* DÜNDEN DEVAMSon zamanlarda ülkemizde bir gerginliktir almış başını gidiyor. Lider bir kabahat yaparsa cemaat daha büyüğünü yapar. Siz her gün kavga ederseniz millet de kavga eder. Liderin yatıştırıcı olup az konuşması lazım. Bir insan çok konuşuyorsa az iş yapıyordur. Çok konuşan çok iş yapmaz. Lider de çok konuşan insan değildir. Peygamberimiz de çok konuşan biri değildi. Az konuşurdu ama öz konuşurdu. Toplumun huzuru için liderlerin önce kendileriyle ve halkla barışık olmaları gerekir. Parti başkanları lider kabul ediliyor. Eskiden lider tanınan tarikat şeyhlerinin her dediği doğru kabul edilirdi. Şimdi nerdeyse her dedikleri doğru kabul edilen parti liderleri, çoğu zaman yatıştırıcı olamıyor. Birbirlerine laf yetiştirmekle vakit geçiriyorlar. Hemen her gün yaptıkları toplantılarla birbirlerine kırıcı laflar ediyor, göndermeler yapıyorlar. Milleti düşünerek daha ılımlı hareket etmeleri, yatıştırıcı, uzlaştırıcı olmaları gerekir. Aile çok önemli. İlk eğitim aileden alınır. Bir çocuk babasını namaz kılarken görürse o da onu yapmaya çalışır. Sonra okula gider, öğretmenini taklit eder, üniversitede hocaları, siyasette parti başkanları onun rol modeli olur. Ailedeki eğitim çok önemlidir. Terihte birçok örnekleri varEğitim, okul, hocalara saygı da ayrı bir öneme sahiptir. Tarihte de bununla ilgili örnekler vardır. Yıldırım Bayezid’in oğlu Şehzade Süleyman okula gidiyor. Okulda öğretmen, ileride yönetici olacak bu çocuğu ötekilerden ayrı tutmuyor. Bunun da zaman zaman kulağını çekiyor. Şehzade bakıyor ki, hoca kendisine diğer öğrencilerle aynı muameleyi yapıyor,bazen kendisinin de kulağını çekiyor. Gidip öğretmeni babasına şikâyet ediyor: “Ben şehzade değil miyim, sen ise ülkelerin hükümdarı değil misin? Bu öğretmen nasıl olur da bana, diğer çocuklarla aynı şekilde davranır?” Padişah şehzadesine, “Var git okuluna, ben gelir o öğretmene dersini veririm. Sana nasıl bunu yapar?” deyip çocuğu okula gönderir. Ardından kendisi de güya öğretmeni azarlamak için okula gider. Ama daha önce öğretmene, kendisinin geleceğini, bağıracağını fakat okuldan kovmasını bildiren haber gönderir. Padişah okula gelip de “Bre muallim, ben karanın, denizin hükümdarı, çeşitli halklar emrime tabiyken sen nasıl benim oğluma, öteki çocuklar gibi davranır, onun da kulağını çekersin?” der. Öğretmen yerinden fırlar, elindeki asayla bir yere, hafifçe de padişahın kaftanına dokunur, “Senin hükmün okulda geçmez, senin hükmün dışarıda halka geçer” der. Padişah dışarı çıkar ve çocuğu çağırıp ona der ki: “Yavrum benim her yerde sözüm geçer ama bu senin öğretmenin acayip yavuz kişidir. Beni dinlemez. Sen hemen git edebinle otur, dersini al.” İşte böyle yetiştiriyorlardı çocuklarını, ilerinin yöneticisini, valisini, padişahını...
