Bugün bir giriş cümlesine ihtiyaç duymuyorum, olduğum yerden devam edeceğim...Bir gazeteci için “devlet çıkarı” diye bir kavram yoktur, olamaz da...“Devlet çıkarını” korumak “devlette çalışanların” işidir.Gazetecilerin işi de gerçekleri açıklamaktır.Bir çok kolay anlaşılabilecek, karışık hiçbir yanı olmayan bir iş bölümüdür.Babam söylemişti bunu, “Toplumlar, gazeteciliği bunun için keşfetmiştir, gizli olanları, saklananları bulup çıkarsınlar, halka anlatsınlar diye,” demişti...Çok doğru demişti.***Televizyonda kendine gazeteci diyen tuhaf insanlara rastlıyorum da , “devletin çıkarı” için gerçekleri saklamayı gazetecilik diye anlatıyorlar...Hiç utanıp çekinmeden bunu övünerek söylüyorlar bir de...“Ben bu haberi basmazdım çünkü bu devletin lehine olmazdı.”diyorlar...***Neyin “devletin çıkarına” olduğuna devleti yönetenler karar verir,peki...Ama ya devleti yönetenler yanlış karar veriyorsa, ya “devlet çıkarına” sandıkları şey aslında devletin ve toplumun çıkarına aykırıysa?Gazeteciler olmadan, gerçekler açıklanmadan bunu nasıl anlayabiliriz ki?Gazeteciliği ve gazetecileri susturunca aslında gerçekleri susturmuş olmuyor muyuz?Devleti ve toplumu, yanlışlıklar karşısında korumasız bırakmış olmuyor muyuz?***Gazetecilerin, devlet konusunda kendi mesleklerinden uzaklaşıp“devlet görevlisi” kılığına girmesi toplum için en büyük tehlikelerden biri bence...Şimdi bu en tehlikeli insanlar, gerçekleri söyleyenleri “en tehlikeli” insanlar olarak gösteriyor...Bu ülkenin, kendisini öldürecek olan hastalığı ısrarla sürdürmekte olduğunu artık iyice anlıyoruz.Yalan, sahtekarlık, muhbir gazetecilik şahrem şahrem yaralar açıyor toplumda.***“Devlet çıkarı, devlet çıkarı” diyen insanlara şunu sormak istiyorumher şeyden önce; Şunun ya da bunun insanları haksız yere tutuklatma gücünün varolduğu bir yerde devletin varlığından söz edilebilir mi?Bağımsız bir yargı olmadan, o yargı evrensel hukuk çerçevesinde hareket etmeden bir devlet oluşabilir mi?Devleti bu kadar sevenlerin, once o devletin temel direği olan hukuku koruması gerekmez mi?Hukuku sevmeden devleti sevmek mümkün olabilir mi?***Zaten bilinen bir gerçeğin artık inkar edilemeyecek biçimde ortaya çıktığı günlerden geçiyoruz, burada devlet yok, hukuk yok, akıl yok sadece ihtiras ve rant açlığı var.Umalım ki bu gerçeğin böylesine ortaya çıkması, hepimize artık ciddi bir devlet kurma zamanının geldiğini hatırlatsın.PS: Yazıyı yazdığım sırada Tahir Elçi’nin katledildiğinin haberini aldım... Gözlerimden yaşlar dökülürken içimden tek birşey geçti ‘buradaki devlet çıkarını anladım!’ Tüm sevenlerinin başısağolsun...
