Şampiy10
Magazin
Gündem

Piyasalarda neşeli günler sona erdi, daha kötüsü yolda

WALL STREET’TE Perşembe günü yaşanan yüzde 10’luk gün içi düşüşün nedeni “tombul parmak”a bağlanmaya çalışıldı. Bence ortada tombul parmak vakası yok. İşler ciddi boyutta. Tedirginliğin tavan yaptığı piyasalarda ana yükseliş trendi kırıldı.

Hafta sonu AB’nin maliye bakanları euroyu savunacak bir plan hazırlamak üzere toplandılar. Toplantı sonucunu Avrupa Komisyonu Başkanı Barosso açıkladı: “Ne pahasına olursa olsun euroyu savunacağız”. Aksini düşünen mi vardı zaten?

Bu açıklama ve bu politika değil mi ki önce Yunanistan’ı, ardından da İspanya ve Portekiz’i tehdit eden, İtalya ve İngiltere’yi radar ekranına sokan? Mesele, olayların bu aşamaya gelebileceğini hesaplamak, “koruyucu hekimlik” çalışmalarıyla işlerin bu noktaya gelmesini engellemekti. Herhangi “koruyucu” önlem alındı mı? Tabii ki hayır. Olsaydı ne euro, ne de borsalar bu seviyelerde olmazdı!

Asya piyasaları açılmadan önce euroya yapılan “saldırının” yenilenmemesi için alınacak önlemlerle ilgili toplantı nedeniyle Sarkozy, daha önceden planlanmış Moskova ziyaretini bile iptal etmiş. Bir faydası olacak mı? Korkarım uzun vadede hayır!

Euronun gelecekteki krizlerde; başının bugünlerdeki gibi derde girmemesi için bir “model” tasarlanacak olur ise, kısa vadede euroya bir parça nefes aldırabilir! Model her ne olursa olsun, piyasa bunun çalışıp çalışmayacağını test edecektir.

Eğer piyasalar, açıklanan plana “inanmış gibi” yaparlar ise euro/dolar paritesinde önce 1.3110-45 ardından da 1.3250 seviyeleri test edilebilir!

Tombul parmak bahanesi

Çalışmadığına kani olurlarsa, euronun ilk hamlede 1.2456 seviyelerine (Mart 2009’daki düşük) indiğini görebiliriz. Asıl mesele de burada yatıyor. Euro 11 yıllık tarihinde geçmekte olduğu en büyük testte, “Öğretmen torpiline rağmen sınıfta kalacak olur ise” işler daha da karışacaktır. Zira sadece AB’de değil, ABD’de ve de varlık piyasalarındaki gerilim artacaktır.

Aslında bunun ilk ve önemli ipuçları geçtiğimiz haftaki yüzde 10’a varan düşüşlerle gördük. Kimse bu düşüşlerin gerçek olabileceğine inanmadığı için, “olsa olsa bu bir hatadır” söylemine itibar etti. Herkes “tombul parmağın” peşine düştü. Henüz daha itiraf edilmese de, bence ortada bir tombul parmak vakası yok!

Olan biten, piyasalardaki yükselişlerin sonuna gelindiğine, hatta işlerin iyiden iyiye sarpa saracağından endişe edenlerin sert ve daha kötüsünden endişe edenlerin satışlarından başka bir şey değil.

Diyelim ki ABD hisse senetlerinde bir “tombul parmak” vakası yaşandı. Çin’deki, Türkiye’deki ya da Brezilya’daki satışları nasıl açıklayacağız? Madem herşey yolundaydı, bu piyasalarda işlem yapanlar, geçtiğimiz Perşembe günü ABD’deki yüzde 10’luk düşüş yaşandığında, neden hiç kimse çıkıp ta “Amerikan piyasalarında olsa olsa bir hata vardır, biz işimize bakalım” diyemedi?

Bence Cuma günü hem dünya hem de ABD piyasalarında süren düşüşler, Perşembe günkü düşüşün “gerçek” olduğunun kanıtıdır.

Bedava para bitti mi?

Bir başka kanıt da petrolden geliyor. Geçtiğimiz hafta başında 87 dolara kadar yükselen ve 92 dolara gidebileceğini düşündüğüm (ve yazdığım) ABD ham petrol fiyatları, hafta sonunda 75 dolar seviyelerine kadar geriledi. 12 dolar ya da yüzde 14’e varan bir düşüş. Ha keza “büyüme emtiası” bakır... yüzde 9’a varan düşüş. Madem ki hisse senetleri piyasasında bir “hata” olmuştu, emtialar neden bu denli ciddi oranlarda düştüler?

Kabul edelim! “bedava para” dönemi devam ederken, varlık piyasalarında krizin başladığından bu yana çözül(e)memiş sorunlar yeniden gündeme geldi. Özellikle AB bankaları arasında “güven bunalımı” yeniden gündeme gelmiş, bankalar birbirleriyle iş yapmaz olmuşlar.

Herkes atıl paralarını ECB nezdinde değerlendiriyormuş. Sorun, Sarkozy’nin gezisini iptal ettirecek noktaya gelmiş görünüyor.

Hal böyle olunca elde kullanılacak “bedava para” silahı da kalmamış demektir. Ya şimdi ne olacak? Korkarım yeni bir çağın arifesindeyiz! Artık gerçeklerle yüzleşme aşamasına gelmiş olabiliriz.