İsra Suresi 50/82’inci ayette Kur’ân’ın, inananlara şifa ve rahmet olduğu fakat zalimlerin ziyanını artırmaktan başka bir işe yaramadığı vurgulanıyor. Kur’ân, inananların gönüllerine şifadır. Onların ruhsal bunalımlarını giderir, verdiği rahmet ve feyizle gönüllerini huzur ve sevince kavuşturur. Ama bu manevi hazzı duyabilmek için ona inanmak gerekir. Kur’ân, inanmayanların ziyanını artırır. Çünkü onlar, Kur’ân’ı inkâr etmekle manen alçalırlar. Onunla mücadele etmekle eski durumlarından da aşağı düşerler. Belki de vicdanları bundan rahatsız olarak bunalıma girer. İzlenimlerime ve deneyimlerime göre inançsızlarda gönül huzuru nadirdir. İdeal liderlik tipolojisi üzerine Bilindiği üzere lider yönetici, yol gösterici, toplumun önderi demektir. Arapçası imam, kaid‘dir. Liderin, kendi nefsinden önce toplumunu düşünen insan olması gerekir. Bir hadis-i şerif “Komşusu açken karnını doyurup yatan bizden değildir” der. Peygamberimiz en büyük liderdir. Peygamber, ashabının moralini bozmamak, yüksek tutmak için bazen savaşın zor şartları içinde aç olduğu halde açlığını göstermemek amacıyla kuşağının altına taş bağlamıştır. Lider insan, toplumla bütünleşmiş insan demektir. Lider, toplumun sıkıntılarını çeker ama kendi sıkıntılarını topluma yüklemez. Topluma yarar sağlar ama kendisi toplumdan çıkar sağlamaz. Lider özverili, fedakâr insandır. Yani topluma yedirir, toplum adına kendi yemez.Lider daima uzlaştırıcı olmalıToplum eğer bir çatışma içerisine girmişse liderin yatıştırması lazımdır. Kur’ân-ı Kerim insanların kardeş olduğunu vurguluyor. İnsanın değeri soyundan sopundan değil, ahlaki davranışından gelir. İnsan kendi ahlaki davranışıyla değerlendirilir. Allah’ın huzurunda soyun sopun değeri yoktur. Hazreti Nuh’un inkârcı oğlu Tanrısal cezadan kurtulamamıştır. İran’da Peygamber soyundan gelen bir zat vardı. İçkici, sarhoş, ayyaş, ahlaksız biri olduğu için halk nezdinde itibarını kaybetmişti. Bir de kölelikten gelen bir ermiş vardı. Bir gün Seyyit dediğimiz o peygamber soyundan gelen insan, bu köle kökenli ermişin önüne çıkar, “Sen bir kafirin oğluyken bu halk sana niye bu kadar saygı gösteriyor da ben peygamber evladı olduğum halde bana itibar eden olmuyor?” der. Ermiş şöyle yanıtlar: “Doğru, sen peygamber evladısın, bense bir kafirin oğluyum. Ancak ben senin dedelerinin izinde gidiyorum, sen de benim dedelerimin izinde gidiyorsun. Halk bende senin dedelerinin huy ve davranışını görüyor ve onlara gösterilecek saygıyı bana gösteriyor. Sende de benim dedelerimin huyunu görüyor, onlara gösterilecek davranışı sana gösteriyor. Demek ki lider, özü sözüne uyan, insanlara ahlakıyla örnek olan insandır.” * YARIN: AİLE ÇOK ÖNEMLİDİR, İLK EĞİTİM AİLEDEN ALINIR
SORU: 10-15 yıl önce camiye gittiğimde imamlarımız, Kur’ân’ı Allah’ın indirdiği gibi yani ayet ayet okumuyorlardı. Sebebini araştırmaya başladım. Peygamberimizin Kur’ân okumasıyla ilgili 9 hadis buldum. Bulardan birinde Peygamberimizin Kur’an’ı ayet ayet okuduğu belirtiliyordu. Yani Hz. Peygamber ayetleri birbirine eklemiyor, tane tane okuyordu. Sonra sizin tefsirinizi okudum. Müzzemmil Suresi’nin 4’üncü ayetini yani tertili yorumlamışsınız. Tertilin anlamını ve kapsamını biraz daha açar mısınız? Tertil Kur’ân’ı ayet ayet okumak anlamına da geliyor mu? Namaz içindeki kıraat veya tilavet de tertile tabi midir? (Ali Alp Metin)CEVAP: Tertil, ağır ağır ve düşüne düşüne Kur’ân okumaktır. Elbette Kur’ân ayet ayet okunur. Peygamberimiz zamanında tecvit kuralları yoktu. Bunlar daha