Kafka sever misiniz?Ben severim, üstelik korkunç baş ağrıları çekmek gibi ortak dertlerimiz de olduğu için kendime yakın hissederim.Son zamanlarda sık sık Kafka’nın yazdıkları aklıma geliyor.1 Kasım seçimlerinden sonra neredeyse ülkenin yüzde ellisinde görülen yılgınlık duygusuna, bir de garip “suçluluk” duygusu eklendi sanki...Her türlü aksaklıkta, yönetenler değil yönetilenler suçlanıyor…Onlar da bu suçlamanın altında eziliyor.***Kafka, Dava romanında suçlanan insanı olağanüstü anlatır...Ne suçlayan bellidir, ne suç ama suçlu açıktır…Ama işin ilginç kısmı, kişinin de kendisinden kuşkuya kapılmasıdır.Suçlanan önce biraz dirense de ağır ağır kendi suçluluğuna inanır.Suçlu, suçlandığı için suçludur sanki…***Kendimizi suçlu hissetmemiz için suçlanmamız yetiyor genellikle, ne garip...Sevdiğimiz adam, aşık olduğumuz kadın, annemiz, babamız, öğretmenimiz bizi suçladığı anda sarsılırız…İnanırız çünkü…Kendimizi bizi suçlayana tutsak, karşımızdaki kişiyi de efendimiz sanırız…Hep merak ederim; İnsanlar genellikle suçlu oldukları için mi suçluluk duygusuna kapılır yoksa suçlandıkları için mi diye?***Bana hep suçlanmak, insanın kendisini suçlu hissetmesi için yeterli gibi gelir.Bazen sevdiğiniz biri tarafından, bazense tanımadığınız insanlar tarafından suçlanmak suçluluk duymanıza yeter...Bizim gibi beyinselliğin değil de yalanın, fikrin değil de tavrın, gerçeğin değil de gösterişin, şeffaflığın değil de sahtekarlığın olduğu toplumlarda suçlanmak yeter suçlu olmamız için.***İşte bizim gibi ülkelerdeiktidarlar da bu duygudan yararlanarakyönetiyorlar ülkelerini.Bazen günahkar olmakla, bazensolcu olmakla, bazen dinci olmakla,bazen özgür olmakla, bazen bölücüolmakla, bazen doğrularısöylemekle suçluyorlar bizi...Biliyorlar çünkü bu suçlamanıntoplumda bir iz bırakacağını, gizli birsuçluluk duygusu ve suçlayana sığınmaisteği yaratacağını.Ama bu suçluluk duygusunayenilmek zorunda mıyız?Bence esas soru bu.***Hukukun doğru dürüst işlemediği, gazetecilerin gazetecilik yaptıklarıiçin suçlandığı, yozlaşmanın alabildiğine yayıldığı, savaşın eşiğinegelmiş birtoplumda suçlu biz miyiz?Yoksa bütün bunları yapıp bir debizi suçlayanlar mı?Bu soruya galiba kararlı birşekilde cevap verme zamanı geliyor.
Siyaset, aşklar, dostluklar, iş hayatı, her şey, her şey kirli, her şey hoyrat, her şey vahşi...Hayır,kötümser biri değilim ben, hiç de olmadım... Iyiyi, neşeyi, umudu, aşkı, kibarlığı, dostlukları severim...Ama artık her şeyin bir gün iyileşmesi için bir zorunluluğun gerektiğinin çok farkındayım.Hayatın bizi zorlaması gerekiyor, aksi takdirde biz yerimizden kıpırdamayacağız.Ve hayat bizi zorlamaya başladı.***Kendimizi kirlettiğimiz, aşağıladığımız ve kendi rezilliğimizden çamurla oynayan bir çocuk gibi tuhaf eğlenceler çıkardığımız yolculuğun sonuna geldik, o yüzden bu kadar karanlık her şey...Kirlenmekten, aşağılanmaktan bıkmadık aslında… Ama içine atladığımız o uçurumda geçirdiğimiz uzun yıllar sonunda daha düşecek biryer, daha alçalacak bir çukur kalmadığı için bitecek bu zavallı yolculuk...Alçalmanın her türlüsünü yaşadık çünkü...***Cumhuriyet kurulduğundan bu yana koskoca doksan iki yıl geçti, dile kolay, hala Kürt sorunumuz var, hala Alevi sorunumuz var, hala fikir özgürlüğü sorunumuz var, hala demokrasi sorunumuz var.Her türlü iktidarı gördük ama bu sorunları kökten çözene, çözmek isteyene rastlamadık.Sorunlarımıza aşık gibiyiz.Ya da birileri bu sorunlardan öylesine büyük bir çıkar sağlıyor ki asla çözülmesini istemiyor.Ama ne düşünüyorum biliyor musunuz, daha fazla ölemeyeceğimizi, daha fazla alçalamayacağımızı, daha fazla düşemeyeceğimizi artık…***İçimde güçlü bir inanç var kurtulacağımıza dair…Çünkü artık gerçekten bir zilletin dibine vurduğumuzu hissediyorum.Evet, bu kirlenmişlik, bu aşağılanmışlık, bu utanç, bu arsızlık, bu pespayelik, bu fütursuzluk, bu rezillik beni umutlandırıyor.Bana aydınlığı düşündüren, inandıran bu karanlık.Her şeyi denedik, her seferinde aynı karanlığa düştük.Düşecek yerimiz kalmadı artık.***Biraz soluk alabilmek için buradan kurtulmamız gerekiyor, bu çamurun içinden çıkmamız gerekiyor.İşte bu yüzden umutluyum.Bu mecburiyetten dolayı…Bu bataklıkta artık nefes alamıyoruz çünkü hiç birimiz.***Bir tek korkum var…Bizi bu bataklığın içinden çıkmaya zorlayacak mecburiyetlerin, bizi parçalayıp yok edebilecek kadar şiddetli olmasından.Çünkü hayat bizi her geçen gün biraz daha tehlikeli bir şekilde zorluyor.Acele etmemiz gerekiyor.Kurtulmakla yok olmanın kesiştiği bir noktadayız sanki…
