Ne çok sorulmayan soru, konuşulmayan gerçek var bu ülkede...Herhalde işin içyüzünü bilenler biliyor ama kalabalıkların bilmesine izin verilmiyor.Neler mi?Mesela canlı bomba olmak... ***Rakel Dink’in ruhumu her defasında sarsan o cümlesi çınlıyor içimde ‘ bir bebekten katil yaratan karanlık…’O çocuklar nasıl bir ruh haliyle, ne için, kim için canlı bomba olmayı göze alıyorlar?Bunu nasıl yapabiliyorlar?***Hangi ruh iklimi bu ülkeyi bu kadar çok canlı bombanın çıkabildiği biryere çevirdi?O çocuklar bu dünyada kaybettikleri neyi öbür dünyada arıyorlar?Bu ülke, bu çocukları neden hayatın içine çekemiyor?Patlayarak, başkalarını öldürerek ölmek, onlar için nasıl bu kadar özlenen bir akıbet oluyor?***Bunlar, o çocukların ruh haliyle ilgili sorular…Bir de daha somut sorular var.Nasıl devletin gözü önünde, hepsinin kimliği, konuşmaları bilinirken bu çocuklar oradan oraya rahatça bombalarıyla dolaşabiliyorlar?Neden o kadar bilgiye rağmen bu çocukların eylemleri önlenemiyor?Ardı ardına bu kadar çok bombalı eylem hangi aymazlığın sonucu?***Siyaset ve taraftarlık öylesine gözümüzü kör etmiş ki asıl konuşmamız gerekenler bir türlü gündeme gelemiyor.Hepimizin potansiyel kurbanlar olmamız bile bunları tartışmamızı sağlamıyor.Kim haklı, kim haksız kavgası asıl sorunların bile önüne geçiyor.***Bütün bunlara bakınca, herhalde diyorum biz kendini seven bir toplum değiliz...Hatta sevmiyoruz ne kelime, kendimizden neredeyse nefret ediyoruz bence...Yok edilmesi gereken bir kalabalıkmışız gibi davranıyoruz kendimize.Birisinin bize yaşamayı ölümden çok hak ettiğimizi, kendimizden böylesine nefret etmemiz gerekmediğini söylemesi gerekiyor sanki…Yoksa insan bir ‘yokoluş’ bu kadar normalmiş gibi davranabilir mi?***Kendimize ne yaptık ki acaba bu kadar nefret ediyoruz kendimizden,bilemiyorum...Kendimizi ölüme ve hayata karşı hiç savunmuyoruz.Her felaketten sonra ağlayıp yeni bir felakete yelken açıyoruz.Akla uygun hiçbir fikri dinlemeyip ölüme doğru koşuyoruz toplumca.Çocuklarımızı çocuklarımız öldürüyor...***Bu karanlığı değiştirmek istemiyor muyuz?İstemiyorsak neden istemiyoruz, istiyorsak neden değiştirmiyoruz?Hep birlikte ölümün kenarında duruyoruz ama bu soruların cevaplarını bile araştırmıyoruz.