sonraki zamanların ürünüdür. Kur’an okuyucular bu iş üzerinde uzmanlaşınca izhar, ihfa, idgam gibi kurallar geliştirdiler. Kur’ân’ı bu kurallara göre okumaya başladılar. Peygamberimiz Kur’ân’ı bu kurallara göre değil, kendi zamanında Kureyş kavminin konuştuğu en edebi Arapça ile okurdu. Bu okumalarda öyle ulama, bitiştirme yok. Hz. Peygamber kelime kelime ama sesle de okumuştur. Çünkü kendisinin “Kur’ân’ı seslerinizle güzelleştiriniz” dediği rivayet edilir. Bu konuda ayrıntıyla uğraşmanın hiçbir yararı yoktur. Önemli olan Kur’ân’ı düşüne düşüne ve anlam üzerinde yoğunlaşarak okumaktır. Yoksa ulamak, idgam, ihfa yapmak yahut paldır küldür okumak değildir. Çünkü ne Peygamber ne de sahabileri böyle yapmacıklara kaçmamışlardır. Peygamberimizin gözde sahabilerinden Abdullah ibn Mesud, “Biz bir ayetin içerdiği bilgileri tam öğrenmeden ötekine geçmez, bazen bir ayet üzerinde günlerce durup düşünürdük” demiştir. Bu konuda el-Burhan diye bir kitapçık vardır. Eğer Arapça biliyorsanız onu okuyun. Bir de benim “Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri” eserimin ön sözünde yer alan “Kıraatlar” bölümünü okuyun. Bu mütevazı sütunumuz böyle ayrıntılara müsait değildir.Talak suresi 1. ayetOKURUM Ahmet Eren, “Kızgınlık anında verilen talak geçerli midir?” diye soruyor. Cevabım şudur: Bir hadis-i şerif vardır: “La talaka vela itaka fi iğlak: Kızgınlık durumunda ne boşama, ne de köle azat etme vardır.” Bu hadise göre kızgınlık anında söylenen kontrolsüz sözle boşama olmaz.Zaten boşama olsa bile bu, kesin boşama değildir. Bir ay içinde sadece bir boşama olur. Boşamanın tamamlanması için üç ay geçmesi, her ayda kadına yaklaşmadan bir talak verilmesi gerekir. Talak Suresi’nin 1. ayetinden bu açıkça anlaşılmaktadır.
Prof. Dr. Ömer Aydın, bir araştırma yazısında kadere iman meselesinin, sonradan Cibril hadisine monte edilmiş olduğunu kanıtlarıyla ortaya koymaktadır. Hollanda’da yaşayan okurum Emrah Gedik de gönderdiği mailde “Dediginiz dogruymuş hocam. Bu hadisin bazı rivayetlerinde kadere inanmak kaydı bulunmuyor. Bunun bir ilave olduğu anlaşılıyor” diyor. Prof. Dr. Ömer Aydın‘ın yazısı şöyledir: Buhari, “İman” adlı ikinci kitabında, Ebu Hüreyre’den şu hadisi rivayet eder: “Hz. Peygamber, dışarıda bir grup insanla birlikte oturduğu sırada ona bir adam geldi ve ‘İman nedir?’ dedi. Hz. Peygamber, ‘İman Allah’a, meleklerine, O’na kavuşmaya, resullerine ve ölümden sonraki hayata inanmandır’ diye cevap verdi” (Buhari, 2:37). Bu hadis, üç ayrı kanalla Müslim tarafından da rivayet edilmektedir. İlk kanaldaki dört ravi, Buhari’nin ravileriyle aynıdır ve hadisin metni de hemen hemen aynıdır. İkinci kanaldaki ilk üç ravi, yine Buhari’nin ravileriyle aynıdır ve hadis yukarıda nakledilen lafızlarla rivayet edilir. Üçüncü kanalda sadece ilk iki ravi aynı, geri kalanlar farklıdır ve hadisin lafızlarına bir değişiklik yapılmıştır. Hz. Peygamber’in cevabı olduğu farz edilen kısım şu şekildedir: “İman Allah’a, meleklerine, kitabına, O’na kavuşmaya, resullerine, ölümden sonraki hayata ve bir bütün olarak kadere inanmandır.” İlave edilen unsur orijinalde yokKaydetmek gerekir ki, raviler (Müslim’in kelimelerini aldığı son ravi hariç) Buhari’nin ravileriyle aynı olduğu zaman hadisin lafızları hemen hemen aynıdır. Sadece “Kitabına” kelimesi ilave edilmiştir. Bu kelime ya Allah’ın meleklerine imanın tabii bir sonucu olduğu için Müslim’in ravileri tarafından eklenmiştir ya da Allah’ın resullerine imana dahil olduğu için Buhari’nin ravileri