Korku, bir canlının varlığını koruyabilmesi için ihtiyaç duyduğu temel bir duygudur…Ceylanın aslandan,tavşanın tilkiden korkması onun hayatta kalmasına yardımcı olur. Korkmamak onları çok kolay ve hızlı ölüme götürür.Korkmamak, onları öldürür…Ama bir de yanlış korkular vardır…Ölümden koruyan değil, öldüren korkular.Ve bu genellikle insanlarda olur.***Özellikle de bizim buralarda yaşayan insanlarda. Korkmamız gereken hiçbirşeyden korkmaz, korkmamamız gereken herşeyden korkarız biz mesela. Bütün o cesaret laflarına, bitmez tükenmez “erkeklik” diskurlarına karşın Türkiye genellikle korkan bir ülke olmuştur hep. Gençlerinden korkmuştur, şeriatten korkmuştur, komünizmden korkmuştur, Kürtlerden, Ermenilerden korkmuştur, işçilerinden, memurlarından korkmuştur, yeni fikirlerden korkmuştur, kahkahadan,sevişmelerden korkmuştur, kadınlardan korkmuştur.Korkmaktan bıkmaz buraların ahalisi.Çoğunlukla da yanlış şeylerden korkar.Buralarda savaşmak değil barışmak cesaret ister mesela… Savaştan değil de barıştan korkar insanımız. Savaş gibi cesaret isteyenbir işi biz korkaklığımızdan sürdürürüz.***Günlük hayatımızda da biraz öyledir ya… İnsanları kırmaktan hiç korkmayız ama sevdiğimizi söylemekten ödümüz patlar.Bazen bana bizim ülkemizde insanlar sürekli bir yaralanma korkusu içinde yaşıyormuş gibi geliyor. Garip şeylerden korkup, garip şeylerden yaralanıyoruz. Korktuğumuz için savaşıp,korktuğumuz için birbirimizi ezip geçiyoruz. Duygusal yaralarımızı savunmak istediğimiz ve yaralanmaktan korktuğumuz için sürekli birbirini yaralayan kusursuz birer yalancıya dönüşüyoruz topluca.Aslında var olmayan korkularımız, var olmayan zaferlerimiz var , olmayan kadınlarımız, olmayan erkeklerimiz var, olmayan demokrasimiz, olmayan hukukumuz var, aslında öyle olmayan bir tarihimiz var. Bu yalanlar bizi ezik ve mutsuz insanlar yapıyor.Bulduğumuz ilk fırsatta ‘en büyük biziz’ diye bağıran bir milletin ezikliğinden ‘barış cesareti’ni çıkartmaya çalışıyoruz sonra.Bunu nasıl yapacağız? Toplumsal genlerine, dünyanın yarıştığı hiçbir alanda varolmamanın, gerikalmışlığın, fakirliğin yarattığı aşağılık duygusu yerleşmiş bir toplum olarak, barışı, dürüstlüğü, gerçeklerden korkmamayı nasıl öğreneceğiz?***Aslında hepimiz, hiçbirşeyin gerçek olmadığı, herşeyin taklitten ibaret olduğu bir garip ülkede yaşadığımızın farkındayız. Belki de “düzelebilmek” için önce korkularımızı düzeltmemiz gerekir diye düşünüyorum. Nelerden korkmamız, nelerden korkmamamız gerektiğini öğrenmeliyiz önce.Parasız öğretimisteyen öğrencilerden değil,sadece poşu taktı diyeterörist kabul edilen gençlerden değil, o gençlere dünyayla yarışacak bir üniversite yapamadığımız için korkmamız gerekiyor… Barışı isteyenlerden değil,savaşı isteyenlerden korkmamız gerekiyor…Generallerden, başbakanlardan değil yalanlardan korkmamız gerekiyor…Eşitlikten değil, eşitsizlikten korkmamız gerekiyor. Sevmekten değil, nefret etmekten korkmamız gerekiyor. Korkmaktan değil, yanlış şeylerden korkmaktan korkmamız gerekiyor…Yanlış şeylerden korkunca yanlış işler yapıyor insan çünkü… Barıştan korktuğu için otuz yıl savaşıp binlerce insanı öldürüyor mesela. Aslana saldırıp, ceylandan kaçıyor. Kağıt üstünde her şey kolay aslında. Neden korkuyorsanız ondan korkmayacak, neden korkmuyorsanız ondan korkacaksınız. Ama yılların çarpılmışlığı kağıt üzerinde kolay düzelse de hayatın içinde o kadar kolay düzelmiyor ne yazık ki.Belki de en çok bundan korkmak gerekiyor işte...PS: İzmir’e P 24’ün Barış Portreleri projesi için Ankara katliamında hayatını kaybeden 34 yaşındaki Ayşe Deniz’in ailesi ile görüşmeye gittim... Bu yazıyı da Ayşe için eskilerden seçtim.. Nedenini Ayşe’nin kısa kocaman hayatını okuyunca daha iyi anlayacaksınız...Cesur küçük kız Ayşe...