Artık birileri “zarar edecek”, devletlerin bile gücü -piyasa prensipleri dahilinde- bunu engellemeye yetmeyecek!

Piyasalarda çok daha aşağı seviyeleri göreceğiz demektir!

Borsalarda ana yükseliş trendi kırıldı!

BU HAFTA içinde S&P 500’de Cuma günü görülen dip seviyesi olan 1.094’ün altına inilebilir, önce 1.010 ardından da 945 seviyeleri test edilebilir. Yine de ilk aşamada 1.095 seviyesi “savunulacaktır”! Haftanın ilk günlerinde korunsa da sonrasında yeniden sert satışlar gündeme gelecektir!

Benzer bir seyri IMKB 100’de de göreceğiz!

53.370’in altında bir kapanış olması, ana yükseliş trendinin kırılması anlamına geliyor. Cuma günü aşılışta bir önceki gün ile 54.381 ile 55.595 arasında oluşan boşluk önemli. Bu boşluğun -ilk aşamada- yakın zamanda kapanması olası. Böylesi bir hareket, 50.750-51.100 arasındaki hedefe gitmesini sadece bir süreliğine erteleyecektir.

Ara yükselişler olsa da artık asıl hedef 45.600-46.500 bandı. 55 bin seviyesindeki boşluğu kapatacak bir “huruç” hareketi görecek olur iseniz, bunun sadece cılız bir düzeltme olduğunu akıldan çıkarmamakta fayda var.

Tüm borsalardaki ana yükseliş trendi bence artık kırılmış durumda!

Dolarda kritik seviye 1.6315 TL

GEÇTİĞİMİZ HAFTA ABD’deki “tombul parmak” esanasında 1.62’nin üzerine kadar yükselen dolar/TL kurları haftayı kritik eşik olan 1.5610 seviyesinden kapattı. Hafta içinde 3.6250’ye kadar yükselen “1 dolar+1euro” sepetinde de kapanış 50 günlük hareketli ortalama olan 3.55 seviyesinden oldu! Bu hafta içinde kurlarda 1.5490-1.53 bandına doğru sınırlı geri çekilmelere şahit olabiliriz.

Yukarıda kritik seviye 1.6315. Bu seviyenin aşılmasını beklemiyorum!

Ola ki geçilir (o zaman yeni hedef 1.6770’tir), bu aynı zamanda sepetteki 3.63’ün de aşılması anlamına gelecektir ki içerideki pİyasalardaki gerilim iyiden iyiye artacaktır.

ÇÖKÜŞÜ PAZARTESİ YAZDI

VATAN yazarı Ali Ağaoğlu geçtiğimiz hafta piyasalarda yaşanan çöküşü, hafta başında gazetemizde yayımlanan “Mayıs’ta sat ve uzaklaş” başlıklı yazısında öngörmüştü.

Yazının devamı...

Düzeltme mi ‘aksak W’ mi?

Piyasalarda Yunanistan krizi tartışılırken aslında AB’nin ve özellikle de euronun geleceği masaya yatırılıyor. 2008 krizi sonrası oluşan zarar bireyler ya da şirketler yerine kamuya yükselenince; bu kez borçları ve borçluluk oranları aşırı artan ülkelerin borçlarını çevirebilme endişeleri ortaya çıktı. Kazakistan, İzlanda, Ukrayna, Dubai, Yunanistan derken İspanya ve Portekiz “potaya girdi”.

Alman Bundesbank’ın güçlü başkanı ve Trichet’den sonra Avrupa Merkez Bankası’nın (ECB) başkan adayı Axel Weber’in ve IMF Başkanı Strauss-Kahn’ın Yunanistan’daki problemin diğer AB ülkelerine sıçraması olasılığı var demesi gelinen noktanın ciddiyetini bir kez daha ortaya koydu. AB’deki kredi ve bono piyasasındaki sorunların artması, 110 milyar euroluk Yunan paketinin bile buna bir çare ol(a)maması Avrupa Merkez Bankası’nın devreye girmesi taleplerini gündeme getirdi. ECB ya piyasaya ek para versin, ya da bonoları satın alsın talepleri dile getirilmeye başladı. Önceki günkü toplantı sonrası ECB Başkanı Trichet’nin bono alımı ya da benzeri bir önlemin tartışılmadığını açıklaması piyasaları endişeye sevketti.

Piyasaların gerginliğin arttığı bir anda ABD’de piyasalarının “tombul parmak” (bilgisayarlara emir girişinde hata yapılması) ya da elektronik alım satım sistemlerindeki “arızalar” nedeniyle yüzde 10’a yaklaşan düşüş haberi olayın tuzu biberi oldu. Her ne kadar gün sonunda kayıp yüzde 3.5 civarına gerilese de bir kere kulaklara kar suyu kaçtı. Nitekim dün hem volatilite hem de kayıplar devam etti.

Mesele sadece hatalı emir girişinden kaynaklanmış olsaydı ve diğer piyasalar sağlıklı olsaydı sizce ABD piyasalarındaki düşüş bu kadar etkili olabilirmiydi?

Ekonomi yeterince toparlanmış, sağlığına kavuşmuş olsaydı hiç değilse başta petrol olmak üzere emtia fiyatları cari seviyelerini korumaz mıydı? Koruyamadılar!