tarafından terkedilmiştir. Öte yandan iman esasları ve her iki rivayetin lafızları bile tamamen aynıdır. Hatta Müslim’in ravileri Buhari’nin ilk üç ravisiyle aynı olduğu zaman bile hadisin lafızları aynıdır. Fakat Buhari’nin sadece ilk iki ravisinin -Ebu Hüreyre ve Ebu Zur’a- kaldığı üçüncü kanalda, hadis değişir ve kadere imanın ilave edilmesiyle hadise tamamen yeni bir unsur dahil edilir ki bu, orijinalde yoktur. Bu, her türlü şüpheden uzak olarak göstermektedir ki, “kadere iman” ifadesi ne Ebu Hüreyre ne de ondan sonraki ravi Ebu Zur’a tarafından söylenmiştir. Böylece kadere imanın iman esaslarına dahil edilmesinin hicri birinci yüzyılın sonlarına doğru yapılan bir ilave olduğu hiç şüphesiz ortaya çıkar. Kader hakkındaki tartışmaların sonradan ortaya çıktığında hiç şüphe yoktur. İşte bu tartışmalar esnasında, dikkatsizlik veya başka bir sebepten bir ravi bu kelimeleri Ebu Hureyre’nin ağzından söylemiştir.
SORU: Cebrail’in uzak yoldan, üstü hiç toz olmamış bir insan suretinde gelip, ashabıyla oturan Resulullah efendimizin önünde diz çökerek, “İman nedir ya Resullallah?” diye sormuş. Resulullah efendimiz de “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, Resullerine, ahiret gününe, kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna, öldükten sonra dirilmeye inanmaktır” buyurunca “doğru söyledin ya Resulallah” demiş. Bu hadis doğru mu? (Emrah Gedik)CEVAP: Bu hadis, çok sağlam denilen kaynaklarda var ama bana göre uydurmanın ince ayarlısıdır. Kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmak Peygamber döneminin konuları değildir. Kur’ân’da inanç esaslarını belirten ayette kader konusu yoktur. İşte ayet: “Elçi, Rabbinden kendisine indirilene inandı, müminler de. Hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı...” (Bakara: 285), “Ey inananlar, Allah’a, Elçisine, Elçisine indirdiği kitaba ve daha önce indirmiş bulunduğu kitaba inanın. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve ahiret gününü inkâr ederse o, uzak bir sapıklığa düşmüştür” (Nisa: 136). Bu ayetlerde kadere imandan söz edilmemektedir. Gerçi Kur’ân’da Allah’ın, olacak her şeyi önceden yazdığına dair ayetler vardır ama bu husus, iman esasları arasında sayılmamıştır. Kadere iman sorunu, 2’nci, 3’üncü asırlarda çıkan mezhep ve kelâm tartışmalarının ürünüdür. İşte bu adamlar düşüncelerini, Peygamber diliyle onaylatmak istemişlerdir. Çok kurnazlık yapılmıştır. Kur’ân, kıyametin ne zaman kopacağını kimsenin bilmeyeceğini vurgularken bu hadiste kıyamete bazı alametler belirlenmektedir. Cariyenin, efendisini doğurması gibi, binaların yükselmesi gibi... Bu tür düşünceler hep Emevi ve Abbasi dönemlerinin sorunlarıdır. Çünkü o zaman çok cariye oğlu, hükümdarlık koltuğuna geçmiş, bina yapımı hız kazanmıştır. Zahidler bu durumu kıyamet alameti saymak için hadis üretmede gecikmemişlerdir. Doğusu din adına takdire şayan kalpazanlıklar yapılmıştır. Mehir-talak ilişkisiSORU: “Kendileriyle ilişkiye girmeden ya da mehir belirlemeden kadınları boşarsanız size bir günah yoktur” şeklinde bir hadis var mı? Eğer varsa bu güvenilir bir hadis midir? Karım benden bir mehir istemedi. Bu durumda 3 talak verilse bu tek talak olarak mı kabul edilir? (Celal Kara)CEVAP: Yazdığınız ayettir. Şöyle: “Henüz dokunmadan ya da mehir kesmeden kadınları boşarsınız size bir günah yoktur. Ancak onları faydalandırın (bir miktar bir şey verin). Eli geniş olan, kendi gücü nispetinde, eli dar olan da kendi kaderince güzel bir şekilde faydalandırmalı (herkes gücü ölçüsünde bir şey vermeli)dir. Bu, iyilik edenlerin üzerine bir borçtur. Bir mehir kestiğiniz takdirde henüz dokunmadan onları boşamışsanız, kestiğinizin yarısını (verin). Ancak kadınlar vazgeçer yahut nikâh bağı elinde bulunan (erkek) vazgeçerse başka. (Erkekler) Sizin affetmeniz (müsamaha gösterip mehrin tümünü vermeniz) takvaya daha yakındır. Aranızda birbirinize iyilik etmeyi unutmayın. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı görür” (Ahzab: 236-237).