Ankara’daki patlamaya yayın yasağı gelmiş.İktidarın sorumlu olabileceği, eleştirilebileceği hangi konuda yayın yasağı gelmiyor ki?“İktidarı eleştirmek, hatalarını, ihmallerini sorgulamak yasaktır” diye bir yasa ya da yasak çıkarsalar da rahat etseler.Bu yayın yasaklarının toplumu susturduğunu sanıyorlarsa, onlara kötü haberi vereyim, hayır kimse susmuyor, herkes, her yerde bunu konuşuyor.Bu kadar büyük bir acının üstü öyle yayın yasaklarıyla falan örtülemez.***Madem Ankara’yı gazetelerde yazmak, sorgulamak, eleştirmek yasak, o zaman gelin biz de Suruç’taki patlamadan söz edelim.Orada neler oluyor ona bakalım.***Bugün gazetesinde okudum; Suruç katliamı dosyası hala Emniyet’teymiş... Savcının önüne dosya hala gelmemiş...33 kişinin hayatını kaybettiği Suruç saldırısının üzerinden yaklaşık 3 ay geçmesine rağmen olayda hayatını kaybeden gençlerin otopsi raporlarının bile tamamlanmadığı ortaya çıkmış...Dosyanın hala Emniyet’te olduğunu ve savcıya gönderilmediğini belirten avukat Özlem Gümüştaş, “Suruç çözülseydi Ankara’daki patlama önlenebilirdi” diyor.Haksız mı?***Ankara’da 97 kişinin hayatını kaybettiği bombalı saldırının 20 Temmuz’da Suruç’taki bombalı saldırıyla olan benzerliğini, suçluların iki kardeş çıktığını düşünürsek... İnsan bu soruyu sormadan duramıyor doğrusu “Suruç’u niye çözmediniz?”Diyarbakır, Suruç, Ankara...Her bir patlama bir diğerinin verisi aslında,zincirleme gidiyor.***Ve Avukat Özlem Gümüştaş, soruşturma kapsamında gizlilik kararı alındığını hatırlatarak “Dosyayı inceleyemiyoruz,hiçbir evrak alamıyoruz. Otopsi raporlarını da alamıyoruz. Otopsi raporları gizlilik kapsamına girmez. Ayrıca biz şüpheli veya şüpheli vekili değiliz, müşteki vekiliyiz. Kısıtlılık kararı şüpheli ve şüpheli müdafinin belge almasını kısıtlayan bir araçtır. Gizlilik kararı bize niye uygulanıyor” diye soruyor...Var mı bu avukata verilecek bir cevap.Yok. Verilen tek cevap şu: Susun, konuşmayın.***İnsanlar patlamalarla ölüp duruyor.Kimin bombaları patlatacağı aylardan beri biliniyor, defalarca gazetelerde yazılmış.Ama yakalanmamışlar, engellenmemişler.Onlar da gelip öldürmüşler.***Kimin ihmali, aldırmazlığı ya da suç ortaklığı var bu patlamalarda? Nasıl her patlama göz göre göre gerçekleşmiş?Ölenler bizim insanlarımız ama… Bu soruları her sorduğumuzda cevap aynı:“Susun, konuşmayın, sormayın, araştırmayın…Kaderinize razı olup bir sonraki bombalamayı bekleyin.”***Gazeteleri, televizyonları susturabilrsiniz… Ama halkı susturamıyorsunuz…İnsanlar konuşuyor, soruyor, araştırıyor.Susmayacaklar…Unutmayacaklar… Yeryüzünde, bu yaşananları halka unutturacak bir mahkeme de bulunmuyor.
Acıları acılarla unutuyoruz bu ülkede diye yazmıştım geçen gün...Ölülerimizi sayılarla, acılarımızı kimliklerimizle anlatıyoruz...Aklımda hep Suruç katliamı vardı bunları yazarken,unutulmaz bu katliam diyordum, bu acılar ruhlarımızdan silinmez... Her acı yeni acılarla unutuldukça isyan ediyordum acıların acılara eklenmesine...Allah bu acıları unuturmasın diyordum...Ve hiç bilmiyordum olacakları...***Hiç bilmiyordum bu ülke, var olduğu sürece o korkunç Cumartesi sabahını unutmayacak diye yazacağımı...Ben sadece yaşadığımız ülkeyle ilgili endişelerimi anlatmaya çalışıyordum, korkularımın bu kadar çabuk gerçekleşeceğini bilmiyordum.Bir bombanın sadece barış için toplanan masum insanların bedenlerini, geride kalan bizlerin de ruhlarını paramparça edeceğini bilmiyordum...Alçakça katledilişlerini anlatacağımı hiç bilmiyordum....***Bütün bu acılar, ölümler, o gençler, katledilen barış isteyen masum insanlar, ölümleriyle de bir aydınlık yaratıyorlar farkında mısınız?O insanlar yaşarken yapmak istediklerini cesurca ölürken de yapıyorlar...