynes’çi maliye politikası giriyor. Devasa bütçe açıkları sayesinde tüketim oranının düşmesi engelleniyor. Resesyon ve işsizlik denetim altına alınıyor.

Ne var ki, bu yöntem ABD’de düzeltme sürecinin başlamasını geciktiriyor. Aynı anda Çin’in düzeltmeye direnmesini mümkün kılıyor. Son yazıda “statüko düzeltmeye karşı” dedik. “Dengesizlikte dengeyi ne bozar?” diye sorduk.

İlk bakışta mevcut durumun pekâlâ uzun süre devam edebileceği düşünülebilir. Benzer görüşler kriz öncesinde de seslendiriliyordu. ABD bütçe açığı verir. Çin elindeki dolar fazlasını Amerikan tahvillerine yatırır. “Saadet zinciri” yürür.

En belirgin itiraz mali piyasa kökenlidir. ABD’de borç oranının artmasına piyasalar nereye kadar tahammül eder? Beni ikna etmiyor. Kritik tahdit Çin’in ABD tahvillerine talebidir. Statüko Çin’in çıkarları ile uyumlu ise pekâlâ devam edebilir.

Büyümeden al haberi

Ben büyüme cephesine bakmayı tercih ediyorum. Çin’in bugünkü modeli giderek hızlanan bir ihracat artışı gerektiriyor. Kriz öncesi dönemde ABD’nin düşen tasarruf oranı ve artan iç talebi bunu mümkün kılmıştı. Dış açığı hızla büyümüştü.

Kamu harcamaları ile adeta suni teneffüs cihazına bağlanmış ABD ekonomisi aynı performansı gösterebilir mi? Hayır. Tahvillerini satsa bile ABD yavaş büyümeye hatta durgunluğa mahkûmdur. Çin’in artan üretimini masedecek güce sahip değildir.

Çok önemlidir. Statükonun korunması (yani düzeltmenin gerçekleşmemesi) küresel talebin küresel üretimden daha yavaş artmasına yol açar. Dolayısı ile Çin’in ihracatı teklemeye başlar. Büyüme hızı düşer.

Böylece esas sorumuza ulaştık. İhracatla büyüme modelinin tıkanması Çin’in tavrını nasıl etkiler? Daha açık soralım. Parasının değer kazanmasına izin verir mi? Ne zaman? Çin büyümeyi iç talebin çekmesini kabullenmeden küresel ekonomide hızlı büyüme hayaldir.

Cevaplar bilinmiyor. Ama bu sürecin bayağı sancılı geçmesini bekliyorum. Velhasıl küresel ekonominin yakın geleceği için iyimser olamıyorum.

Yazının devamı...

Statüko düzeltmeye karşı

Bu hafta içeride önemli veriler var. Ödemeler dengesi mayıs sonuçları dün yayınlandı. Perşembe nisan istihdamı ve faiz kararı açıklanıyor. İlk yarı bütçe gerçekleşmesi de çıkar. Verilere küresel ekonomi dizisini bitirdikten sonra bakacağım.

Geçen hafta küresel ekonomide hızlı büyümenin önündeki engelleri irdelemeye başladık. Bugün üçüncü yazıdayız. İlginç eleştiriler de geliyor. İzmir’den Yüzer Kurtuluş’un kafiyeli mesajını paylaşmak istiyorum.

“Hava-i aşk eser serde, efendim nerde ben nerde. Türk ekonomisini halledip bitirince; sıranın Amerikan ekonomisine gelmesi gayet doğal. Oraya giderken Yunanistan’a da uğrayıverip oranın ekonomisini de düzeltivermek insanlık borcu olur.”

Başka ülkelere, hele hele ABD’ye yol göstermek bana düşmez. Türkiye’ye bile iktisat politikası önermeyi pek sevmem. Eğilimleri saptamayı, bu yoldan yakın gelecek hakkında gerçekçi beklentiler oluşmasına katkıda bulunmayı tercih ederim. O kadar.

Optimal çözüm

Geldiğimiz noktayı kısaca özetleyelim. Krizin nedeni üretim ve talebin küresel dağılımında biriken dengesizliklerdir. Dış açık ve fazlalar buna işaret ediyor. Geri planda tasarruf oranlarının uyumsuzluğu yatıyor. İki ülkeli bir model (ABD-Çin) kullanıyoruz.

Önce ABD’ye odaklandık. Krize özel kesimin tüketim fazlası götürüyor. Krizle birlikte özel kesim tasarrufunu yükseltiyor. İç talep ve üretim düşüyor. Hükümet Keynes’çi politika uyguluyor. Dev bütçe açığı tüketim düşüşünü kısıtlıyor.

Avantajı: Resesyonun derinleşmesini ve işsizliğin daha da artmasını engelliyor. Sorun: Tasarruf yetersizliği (dış açık) sürüyor. Sadece özelden kamuya geçiyor. Neticede düzeltme süreci başlamıyor. Statüko devam ediyor.

ABD için optimal çözüm bu mu? Belli ki hayır. Gerileyen iç talebin yerini dış talebin almasını gerekirdi. Bu takdirde düşen tüketim oranına rağmen ekonomi ihracatla büyür yani düzeltme yumuşak şekilde (intizamlı) gerçekleşirdi.

Dış talebin nereden geleceği açıktır: Çin. Ne kadar vurgulasak azdır. Küresel düzeltmenin kritik oyuncusu Çin’dir. Tüketim oranının yükselmesine ne zaman ve ne kadar yanaşacak? Küresel düzeltmenin trilyonlarca dolarlık sorusu budur. Gerisi ayrıntıdır.

Çin neden değişsin?

Şimdi mevcut duruma göz atalım. ABD politika önceliğini resesyon ve işsizlikle mücadeleye veriyor. Tasarruf oranında düzeltmeyi uzun döneme bırakıyor. Dolayısı ile sıfır faizi ve dev bütçe açıklarını sürdürüyor.

Gelelim Çin’e. ABD’ye ihracatta sorun çıkmadığına göre başarılı olmuş büyüme modelini değiştirmesi için fazla neden gözükmüyor. Daha açık söyleyelim. ABD’nin seçtiği politika kümesi Çin’i tüketim oranını yükseltecek tedbirler almaya zorlayamıyor. Tam tersine, modelin sürdürülmesini mümkün kılıyor.

Çin’in tavrı kendi çıkarları ile uyumludur. Küresel düzeltme sürecinde ABD statükoyu bozamayınca Çin de geçmişteki gibi statükodan yararlanmayı seçiyor. ABD gibi o da zamana oynuyor. İleride koşullar değişirse düşünürüz diyor.

İlginç sorulara ulaştık. Statüko daha ne kadar sürdürülebilir? Dengesizlikte dengeyi kim, nasıl bozar? Sonu nereye gider? Devam edeceğim.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.