Tüm piyasaların bir gözünün ABD’de olması mantıklı. Ancak önceki günkü satış dalgası sonrası emtia, döviz ve tahvil piyasalarının kriz benzeri bir dalgaya kapılması, derinliğin kaybolması ve endişe endeksi VIX’in hızla artmış olması son hareketin basit bir düzeltme olmadığını gösteriyor. Hareketlerin şiddetine bakıldığında, piyasaların diken üstünde oturduğu yükselişlerde varılan seviyelere çok da güvenilmediği anlaşılıyor.

Bu hareket daha devam edecek görünüyor. İşin kötüsü, piyasalardaki güven bunalımı daha da artacak olur ise, bu kez faizleri indirmek, piyasalara ek likidite vermek gibi seçeneklerde işe yaramayacak. Zira faizler zaten olabileceği en düşük seviyede, diğer yandan merkez bankaları henüz daha muslukları kapatmış bile değiller. Yükselişleri destekleyen tüm unsurlar halen daha piyasalarda hüküm sürüyor. Buna rağmen gelen satışların makul sayılabilecek bir kâr realizasyonundan daha sert olması geçtiğimiz yıl tartışılan “W” şeklinde bir hareketi akıllara getiriyor. Belki bizim de dahil olduğumuz gelişmekte olan ülkeler için değil ama, gelişmiş ülkeler için böylesi bir risk mevcut.

Benim beklentim, tam bir W olmasa da ikinci V’si daha küçük bir W yaşanabileceği yönünde. Bu beklentiyi destekleyen unsurlar yok değil. Bir yandan AB krizi çok kötü yönetirken, diğer yandan ne ABD ne de AB benzeri bir krizin ortaya çıkmaması için herhangi bir radikal adım atmış değiller.

Dışarıdaki gerilim arttıkça da bunun iç piyasalara yansıması mutlaka olacaktır.

Her ne kadar Türkiye olarak kısa vadede olası sorunlardan “bağışık” olsak da, orta vadede en büyük ticaret partnerimiz olan AB’nin sıkıntısı bizi de olumsuz etkileyecektir. Özellikle reel sektörün bu konudaki gelişmeleri dikkatle izlemesinde fayda var.

Yazının devamı...

Euroya hayır!

AB ile müzakerelerimiz kaplumbağa hızıyla devam ediyor. İspanya’nın başkanlığında yeni fasıllar açılmayacakmış. Kaplumbağa daha da yavaşlayacak demektir. ‘2015’te AB’ye katılırız’ diye bir rivayet vardı bir zamanlar. Krizden sonra yeni hedef 2020 olursa şaşmayalım.

AB’ye gireriz, girmeyiz. Bu ayrı bir tartışma konusu. Benim bu konudaki görüşüm; okuyanlar bilir; AB’ye girmemek yönünde. AB’ye girmeyelim ama, AB normlarında bir ülkede yaşayalım istiyorum. Bağımsızlık güzel bir duygu!

AB’de son yaşananlar da bir bakıma bu savımı destekliyor. AB; son tahlilde; Almanya’nın ağzına bakan bir birlik konumunda. Hadi politik tarafı bir yana bırakalım, ekonomi ve para konularında bu kesin böyle. AB’nin Yunanistan “üzerinden” yaşadığı ve tartıştığı kriz gösterdi ki Almanya ve Fransa istemezse AB’de karar alınamıyor. Alınan kararlar da özellikle de Almanya onaylamazsa, uygulanamıyor!

Diyelim ki AB’ye girdik. Aman, sakın ola ki euroya girmeyelim! Neden mi? Baksanıza Yunanistan’ın ya da İspanya’nın durumuna... Kendi para biriminiz olmadığı zaman, tüm borçlanmanızı euro cinsinden yapmanız, tedavülde euro bulundurmanız gerekiyor. Yunanistan ya da diğer “adaylar” gibi Maastricht Kriterleri’ni tutturamamış tüm ülkeler; bütün sorunlarına rağmen euro ile yaşamak zorundalar. Kaldı ki bir kere euroya girdiniz mi, çıkmanız hiç de kolay değil!

Bir ülke borç krizi ile karşı karşıya kaldığında, bilinen önlemler işe yaramıyor ise devalüasyon silahını kullanır. Dolar ya da döviz cinsinden borcunun değerini düşürür. Değeri düşen parasıyla, kendi mallarını daha ucuza ihraç eder, elde ettiği dövizlerle de azalan borçlarını daha kolay ödeyebilir hale gelir. Bir ülkenin başı finansal piyasalarla belaya girdi mi devalüasyon kolay çözümdür. Amma velakin paranız euro ise büyük patronun izni olmadan hiçbir adım atamazsınız. Tıpkı Yunanistan gibi... Hatta size 110 milyar euro gibi devasa bir yardım paketi vaat edilse bile...

Yunanistan ile başlayan, İspanya ve diğerleriyle süren (ve de sürecek olan) bu krizle birlikte anlaşıldı ki, sırf ulusal para politikası uygulama esnekliğini kaybetmemek adına bile olsa bizim için euroya girmek hata olacak. Faizleri farklılaşsa bile, değeri konusunda söz sahibi ol(a)madığınız bir para birimine sahip olmanın kısıtlayıcılığı anlaşıldı.