Ülkeyi karanlığa boğmak isteyenlerin yüzü, her masumu öldürdüklerinde biraz daha açığa çıkıyor...Barış ve demokrasi istiyoruz diyen herkesi öldürüyorlar ve akan her kanla birleşen puzzle parçaları gibi kendi imzalarını atıyorlar sanki...“Biz yaptık!”***Cesur insanlar öldükçe onlar kazandığını zannediyor oysa cesur insanlar öldükçe alçaklar ortaya çıkıyor...Karanlık insanların medet umduğuşiddet, Cumhuriyetin en kanlı katliamına dönüşüyor ama istedikleri şey olacağına masumların kanına yüzleri yansıyor...Ne tuhaf değil mi, yarattıkları karanlık önce onları yutuyor...***Ülkeyi yönetenlerin birinci görevi, toplumlarını bu tür katliamlardan, bu tür acılardan korumaktır.Koruma sorumluluğu onlarındır.Koruyamadıklarında, görevleriniyapmadıkları için suçlanacak olanlar daonlardır.Bunun siyasi bedelini ödemek zorunda olanlar da onlardır.İstifa müessesi böyle yöneticiler için vardır.***Türkiye nasıl bir pusuya düşürüldüğünü acılarla görüp öğreniyor.Ölümler bütün ülkeye yayılıyor.Haber bültenleri kan ve ölüm kokuyor.Bu ülke, bunları yapanları, bunlara yol açanları affetmeyecek.***Affetmeyeceğiz onları….Ve affetmediğimizi de göstereceğiz.Çok yakında göstereceğiz hem de…
Dün T24 sitesinde harika bir yazı yazmıştı Hasan Cemal ..Diyordu ki “Rusya güneyimize yerleşiyor. Üstelik üsleriyle, füze sistemleriyle, uçaklarıyla.Daha ilginci Suriye Kürtleriyle, yani Rojava Kürtleri ile flört halinde Moskova.Amerika’dan sonra Rusya da PYD ile ilişkilerini geliştiriyor. Tayyip Erdoğan ise o malum sloganını yinelemeye devam ediyor:‘PKK neyse PYD de odur, DAİŞ de odur, hepsi terör örgütüdür .’Görülen o ki, Erdoğan’ın epeyce bayatlamış, içi boşalmış bu sloganı, Washington gibi Moskova’da da pek öyle yankı yaratmıyor.Çünkü her iki başkent için de bugün öncelikli hedef IŞİD.Ve IŞİD’e karşı mücadele konusunda Obama ve Putin yönetimlerinin Kürtleri ayrı bir yere oturttukları çok açık...Ankara’nın bu yanlışı, bir yandan PYD ile PKK’nın manevra alanını genişletirken, diğer yandan Suriye Kürdistanı’nda, yani Rojava’da Kürtleri Amerika’dan sonra Rusya’ya doğru da itiyor.Kendi Kürtlerimizden sonra Suriye Kürtlerini de soğutuyoruz.Ve Amerika’dan sonra Rusya gelip Suriye Kürdistanı’na, yani Rojava’ya yerleşiyor.”***Kürt sorununu sadece PKK ile savaşmak zanneden ya da bu sorunu eski usul devlet alışkanlığı ile çözmeye uğraşan bir iktidar gerçekten Kürt sorununu çözebilir mi sizce?Mustafa Kemal, en büyük rakibi olarak gördüğü Enver Paşa’yla İttihatçıların, iktidarı ordu sayesinde ellerinde tuttuğunu farkedince, ordunun siyasetten çekilmesini savunmaya başlamıştı… “Orduyu siyasetten çekin” diyordu… Ama bu kural ne yazık ki daha sonraki dönemlerde de hayata geçemedi…Türkiye Cumhuriyeti de birçok sorunu bu yüzden yaşadı. İpleri asker tarafından ele geçirilmiş devlet, kendi vatandaşlarının bir kısmını kendine düşman olarak görmeye başladı, bir kısım vatandaşla devlet karşı karşıya geldi.Kürt kimliğini biraz ön plana çıkartan herkes yıllarca bölücü muamelesi gördü bu memlekette…Ordu siyasetten çekildi belki artık ama bu sorun çözülmedi... Bugün Türkiye, birbirine güvenmeyen devlet-vatandaş kopukluğunu hâlâ sancılı bir şekilde yaşıyor…Onun yerine iktidar hele de seçimden sonra akıl almaz bir Kürt politikası çizdi...Kürt eşittir terorist, düşman...