DÜNDEN DEVAMEbu Müslim ve Kadi Abdulcebbar’a göre akıl Allah’ın varlığını, O’na hizmetin iyiliğini, zulmün kötülüğünü anlayabilir. İşte insanların başlangıçtaki dini, böyle akıldan çıkmış bir dindi, herhangi bir peygamberin getirdiği şeriattan alınmamıştı. Çünkü ayetteki en-nebiyyin kelimesi umum ve istiğrak ifade eder. Baase (gönderdi) kelimesinin başındaki “ba” da terahi (sonralık) manası taşır. “Sonradan Allah peygamberleri gönderdi” demektir. Bu söz, peygamberlerin, insanların bir tek ümmet olduğu çağdan sonra gönderildiğini ifade eder. Demek ki o çağda insanların dini, herhangi bir peygamberin şeriatından alınmamıştı. İnsanlar, akıldan doğan bir din üzerinde anlaşmışlardı, sonradan çeşitli nedenlerle ayrılığa düştüler.“Peki, insanların evveli Adem de peygamber değil miydi?” sorusuna Kadi şöyle cevap veriyor: “Muhtemeldir ki Adem, önceleri evladıyla birlikte akıl dinine bağlıydı. Sonraları Allah onu kendi çocuklarına peygamber gönderdi. Kendisinin vefatı üzerine şeriatı ortadan kalktı, insanlar tekrar akıl dinine döndüler.” Hz. Adem halife yapılmış, Tanrı’dan ilham alacak düzeye getirilmiş insandır. Kur’ân, Allah’ın Adem’e direkt verdiği emirlerden, ona hitabından söz eder. Kanaatime göre bu bağlamdaki konuşma, Allah’ın Adem’in içine doğurduğu yönlendirici düşüncelerdir. Fakat bu, Adem’in Allah’ın hitabını duyma biçiminde de olabilir. Bu anlamıyla Adem’e, gizliden haber alan bir insan olarak nebi (peygamber) de denilebilir. Ama Kur’ân, vahiy peygamberliğini Nuh ile başlattığına göre (Şûra 62/13, Nisa: 98/163), ilk din ve yasa koyan peygamber Nuh’tur. Adem’in dini akılla, içine doğan düşüncelerle oluşan birtakım ilkel toplum yasaları, doğal kurallar olmalıdır. Kur’ân, Adem’e vahyedildiğinden söz etmediğine göre Adem, kendisine vahiyle şeria verilmiş bir resul değildir. Adem’in yönettiği az miktardaki insan topluluğu, yaşantıları basit, ihtiyaçları az, ilkel insanlardı. Adem’e Allah’a iman esasına dayalı fakat ilkel toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak basit akıl kuralları ilham edilmişti. Zamanla insanların sayıları ve ihtiyaçları arttıkça kin ve haset duyguları belirmeye başladı, anlaşmazlıklar çıktı. İnsanlar, atalarının asude yolundan saptılar, çeşitli güçlere tanrılık atfettiler, ayrı ayrı milletler doğdu, ayrı ayrı inançlar türedi. Kavgalar, nizalar başladı. İnsanları huzura kavuşturmak, hak yola sokmak için peygamberler gönderildi. O günden bugüne Hak ile batılın mücadelesi sürüp gitti. İlk insanların uydukları kurallar, ister doğal akıldan, sağduyudan çıksın, ister peygamberin vahyi olsun, evrenin yaratıcısına iman ve O’na itaat esasına dayalıydı. İşte bu inanç sisteminin adı İslâm’dır ve ilk peygamberden bu yana yegane hak yol, İslâm’dır. Kur’ân, inancın sağlam düşünceye, akla ve delile dayalı olmasına önem verir. Birçok ayetin sonunda bunların, iyi düşünen sağduyu sahiplerine kanıt ve ibret olduğunu vurgular. Bunları, onların anlayacağını ama düşünmeyenlerin, yanlış inançlarını sürdüreceklerini belirtir.