Birkaç gündür internette nereyi açarsanız açın karşınıza çıkıyor, o inanılmaz mektup... Paris’de Bataclan’daki konser salonunda hayatını kaybeden eşini anlatan Antoine Leiris’in Facebook’ta yayınladığı, yüreğimi dağlayan ama beni ve okuyan herkesi de hayata karşı yüreklendiren o mektup...***“Cuma gecesi benden hayatımın aşkı, çocuğumun annesi ve eşine az rastlanır bir insanı çaldınız. Ancak benim nefretimi kazanamayacaksınız.Kim olduğunuzu bilmiyorum ve bilmek de istemiyorum.Sizler sadece ölü ruhlarsınız.Uğruna körü körüne insan öldürdüğünüz tanrı bizi kendi yansıması şeklinde yarattıysa, karımın vücudundaki her bir kurşunun, onun kalbini yaraladığını görürdünüz.Bu nedenle size nefretimi hediye etmeyeceğim.İstediğiniz tam da buydu ama nefretinize öfkeyle karşılık vermek sizi siz yapan cehaletinize yanıt vermek olur.Benden korkmamı istiyorsunuz, güvenliğim için özgürlüğümden fedakarlık etmemi, etrafımdakilere şüpheyle bakmamı istiyorsunuz.Ama kaybettiniz.Aynı maç, aynı oyuncuyla devam ediyor.”***Bu satırları defalarca okudum... Bu satırları gerçekten o adamın yazıp yazmadığını bile bilmeden defalarca okudum.Neredeyse çırpınarak ağladım her defasında...Sevdiğini kaybetmenin çaresizliğini, acısını her cümlesinde hissettim.***“Nihayet, geceler ve günler süren bir bekleyişin ardından bu sabah onu gördüm. Cuma akşamı evden çıktığı gibi güzeldi, 12 yıl önce deliler gibi aşık olduğum hali gibi güzeldi.Tabii ki büyük bir acıyla yıkıldım.Size kısa bir süreliğine de olsa bu küçük zaferi veriyorum. Ancak onun hergün bizim yanımızda olacağını ve sizin hiçbir zaman göremeyeceğiniz özgür ruhlar cennetinde birbirimizi yeniden bulacağımızı biliyorum.Geriye sadece ikimiz kaldık, oğlum ve ben. Ama ikimiz dünyadaki tüm ordulardan daha güçlüyüz. Size daha fazla zaman harcamayacağım, öğle uykusundan uyanacak Melvil’in yanına dönmem gerekiyor.Sadece 17 aylık…Bugün de her gün yaptığı gibi yemeğini yiyecek ve biz yine her gün olduğu gibi onunla oynamaya çıkacağız.Bu küçük çocuk, yaşamının her gününü mutluluk ve özgürlük içinde yaşayarak sizi aşağılacak. Çünkü benim olduğu gibi onun nefretini de hak etmiyorsunuz.”***Sevdiği kadını canilerin kurşunlarıyla kaybeden bir adamın nefretini bile o adamlara vermek istememesi, benim bugün, yarın, daha sonraki gün yaşamam için, her şeyimi kaybetsem bile sadece yüreğe ihtiyacım olduğunu iliklerime kadar hissettirdi bana...Ruhumu çiğneyen bu dünyanın karşısında bir silahım olduğunu hatırlattı...Milli maçta ölülerini, başkalarının ölülerini ıslıklayan insanlara “sizden değilim hiçbir zaman da olmayacağım” diye korkusuzca haykırabilme gücü verdi...Aslında bu gücüm olmadığından değil, tek başıma haykırmanın yeterli olmayacağını sanmamdandı endişem, ama bu mektup, tek bir satırın bile nasıl da bir silahtan bile daha etkili olduğunu gösterdi bana...***Ne yaşamaya, ne yaşatmaya gücü yetmeyen, sadece zavallı korunmasız masumları öldüren o insanlardan değiliz biz. Geride kederler içinde kıvranan insanlar bırakarak bu dünyadan ayrılan masum ölüleri yuhalayanlardan da değiliz.Hangi dinden, hangi inançtan, hangi mezhepten olursak olalım, biz onlardan değiliz.Biz insanız.İnsanız biz.Acı çekmesini, ağlamayı, acımayı ve yaşamayı bilen insanlarınız.Biz onlardan değiliz ve asla olmayacağız. Ne kadar öldürürlerse öldürsünler, biz yaşamaktan ve insan olmaktan vazgeçmeyeceğiz...