Euro daha esnek bir yapıya sahip olsaydı belki. Ama hem krizlere karşı önleyici mekanizması olmayan, hem kriz çıktığında karar verme mekanizması doğru dürüst çalışmayan ve de ülkenin kendi koşullarına göre “esneyemeyen” bir para birliğine girmenin anlamı yok! Görünen o ki, İngiltere gibi euroya girmeyen Doğu Avrupa ülkeleri akıllıca bir iş yapmış durumdalar.

Avrupa Merkez Bankası’nın dağınık yapısı, AB içindeki karar alma mekanizmasındaki aksaklıklar, ama herşeyden önemlisi kriz yönetme konusundaki beceriksizlikleri; euroya bu haliyle girmemeyi haklı çıkaran sebepler.

Euroya girmiş olsaydık, 2001 krizinden aldığımız derslerin de yardımıyla son Yunan-AB borç krizi sırasında AB’ye birçok öneride bulunacaktık. Eminim hepsi değilse birçoğu reddedilecek, bizim tecrübemizi hafife alınacaktı. Hal böyle olunca da 201’den sonra bir kez de AB yüzünden saçma sapan, gereksiz bir bedel ödeyecektik. Hollanda gibi sağlam mali duruma sahip olsak bile, bu kez de varlığı sorgulanan bir para birliğinin üyesi olarak uğraşıyor olacaktık.

Umarım bu kriz AB’ye, Euro Bölgesi’ne bir şeyler öğretir. Euronun zaafiyetleri düzelir, bu krizden güçlenerek çıkar o zaman biz de bu konuyu yeniden tartışırız.

O zamana kadar yaşasın TL!

Yazının devamı...

Sell in May, go away!*

Borsalardaki yükseliş trendlerinde artık yorgunluk belirtileri artmaya başladı. Yorgunluk belirtileri yeni yükseklerin görülmeyeceği anlamına gelmiyor. Eğimi her geçen gün azalsa da ABD’de ve bizdeki yükseliş trendleri devam ediyor görünüyor. Geçtiğimiz hafta ABD’de açıklanan Chicago Fed verileri de bu fikri destekleyecek denli iyi geldi. Bir önceki ay 58.8 olan, bu ay için 60 beklenen endeksi 63.8 ile beklentilerin oldukça üzerinde açıklanmış durumda. Yeni siparişler 61.8’den 65.2’ye, istihdam 53.1’den 57.2’ye yükselmiş. Oldukça güçlü bir ekonomik toparlanmayı gösteren veriler. Bu hafta içinde görülme ihtimali olan yeni yükseklerin; geçtiğimiz hafta belirtmiş olduğum gibi; Dow Jones’ta 11.295, S&P 500’de de 1.229 seviyeleri olarak söylenebilir. Ancak “yorulan trendleri” daha da zorlayan bir haber de Goldman Sachs (GS) cephesinden geldi. GS hakkındaki soruşturmanın, dava aşamasına geçeceği haberleri ABD’deki hisse senedi piyasalarındaki gerilimi artırıyor. Cuma günkü düşüş bu sebeptendi. Çin Borsası zaten bir süreden beri, hem Çin Hükümeti’nin “balonu indirmeye” yönelik önlemleri hem de yuanın “revalüe” edileceği ve bunun yaratacağı olumsuzlukların da etkisiyle düşüyordu. Avrupa borsaları da bir türlü çözülemeyen ve artık diğerlerine sıçraması an meselesi olan Yunanistan meselesi nedeniyle zaten toparlanamıyordu. Açıklanacak bir “paket” hafta başında cılız toparlanmalar yaratsa da AB için bu yaz “çok sıcak” geçecek! (Pazar günü yapılan Maliye Bakanları Zirvesi’nin yeterli olacağına inanan var mı?)

Sebepler muhtelif olsa da “yorulan trendler” artık dinlenebilmek için “düzeltmelere” ihtiyaç duyuyorlar. Mayıs ayı da artık klasikleşmiş “Sell in May, go away (Mayıs’ta sat ve uzaklaş)” söylemiyle bu düzeltmelerin yaşanması için uygun bir ay gibi görünüyor.

Düzeltmelere bu hafta içinde başlanacak olur ise ilk aşamada S&P 500’de 1.155; Dow Jones’ta da 10.730 seviyelerinin bandının test edilmesi söz konusu.

İMKB 100’de de 59.300 seviyesinin üzerinde günlük kapanış olması durumunda yeniden 60.100 hedefi gündeme gelecektir. Ancak bu seviyenin üzerinde kapanış ol(a)madığı takdirde 57.050 seviyesinin test edildiğini görebiliriz.




Petrolde kritik günler!

GeçtİĞİmİz hafta bizim piyasalarımızı yakından ilgilendiren dış ticaret rakamları açıklandı. Mart ayında dış ticaret açığımız 5 milyar dolara yükselmiş durumda. Bunda nihai tüketim mallarındaki ithalatın artmasıyla, AB bölgesine olan ihracattaki artış hızının düşmesinin payı olduğu yorumları yapıldı.

Açığın artması bir yandan ekonomik toparlanma açısından olumlu olarak algılanırken, cari açıkla ilgili eski endişelerin yavaş yavaş gündeme gelmesi açısından önemli. Önümüzdeki dönemde AB cephesindeki sıkıntılar devam edecek olursa; ki bana göre komşu ile başlayan krizdeki son derece kötü yönetim sebebiyle artarak devam edecektir; GSMH’nin yüzde 4’ü civarında tahmin edilen cari açığın daha da artması söz konusu olacak.