n DÜNDEN DEVAMFelsefe ve mantıkta akıl: “Varlığın hakikatini algılayan, maddi olmayan fakat maddeyi etkileyen basit bir cevher; maddeden şekilleri soyutlayarak kavram haline getiren ve kavramlar arasında ilişki kurarak önermelerde bulunan, kıyas yapabilen güç” demektir (Süleyman Hayri Bolay, Diyanet Vakfı İsl. Ans. 2/238). Peygamberlerden önce insanların bir tek ümmet olduğunu belirten Bakara 213. ayet, aşağıdaki şekillerde tefsir edilmiştir:1- Burada ümmet din anlamındadır. İnsanlar, önceleri hep aynı dine bağlı olan bir toplumdu. Bu din, Allah’a iman ve O’na teslim olma esasına dayanan fıtri (doğal) dindi. Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etmek, doğuştan insanda mevcut bir özelliktir. Nitekim hadis-i şerifte de “Her çocuk, fıtrat (Allah’a teslim olma) esası üzerine doğar. Sonra onun anası babası, onu ya Yahudi, ya Hıristiyan veya mecusi yapar. Nasıl ki her hayvan, yavrusunu, vücut organları tam olarak doğurur, hiç o yavrunun burnunda, kulağında eksik, kesik bir şey görür müsünüz? (Fakat sonradan insanlar, onun kulağını keser, burnunu yarar, ona bazı işaretler vururlar. İşte insan da böyledir. Kusursuz İslâm dinini, tevhidi kabule müsait bir durumda yaratılmışken sonradan ana babası ona kendi damgalarını vururlar)” denir. Hadisi rivayet eden Ebu Hüreyre “Allah’ın, insanları yarattığı fıtrat. Allah’ın dininde bir değişiklik yoktur, işte doğru din budur” (Rum: 84/30) ayetini okumuştur (Buhari, Cenaiz 92; Ebu Davud, Sünnet 17).Bu hadis-i şerife göre çocuk, Allah’ın varlığını ve birliğini kabule istidatlı bir biçimde yaratılır. İnsanda bulunan akıl, insanı bu inanca götürür. İşte bu, özüyle İslâm’dan başka bir şey olmadığından her insan, İslâm yani Allah’a itaat ve kulluk yaratılışı üzerine dünyaya gelir. Fakat sonradan aile ve çevre, çocuğun bu saf yaratılışını değiştirir, ona benliğine aykırı, tevhide muhalif inançlar aşılar. İnsanlığın başlangıç tarihlerinde doğuştan gelen bu istidat bozulmadığı için insanlar, akıllarıyla Allah’ın varlığı esasına bağlı, doğal din içinde bir tek ümmettiler. Sonradan dünya sevgisi, kin ve haset duyguları, insanlar arasında anlaşmazlıklar çıkardı, düşmanlıklar meydana getirdi. Allah da onları yola getirmek için zaman zaman peygamberler gönderdi.Kur’ân-ı Kerim’de bu anlayışı destekleyen ayetler vardır. Rum Suresi’nin 53‘üncü ayeti, Allah’ı birleyip O’na boyun eğmenin, insanın doğasında mevcut olan doğru din olduğunu, Ali İmran Suresi’nin 67’nci ayeti, İbrahim’in ne Yahudi, ne de Hıristiyan olmayıp Allah’ı birleyen bir Müslüman olduğunu haber vermektedir. Allah’ı bir bilip O’na boyun eğmenin adı, İslâmdır. Bunun hukuk sistemi zaman zaman değişebilir ama esas inanç bir olduğundan bütün peygamberlerin telkin ettiği inanç sisteminin adı İslâm’dır. Onun için bütün peygamberler topluluğu ve onlara tabi olanlar bir tek ümmet olarak nitelendirilmiştir. DEVAM EDECEK