***Oysa bundan 3 sene önce yapılmış bir anketi hatırlıyorum...Diyarbakır’da 60 bin öğrenci üzerine yapılan bir anket... Öğrencilere hangi dersleri seçmek istedikleri sorulmuştu...23 bini, “Hazreti Muhammed’in hayatı” demişti.20 bini, “Kuran’ı Kerim” okumak isterim demişti...10 bin öğrenci “Matematik uygulamaları”nı seçmişti... “Demokrasi ve İnsan Hakları”nı seçenler 5 binde kalmıştı...“Kürtçe” diyenler sadece 4 bindi...***Sadece bu araştırmadan bile görülebildiği gibi büyük çoğunluğu dindarlığa sarılmış olan Kürtler, AKPdöneminde “eşitliği ve adaleti getirecek dindar bir iktidar” bulduklarına inanmışlardı.AKP, güneydoğu’da bütün rakiplerinden daha fazla oy alıyordu.Bugün o oyların hemen hemen hepsini kaybetti.Hasan Cemal’in dediği gibi iktidar Kürtleri kendinden soğuttu.İktidar kanadında, niye böyle oldu diye soran yok gibi… “Adaylar yanlıştı” noktasından öteye geçemiyorlar.***AKP, Kürtleri kaybetti çünkü askeri vesayet döneminin yöntemlerine döndü.“Eşitliği ve adaleti getirecek dindar bir parti” gibi gözükmüyor artık. Ne yazık ki kaybeden sadece AKP olmadı.Türkiye de kaybetti.
İnsan sevdiği biri acı çektiğinde, üzüldüğünde,sıkıldığında kendini çok büyük bir çaresizliğin içinde hissediyor.Onun acı çektiğini, büyük bir üzüntü yaşadığını görüyorsun, onun acısını yatıştırmak, üzüntüsünü hafifletmek istiyorsun ama elinden bir şey gelmiyor.Gelse bile yeterli olmuyor....Onun acısı, senin gücünü aşıyor.Acıyı paylaşsan da azaltamıyorsun.Onun acısını ve kendi çaresizliğini hissediyorsun sadece...***Bugünlerde sevdiklerim çeşitli zorluklardan geçiyor.Onların geçtiği zorluklar benim çaresizliklerime,benim çaresizliklerim şu yağmurlu sonbahar günlerinde sorulara dönüşüyor...Hani sürekli bir hesaplaşma olan hayatın barış dönemleri sayılacak eğlenceli zamanları kadar, bir dekendimizle yüzleştiğimiz, içimizdeki derin izlerin peşinden gittiğimiz, biriktirdiğimiz ne varsa bir kez daha onunla karşılaştığımız zaman parçaları vardır ya hayatın içinde…Acılar etrafı sarmaya başladıkça usulca sokulup girer insanın hayatına... İşte öyle bir şey oluyor bugünlerde hayat...Hayatımı gözden geçiyorum...,O hırpalayıcı soruları ardı ardına kendime soruyorum.***Bir hayat nedir gercekten?Bunca acı varken, hatta ölüm varken, nedir bir hayat?Hiç bir şeye aldırmamız gereken bir saçmalık mı?Yoksa her anını büyük bir sorumlulukla geçirmemiz, her anın kıymetini bilmemiz gereken değerli bir armağan mı?Bir hayat nedir gerçekten?Nasıl yaşanmalıdır bir hayat?***Eğlenmekten, gününü gün etmekten başka bir amacı yoktur mu demeliyiz?Bir iz mi bırakmaya çalışmalıyız yoksa ardımızda?Çevremizdekileri memnun etmek mi olmalı gayemiz?Yoksa kendimiz miyiz hayatımızın merkezi,başkalarına aldırmamalı mıyız?Nedir bir hayat?Nasıl yaşanmalı?***Acılarla çevrelendiğinizde, çaresiz kaldığınızda sorular da üşüşüyor elbette üzerinize…Hayatı ve ölümü anlamak istiyorsunuz.Güçsüzlüğünüzün ve çaresizliğinizin nedenlerini, size böylesine güçsüz bırakan kaderi sorgulamak istiyorsunuz.Bu hayat bizden ne bekliyor diye soruyorsunuz.Binlerce yıllık o bildik soru patlıyor yüzünüzde:Hayat nedir?***Bazen insan, kendi ruhunda acı veren bir yolculuğa çıkıyor ve ne yana dönse kendi acısına ve çaresizliğine çarpıyor...Sevdiklerim acı çektikçe ben de kendi kıyılarıma vuruyorum bugünlerde...Ve kendi kıyılarıma vurdukca, acı ve çaresizlik kuşatıyor belki her yanı ama hayatın karanlık yanlarından korkmamayı da ancak karanlıktan geçerken öğreniyor insan iste...***Hayatın bir amacı varsa da biz o amacı bilmiyoruz henüz.Acıyı ve sevinci öğreniyor ama onun ötesine geçemiyoruz...Peki nasıl yaşamalı bir hayatı?Acıyı ve sevinci görüp, ikisinin de hakkını vererek,mümkün olduğunca dürüstçe geçip gitmeli herhalde.Hayatın bize öğrettiği başka da bir şey yok sanırım...