Bu oranı daha da artırabilecek bir gelişme de petrol cephesinde yaşanıyor. Meksika Körfezi’ndeki bir petrol platformunun batması bir yandan çok ciddi bir çevre kirliliği yaratırken, diğer yandan petrol fiyatlarında da yükselmelere neden oluyor. Son haftaya kadar, NYMEX’in petrol kontratlarına karşılık fiziki depolamanın yapıldığı Cushing’deki (Oklahoma) stokların yüksek seyretmesi nedeniyle, Brent’in gerisinde kalan ABD hampetrol (WTI) fiyatları, sızıntının tanker trafiğini de geciktirmesi nedeniyle aradaki farkı kapatmaya başladı!

Okyanusun ötesindeki bir sızıntı bizi neden etkiliyor derseniz... Petrol kontratlarıyla işlem yapanlar; uzun zamandan beri 85 doların üzerine çıkamayan petrol fiyatlarını, bu seviyenin üzerine atabilmek için bu “sızıntıyı” kullanmaya başladılar.

Geçtiğimiz iki-üç haftada Brent petrolünden 4 dolara kadar geride kalan WTI, aradaki farkı 1 doların altına kadar indirdi. Bu durum aynı zamada Brent’i de destekliyor. Brent petrolünde (ki fiyatlama açısından bizi daha fazla ilgilendiriyor!) 87.9 seviyesi kapanış bazında yukarı kırılacak olur ise 91.90 seviyesine kadar bir hareket yaşanabilir.

Bu da tabii ki bizim genel faturamızın yukarı gitmesine, cari açığımızın daha da yükselmesine yol açacaktır!

Taksim’deki 1 Mayıs’ın işçilerin üretim araçları arasında en kutsalı olduğunu barışçıl bir şekilde yeniden hatırlatması özlenen bir tabloydu. Bu toplantının barış içinde ve coşkuyla kutlanmasını sağlayan işçi örgütleriyle, onlara gereksiz ve hasmane tepki göstermeyerek aynı olgunluğu ortaya koyan İstanbul Emniyeti’ni kutlamak gerek!



(*) Mayıs’ta sat ve uzaklaş

Yazının devamı...

Kahn’dan uyarı mı, itiraf mı?

IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn kredi derecelendirme kuruluşlarına “çok da inanmamak” gerektiğini söylemiş. Bu açıklamayı Yunanistan’ın üç, Portekiz’in iki, İspanya’nın bir kademe düşürülmesi sonrasında yapmış olması “anlamlı”.

IMF Başkanı’nın açıklaması, not indirimlerinin olumsuz etkilerini hafifletmek amacıyla yapılmış izlenimi uyandırıyor. IMF’nin görevleri arasında piyasa algılamalarını yönetmek olmasa gerek. Diğer yandan Yunanistan krizinin diğer piyasalara sirayet etmesinden endişe eden endişe eden IMF Başkanı “parasaldan çok, sözel müdahaleyi” kullanmayı tercih etmiş görünüyor.

Yunanistan’ı “batma ihtimali en yüksek ülke” konumuna getiren ve son derece kötü yönetilen, Merkel’in Almanya’daki yerel seçimleri tamamlamasını bekleyen krizin maliyeti her geçen gün artacağa benziyor. Zira ne ortada net bir “reçete” var, ne de gerçek anlamda bu krizi çözecek bir AB iradesi...

Krizi bir yana bırakıp Strauss-Kahn’ın “çok da fazla kafayı takmamak gerek” dediği derecelendirme şirketlerine dönelim. Şimdiye kadar söyledikleri “kelam” sayılan bu şirketlere olan güven sarsılıyor mu?

Yaşanan küresel krizin en başında; hisse senedi fiyatları yerle yeksan olan kredi sigortacılarının notlarını; Citibank, Merrill Lynch gibi bankaların kredi notlarını AAA’da tutan “notçular” şimdi Avrupa ülkeleri için adeta şahin kesildiler. Krizin başında gerekli adımları atmayan, adeta krizi daha da derinleştiririz endişesyle sessiz kalan bu şirketler şimdi kredi nokların teker teker değil, ikişer üçer indiriyorlar.

Madem ortada bir sorun vardı. Üç kademe indirene kadar akılları neredeydi? Madem kredi notu üç kademe birden indirecek kadar bir bozulma var, bu risk daha önceden neden ölçülmez? Madem b u riski ölçemiyorlar, o zaman var olan derecelendirmeler ne denli güvenilir?

IMF Başkanı bile “çok da kafaya takmayın onları” demişse, bundan sonra bu kuruluşlara kim güvenecek? Önceki hafta ABD Kongresi’nde verdikleri ifadede, kriz sırasında hatalı olduklarını itiraf etmiş olsalar da bu şirketlere inanarak yatırım yapanların zararlarını kim karşılayacak? İtiraf ederek kurtulacaklar mı? Yaptıkları hataların hiç mi bedeli olmayacak?

Terazinin bir de öteki kefesi var. Yunanistan’ın notunu aniden bu denli hızlı bir şekilde düşürerek, elinde bu ülkenin bonolarına yatırım yapanları zarara uğratırlarken, bizim gibi daha iyi notları hakeden ülkelere de “hasis” davranarak olması gerekenden daha pahallıya borçlanmaya neden olmuyorlar mı? Türkiye’nin bugünkü ekonomik verileri ile en basitinden Komşu’yla karşılaştırdığınızda, biz yatırım yapılabilir ülke notunu hakediyor görünüyoruz.