SORU: Kur’ân-ı Kerim’de ve diğer dini kitaplarda insanın düşünce sistemiyle ilgili olarak ne kadar bilgi verilmiştir? Bir insanın düşünceleri Allah tarafından herkese açılabilir mi? İnsanın beyni, tüm düşünce sistemi, aklından geçen her şey başkaları tarafından duyulabilir mi? Tarih boyunca böyle bir şey yaşanmış mıdır? Kur’ân-ı Kerim’de bununla ilgili bir anlatım var mı? (Efkan Rüstem) CEVAP: Kur’ân’a göre gaybı yani beş duyudan gizli kalan şeyleri sadece Allah’ın bildiği, gizliyi Allah’tan başka kimsenin bilmediği vurgulanır. İnsanın kafasından geçen düşüncelerin başkaları tarafından algılanması bazı kişilere verilen olağan dışı özelliktir. Buna İslâm kelamında keramet denir. Ama keramet genel değil, ibadetle olgunlaşmış bazı kişilere yani ermişlere verilen özel lütuftur. Peygamberlerde görülen olağanüstü şeylere mucize, onların yolunda giden ermiş kullarda görülen olağanüstü durumlara da keramet denir. Bunun dışında kamu için geçerli olan, akıl kurallarıdır. Bilgilerimiz, duyularımıza çarpan verilerden gelir. Bu münasebetle Kur’ân’da aklın yeri hakkında biraz bilgi vermeyi gerekli görüyorum: Bağlamak, tutmak, korumak anlamındaki “akl” sözcüğü, terim olarak algılamak demektir. Algılama aracı olan akıl, “Bir nurdur ki kişi onunla, duyularla kavrayamadığı şeyleri kavrar”, sahibini tehlikelere düşmekten koruduğu için düşünce yetisine akıl denmiştir. Akıl, iyiyi ve kötüyü seçip ayırdetme yeteneğidir. Ragıb aklı, “Bilgiyi kabul etme yetisi” yahut “Kavrama yetisiyle kazanılan bilgi” şeklinde tanımlamış ve bu konuda Hz. Ali’nin şu manzumesini anmıştır:Akıl ikidir: Yaratılıştan gelen ve işitilen (duyularla kazanılan). Yaratılıştan gelen yeti olmadıkça duyularla elde edilen yarar sağlamaz.Nasıl ki göz görmedikten sonra güneş ışığının bir yararı olmaz.Kur’ân-ı Kerim’de isim olarak akıl kelimesi geçmez. Fakat akıl kökünden yapılmış ve aklın işlevlerini belirten fiiller geçer. Yani Kur’ân, işlevi olmayan akıldan değil, fonksiyoner akıldan söz eder. Çünkü ancak fonksiyoner akıl düşünce üretir ve insanı diğer canlılardan ayırdeder. Hz. Peygamber’in de “Hiç kimse, kendisini doğruya ulaştıran ya da bir kötülükten alıkoyan akıldan daha değerli bir şey kazanmamıştır” dediği rivayet edilir. Ankebut Suresi’nin 43’üncü ayetinde bu düşünce yetisine sahip olan insanlar övülmektedir. Burada kastedilen akıl, doğuştan gelen değil, kazanılan akıldır. Allah’ın, akılsız diyerek kınadığı her yerde bu ikinci (kazanılmış) akıl kastedilir. Mesela “(Onlar), sağır, dilsiz ve kördürler, onun için düşünmezler” (Bakara: 171) gibi ayetlerde kastedilen ikinci akıldır. * DÜNDEN DEVAM