“Bu korkunç olaylar nasıl başlamıştı, hatırlıyor musun” dedi bir arkadaşım, “o kadar fazla şey oldu ki, ben canımızı böyle yakan olayların başlangıcını bile hatırlamıyorum sanki artık…”O böyle söyleyince bir düşündüm, bir fırtınanın içinde gibiydik gerçekten ve bu fırtınanın başlangıcı şimdi bize çok uzak geliyordu.Halbuki olaylar başlayalı sadece birkaç ay olmuştu.***Acıları acılarla unuttuğumuz bir ülkede yaşıyoruz biz.Acıları acılarla unutuyoruz.Beni çok etkileyen bir söz vardır, daha sıklıkla ölüm acısında söylenir, “Allah bu acıyı unutturmasın” derler.Allah yaşadığından daha büyük bir acı vermesin ki bu acıyı unutacak noktaya gelme...***Ülkedeki acı sarmalı nasıl başlamıştı hatırlıyor musunuz?Otuz iki gencin katledildiği Suruç Katliamı ile başlamıştı bu korkunç süreç, seçimden hemen sonra...Seçimde ne olmuştu peki?İktidar beklemediği bir sonuçla karşılaşmış, tek parti olarak çıkamamış, nedenini de HDP’nin meclise 80 milletvekili sokması olarak görmüştü...80 Kürt milletvekili hiç beklemedikleri bir şeydi anladığım kadarıyla...Sanırım bu yüzden işte, Suruç katliamında gençleri katleden IŞİD’ken, ki bunu hükümet açıklamıştı katliamdan hemen yarım saat sonra ‘İŞİD yaptı’ diyerek, iktidar sanki sonra bunu unuttu ve PKK ile HDP suçlanarak kanlı bir savaş başlatıldı.Böyle oldu değil mi, beraber yaşadık her şeyi...***Ve bu savaştan, HDP’nin oy kaybına uğraması beklenildi.HDP’ye oy verenler vatan haini, yeniden verecek olanlar daha büyük vatan haini olarak fişlendi...Ama öyle olmadı işler...Biz acıları acılarla unutmaya başladık ama iktidar kaybettiği oyları HDP’den geri alamadı...***Yakınlarını bu savaşta kaybedenler ise çocuklarının bir siyasi ihtirasa kurban edildiğini düşünerek isyan ettiler.Cenazeler ve isyan çığlıkları her gün biraz daha arttı.Her gün yeni ölüm haberleri geliyor.Ve savaş bitmiyor.Daha da korkuncu, savaşı başlatanlar da bilmiyor artık bu savaşı nasıl durduracaklarını.***Ülkede şiddet artıyor.Dağlarda gençler ölürken, şiddet toplumun ruhuna sızıyor, öfke ve nefret çoğalıyor, büyük şehirlerin sokaklarında gazetecilere saldırılar düzenleniyor.Bir sonraki adımın ne olacağını, şiddetin kimi, neyi, nasıl hedef alacağını bilemiyor insan...***Ülkeyi yönetenler şiddetin böyle artmasından belli ki korkmuyorlar ama ben korkuyorum.Benim gibi birçok insan da korkuyor.“Suriye mi olacağız” cümlesi bugünlerde en sık duyduğum cümlelerden biri haline geldi.***Allah bu acıyı unutturmasın…Bugün yaşadıklarımızdan daha beterini yaşamasın bu toplum.Bu gidiş, iyi bir gidiş değil çünkü…