Yatırım yapılabilir ülke notuna sahip olmamızın ne faydası olacak derseniz, uluslararası piyasalardan çok daha ucuza borçlanabilme imkânı demektir bizim için. Uluslararası bir çok fon, tüzükleri gereği bu derecelendirme kuruluşlarının notlarına göre yatırım yapıyorlar. Bir çoğu için “yatırım yapılabilir ülke” olma kriteri ilk ve esas şart. Bizim şu andaki notumuz ne yazık ki bu seviyede değil. Olsaydı eğer daha fazla yabancı yatırımcı çekebilecek, borçlanma maliyetimizi daha aşağı düşürebilecek, bütçedeki faiz yükü daha az olacaktı!

Yeni finansal mimaride bu kuruluşları için de mutlaka yenilikler yapılacaktır. Ya bu kuruluşlar da denetim ve “yaptırım” altına girecekler, ya da bunların yerini CDS gibi günlük olarak piyasa koşullarında belirlenen “kredi riski sigorta primi” sistemi gibi yeni uygulamalara gidilecektir. Hangisi olacak henüz belli değil...

O zamana kadar ben de Strauss-Kahn’a katılıyorum.

Yazının devamı...

Acropol Paketi: Yolun başı!

Meis’te nihayet açıkladı Papandreu: Yunanistan resmen yardım için başvurdu. AB ve IMF, komşu başvurmadığı için yardım sürecinin başlayamadığını açıklamışlardı. Açıklama Moody’s’in Yunanistan’ın yatırım notunu en düşük yatırım yapılabilir seviye olan A3’e indirmesinin ve Yunanistan’ın 2 yıllık bono getirilerinin yüzde 10.7 ile tarihi zirvelerine çıkmasının hemen ardından geldi. Böylelikle “başvuru aşaması” da geçildi ve bir AB ülkesi ülke ilk kez “yeni IMF”nin kapısını çalmış oldu!

“Yeni IMF” zira; G-20’ler IMF’ye yeni dönemde “sorunlu ufak tefek ülkeleri ayak altından temizleme” misyonu verdiler. Son “müşteri” de Yunanistan...

45 milyar euroluk bir paket gündemde. Önemli kısmı; Avrupa Merkez Bankası’nın sermayesine yaptıkları katkı oranında AB ülkelerinden gelecek! Kalanı da IMF aracılığıyla sağlanacak.

Bu rakamın 10 milyar euroluk olacağı konuşuluyor. Kotası 1.25 milyar dolar (823 milyon SDR) olan Yunanistan’ın IMF’den kullanabileceği limitin üstüne çıkılacak. Gerçi kriz sırasında kim bu kotlara riayet ediyor ki? Bu kez de edilmeyecek gibi...

Asıl mesele bu paketin işe yarayıp yaramayacağında. Eğer AB ülke parlementoları (özellikle de Almanya) kısa zamanda onaylarsa belki paket işe yarar. Yok eğer karar süreci uzarsa paketin “sürpriz etkisi” bir anda uçup gidecektir. Cuma günü bizim piyasalarımız kapalıyken gelen bu haber sonrasında hem Yunan piyasaları, hem de euroda ciddi toparlanmalar ol(a)maması da bu endişeleri yansıtıyor.

19 Mayıs’tan önce paketin Yunanistan’ın kullanımına hazır hale gelmesi bekleniyor. Nefesler tutulup o güne kadar umarım beklenmez. Böyle bir şey olur ise, piyasaların tepkisi bugünden çok daha sert olacaktır.

Büyük resme baktığımızda; paketin hemen çıkması ya da gecikmesi çok önemli değil. Asıl önemli olan paketin çıkması! Ancak bu Yunanistan için iyi bir haber gibi görünse de AB için hiç de iyi bir haber değil. Bundan sonra sıradakilerle uğraşacaklar. Kimler mi? Portekiz ilk aday gibi. Portekiz-Almanya bonoları arasındaki puan farkları artmaya devam ediyor.

Yunanistan’ın notu düşürüldüğü sırada İtalyan bankalarının bazılarının da notları düşürüldü. Euro bölgesinin en borçlusu İtalya’nın, kamu borçlarının GSMH’sına oranı yüzde 115.8 ile Yunanistan’ı bile geride bırakacak boyutlarda. İspanya pusuda bekliyor.

Piyasaların “baskısı” ile açıklanmak zorunda kalınan paket, AB için bir ilk. Ancak korkarım son olmayacak! Acropol paketi olsa olsa bundan sonra değişik ülkeler için açıklanacak olanların bir ilki olarak tarihe geçebilir. Bu paketi; Colleseum (İtalyan), Matador (İspanyol) ve Porto (Portekiz) paketleri izlerse kimse şaşırmasın.





Wall Street’te yeni zirveler görülebilir



GELELİM AB cephesinde yaşanan gelişmelerin piyasalara etkisine...

Yunan sorunu çözüm yoluna girdi algılaması, bir süredir yatay seyreden ABD piyasalarını Cuma günü kriz sonrasındaki yeni zirvelerine taşıdı. Ancak euro/dolar paritesinde euro lehine olan değişim tam olarak bu coşkuyu destekler nitelikte değil.

Yine de haftanın ilk günlerinde bu havanın da etkisiyle ABD piyasalarında yeni yükseklere doğru bir hareket yaşanacak görünüyor. Dow Jones’ta 11.295, S&P 500’de de 1.229 seviyelerinin test edilmesi mümkün görünüyor. Bu yeni yüksekler görüldükten sonra hafta içinde sınırlı bir düzeltme sürecine de şahit olabiliriz. S&P’de 1.185-1.160; Dow Jones’ta da 10.940-10.730 bandının test edilmesi söz konusu. Hatırda bulundurmakta fayda var, Dow Jones’ta son 53 iş gününden sadece 11 gün düşüş yaşanmış ve 5 Şubat’tan bu yana yaşanan yükseliş trendinde yorgunluk emareleri gözleniyor.





İMKB 60 bin sınırını aşacak mı?



ABD piyasalarındaki olumlu hava İMKB’yi yukarı iter mi? Haftanın ilk günlerinde bunun denendiğini göreceğiz. İMKB 100’de 59.300 seviyesinin üzerinde günlük kapanış olması durumunda yeniden 60.100 hedefi gündeme gelecektir. Ancak bu seviyenin üzerinde kapanış ol(a)madığı takdirde 57.050 seviyesinin test edildiğini görebiliriz.

Hangi yöne gidileceği ile ilgili en iyi ipucu euro/dolar paritesinden gelecek. Zira Cuma günü paritede görülen hareketler, piyasanın pakete çok da inanmadığı/güvenmediği yönünde. 1.3350’nin üzerinde haftalık kapanış olması önemliydi, euro bunu başardı. Bu kapanış; 1.3460-1.3540 seviyesine kadar bir yükselişi destekleyebilir. Ardından asıl hedef 1.3650 seviyesi olacaktır. Paritedeki böylesi bir hareket hem emtiaları hem de borsaları daha yüksek seviyelere taşıyacaktır.

Yok eğer Cuma günü paritede görülen 1.3203 dip seviyesinin altına inen bir hareket ile karşı karşıya kalacak olur ise bu durumda euro/dolar paritesinde 1.3085-1.3125 bandına doğru bir hareket yaşanacaktır ki bu varlık piyasaları için hiç de iyi bir haber olmayacaktır. Bugün pariteye bağlı olarak günün ikinci yarısında haftanın ne yöne gideceği daha net ortaya çıkacaktır.

Yazının devamı...

Volkan esaretinin düşündürdükleri-II

Bugün 23 Nisan, neşe dolmak istiyor insan. Malûmunuz, İzlanda’nın kimsenin adını bile telafuz edemediği bir volkanının yol açtığı kriz sırasında Avrupa’nın ortasında, Cenevre’de mahsur kaldım. 17 Nisan Cumartesi günü kalkması gereken uçağımız volkan tüfü nedeniyle iptal edilip, biletimiz 19 Nisan’a ertelenince mecburen 25 yıldır tanıdığım eski dostumun evine tanrı misafiri olduk.

Kendisi 15-16 yıldır İsviçre’de bankacılık yapıyor. Yakın zamanda İsviçre vatandaşı olmuş. 15 yaşında da bir oğlu var. Oğlu bir yandan elektro gitar çalıyor, diğer yandan ‘baba merakı’ basketbol oynuyor. Geçtiğimiz haftalarda oğlunu Cenevre şehir basketbol takımının seçmelerine çağırmışlar. Pazar günü yapılacakmış seçmeler. Arkadaşım oğlunu seçmelere götürecek, ‘Sen de gelir misin?’ dedi. Mapus adam gibi etrafta volta atacağıma bari ben de gideyim dedim. Biraz etrafı görürüm, ufkum açılır diye düşündüm. İyi ki gitmişim!

Bir okulun spor salonundaydı seçmeler. Sessiz sakin, 1980’lerin sonlarında yapılmış, deneysel mimari izleri taşıyan rengarenk binaların arasında bir okuldu, bulduk. Salona vardık. O andan itibaren başladı herşey. Salondaki çocuklar, seçiciler ya da ebeveynler değil, salonun kendisi etkiledi beni.

Çok fazla spor salonu gördüğümü söyleyemem Türkiye’de. Ama böylesine rastlamadım hi. Yüksek tavanlı, çok iyi havalandırılan, pırıl pırıl gün ışığıyla aydınlatılan, iç cephesinin nererdeyse tamamı ağaç kaplanmış tertemiz bir spor salonuydu. Yanılmayın, yeni değilmiş, mahalleyle beraber yapılmış. Duşlar, tuvaletler pırıl pırıl. Ama en fazla beni etkileyen her türlü, ama her türlü salon spor malzemesinin, alt yapısının salonda bulunmasıydı.

Ben ki, 5.5 yaşındaki kızım için uygun bir jimnastik salonu bulamazken; her türlü aletli jimnastik, voleybol, hentbol, tabii ki basketbol, güreş gibi aklınıza gelen ve salon gerektiren spor ekipmanı kullanıma hazır ve nazırdı. Bir başka salon ise Uzakdoğu sporlarına ayrılmış. Bahçesinde belli ki mahalle sakinleri bir halk dansı çalışması yapıyordu.

Kıskandım. Yanlış anlamayın kendim için değil kıskançlığım. Çocuklarımız için. Bizler halen daha derslikti, okuldu diye uğraşırken, kışın okul yollarında çocuklarımızı dondururken İsviçreli çocukların okullarındaki spor salonlarının benzerlerini biz sporcularımıza bile sunamıyoruz. Üstelik bunlardan şehirde 50 tane kadar daha varmış. Rakamı duyunca kıskançlığım biraz daha arttı!