Bazı cümleleri unutamazsınız…. O cümle hafızanızın derinliklerine sığınır, kaybolur, o karanlıklarda gezer hatta silinir ama sonra birden çıkar gelir ummadığınız bir anda ya, işte geçen gece de böyle oldu. Daha doğrusu gelecekte yaşanmasını beklediğim böyle bir maceranın ilk adımı atıldı…Şöyle bir cümle duydum Bahar’la sohbet ederken; ‘şu an aşığım, yani öyle olduğumu düşünüyorum, kime bilmiyorum ama bu bana iyi geliyor.’Ben de, ‘bu cümleyi kolay kolay unutmam hatta unutsam bile o beni unutmaz, bu cümle mutlaka birgün ansızın tekrar hayatıma girer‘ dedim. ‘Şu an aşığım, kime bilmiyorum ama aşığım...’***Buna bayıldım, ne dediğini de anladım doğrusu… Ama şaşırdım da, aşık olmak genelde korkutur bizi ama bedensiz, hatta isimsiz bir aşk bize neredeyse gerçeğinden daha iyi gelebiliyor.“Aslolan aşk demek ki” diye düşündüm, kime aşık olacağın ise talihin işi.İnsanlar asırlardan beri aşık oluyor, buna rağmen aşkı tarif edemiyor, niye acı çektiktiklerini kavrayamıyor.Neye aşık oluyoruz, niye aşık oluyoruz, neden acı çekiyoruz bir türlü bilemiyoruz... Hayatta bu kadar eski, bu kadar çok sorulmuş ve bu kadar cevapsız kalmış kaç soru var acaba?***Neden o insana değil de, bu insana aşık oluyoruz?Bunun ölçüsünü biliyor muyuz, bilmiyoruz, aşkın nereden, nasıl çıkacağını hiç kestiremiyoruz, hayat bizi hep şaşırtıyor, öyle değil mi? Ama bütün bunların yanında aşk bir hastayı iyileştirecek kadar da güçlü… Hatta olmayanı bile…Aşk, aslında bedeni işin işine katmadan sadece duygusal olarak yaşanan bir bağlanma mı acaba?Aşık olduğumuzda zihnimizin coşkusu bedenin arzularını bile önemsizleştiriyor mu? Aşk büyüdüğünde, beden geri çekilip sahneyi bütünüyle duygulara mı bırakıyor acaba?Yani aşk aslında bedensiz bir şey mi?***Aşk, bedenlere, hatta kişilere muhtaç olmayacak kadar güçlü bir şey mi?Bedenler fiziksel hazlar katsa da, aşkı aşk yapan şey, görünmez başka bir gücün, ruhumuzun derinlerinde saklı bilmediğimiz başka bir ihtiyacın cevabı mı?Sevişmek, bedenin bir başka bedenle tamamlanması ama aşk, bir ruhun bir başka ruhla tamamlanması anlamına geliyor ki bazen onu tanımanıza bile gerek duymuyorsunuz Bahar’ın dediği gibi...Ya da bu dediklerim tamamen yanılsama mı? Aşk insanı böyle değiştirecek bir duygu değil mi? Bedensel hazlardan, isteklerden örülmüş bir duygusal karmaşa mı?***‘Doğrusu budur’ diyebilecek kimse olduğunu sanmıyorum. Tabii böyle bir duyguyla ve bu duygunun cisinleşmiş hali olan bir insanla çoğalıp tamamlanınca, o insan gittiğinde azalıp eksilmek de olası, belki de ‘aşk acısı’ denilen de o eksilmenin, azalmanın yarattığı ıstırap. O ıstırabı bir gün yaşarız diye aşktan korkup kaçacak mıyız?Öyle yaparsak, hep eksik ve az kalırız.İşte belki de bu yüzden, ‘eksik’ kalmamak için Bahar ‘aşık oluyor’, hem de bilmediği, tanımadığı birine.Kimbilir...PS: Eski bir yazıdan küçük bir anı...