Salı akşamı yurda nihayet döndüm. Masamda Kızılay’ın bir zarfını buldum. Açtım. İçinden “Kurbanda Kızılay modeli”, “Zekatta Kızılay modeli” ve “Harçlığım Okula Harç Olsun-Projesi” kitapçıkları çıktı. Sonuncusu belki ama ilk ikisi kafamı bir kez daha karıştırdı. İsviçreliler nelerle, biz nelerle uğraşıyoruz....

Bugün Atatürk’ün çocuklara armağan ettiği Büyük Millet Meclisi’mizin kuruluş yıl dönümü. Böylesi bir günü coşkuyla kutlamak isterken aklıma bunlar gelince içim burkuldu.

Bugün 23 Nisan, neşe dolmak istiyor insan!

Bir basketbol seçmesi nelere kadirmiş?

(Not: Bu arada haber geldi, genç adam Cenevre şehir takımına seçilmiş! Şanslı delikanlı)

THY’ye dair...

Diğer mağdurları bilemiyorum. Ancak kendim ve bir, iki mağdur adına konuşabilirim. Kriz yönetimi konusunda THY’yi kutlamak gerek.

Kriz sırasında uçuş iptalleri ile ilgili yolcuları doğrudan bilgilendirme, internet sitesinin güncellenmesi, muhtemel rota/bilet değişiklikleri konusundaki esnek ve yardımcı tutumları ile canı burnuna gelmiş; açık havaalanı bulabilmek için Avrupa’daki merkezler arasında mekik dokuyan; yorgun yolcuları bir parça da olsa rahatlatan THY’yi bu kez takdir etmek gerek.

Umarım aynı hassasiyeti zamanında kalkış konusunda da görürüz.

Yazının devamı...

Volkan esaretinin düşündürdükleri-I

Dünya aslında bir köy değilmiş!

1980’lerin ortalarında duymaya başlamıştık küreselleşmeyi. Önce pek anlamamıştık. 1990’ların başlarında da bilgisayar teknolojisinin ve özellikle internetin yaygınlaşmasıyla hem iletişim hem de uluslararası ticaret hızlandı. Sonrasında yeni bir söylem oluştu: “Dünya artık küresel bir köy haline geldi!”

Adeta herkesin birbirini tanıdığı, bildiği, konuşabildiği (en azından iletişebildiği) sınırların zahiri hale geldiği (internet), herkesin aynı köy kahvesinde toplandığı (Starbucks vakası) bir durumunu ifade eden bu söylem aslında çok da doğru değilmiş!

Nereden mi bu kanıya vardım?

Siz de benim gibi bu medeniyet çağında, volkan külü nedeniyle uçakların uçmadığı bir zamanda, Avrupa’nın göbeğindeki Cenevre’den, İstanbul’a gelmeye çabalasaydınız ve bunu başaramasaydınız sizde de benzer bir kanıya sahip olabilirdiniz.

İstanbul-Cenevre arası uçakla normal şartlarda 3 saatlik mesafe. Hadi, 1-2 saat önceden havaalanına gittiniz, indiniz eve-otele gidene kadarda bir süre geçti, hepsini toplasanız 6-7 saatlik bir yolculuk.

Diyelim ki, İzlanda’nın kuş uçmaz kervan geçmez bir yerindeki “Ayyafyadlyakudl” adlı bir volkan patlamadı da siz uçaktan korkuyorsunuz ve karadan Cenevre’den şehr-i İstanbul’a geleceksiniz.

Araba ile 25-30 saatten az olmayan bir süre. Diyelim ki yolları bilmiyorsunuz ya da risk almak istemiyorsunuz ve trende karar kıldınız. En az 4 aktarmalı, 48 saatlik bir yolculuk sizi bekliyor. Üstelik de bunun son 13 saatlik kısmı komşudan, Sofya’dan bu yana olan kısım.

Sadece Cenevre mi? Avrupa’nın bir çok merkezinden bırakın bizim illere gelmeyi, kendi aralarında bile hem tren, hem de otobüs ağında sorunlar var. Normal zamanda, yani uçaklar çalışırken bunların hiçbirinin farkına bile varılmıyor. Ne zamanki uçaklar çalışmadı tüm bu zaafiyetler anda ortaya çıkıverdi!

Artan talep nedeniyle tren seferleri aksadı, otobüslerde yer bulmak tabii ki imkansız hale geliverdi.

İzlanda’nın adının telafuzu bile zor bir volkanının yol açtığı kriz, 11 Eylül saldırılarından sonra havacılık sektörünü vuran ikinci büyük bir dalga oldu. Bu dalga ile bir kez daha anlaşıldı ki, günümüzde havayolu ile ulaşımın bir “yedeği” yok!

Yine de görünen en iyi “yedekleme” yöntemi demiryolu. Belki de bu krizden sonra ekonomilerini canlandırmak isteyen hükümetler kamu harcaması için demiryolu inşaatlarına öncelik verebilirler. Irak savaşı sırasında bir çok defa tekrarlanan bir askeri söylem vardı: “Savaş karada kazanılır” diye. Şimdi benzer bir durum ulaşım içinde geçerli galiba.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.