Paris katliamından sonra Diyarbakır, Suruç, Ankara patlamalarını, orada ölenleri, acıları, insanların tepkilerini düşünürken giderek daha fazla kızıyorum kendimize.Fransızların yaşadıkları bu katliama verdikleri cevabı düşünürken o kızgınlığım öfkeye dönüyor hatta...Çünkü bizi düşünüyorum... Verdiğimiz tepkileri...Kitlesel ölümler, büyük ve derin acılar bile bizi artık bir araya toplayamıyor.Fransızlar acılarının etrafında toplanırken, bizim insanlarımız Konya’da kendi ölülerini yuhaladı.Ölenleri, masum kurbanları yuhaladılar, daha ötesi var mı?*** Neden biz artık acılardan bile etkilenmeyen bir topluma dönüştük peki?Ne oldu da birbirimizden bu kadar nefret eder hale geldik?Bir millet olma, bir toplum olma, hatta insan olma niteliklerimizi ne zaman yitirdik?Biz ne zaman birbirimizin ölülerine bile düşman olduk?Bize bir “millet”, bir “toplum denebilir mi artık sizce?***Hep beraber bize ait bir duygunun etrafında toparlanamıyoruz.Öyle bir duygu kalmadı.Gerçek bu.Dehşet verici bir gerçek.Fransa kendi ölüleriyle birlikte Ankara’daki kurbanları da anarken, biz Ankara’da yitirdiğimiz insanlarımıza topluca sahip çıkamadık.***İnsan kalabalıklarını, bir “topluma”, bir “millete” çeviren bir büyü vardır.O büyü, ortak değerlere inanmaktan, ortak geçmişleri sahiplenmekten, ortak acıların yasını tutmaktan oluşur.Biz o büyüyü kaybettik işte.Bir toplum, bir millet değiliz artık.Yanyana, birbirinden nefret ederek duran bir insan kalabalığız.***Fransızların acılarını ve kurbanlarını sahiplenişlerine baktıkça içim acıyor.Gıpta ediyorum.Üzülüyorum.Kendimize kızıyorum.Ölülerden bile nefret eden bir insan kalabalığı nasıl bir geleceğe doğru yol alıyor acaba, diye düşünüyorum.***Çok dertlerden geçtik ama hiç böyle olmamıştık.Bir depremde kilitlenmiştik, masumlara sahip çıkmıştık.Milli maçlarda birlikte çoşmuştuk.Her şeye rağmen bizi bir toplum yapan bir “büyümüz” vardı bizim.Biz o büyüyü kaybettik.***Sanki bir daha o büyüyü hiç bulamayacağız.Bir daha bir “millet”, bir “toplum” olamayacağız.Ölülerimize bile başkaları sahip çıkacak.Üzülmemek, kızmasak, öfkeden çıldırmamak elde mi?
Cuma gecesinden beri gözümü televizyondan alamıyorum, sosyal medyada neredeyse Paris’le ilgili her şeyi okudum...Oradaymışçasına korktum, üzüldüm, öfkeye kapıldım...Dünya artık neredeyse sadece o an orada olmadığın için ölmediğin bir yer haline döndü...Eskiden en azından nereye gidersen ya da ne yaparsan başına bir felaket gelebileceğini bilebilirdin... Şimdi ise, ne zaman ne olacağını, “en gerçek” Müslüman olduğunu iddia edenler tarafından nerede, niye öldürülebileceğimizi hiçbirimiz bilemiyoruz.***İki gündür seyrettiğim, okuduğum her ayrıntıda hep aynı şeyi hissediyorum; onların din dedikleri “şeyde” şefkat, merhamet, adalet görülmüyor, düşmanlık, şiddet ve kin var onun yerine...Küfür var, aşağılama var.Insan hayatlarını hiçe sayan bir vahşet var...Eğer onların söylediklerine inanırsak iyi bir Müslüman olmak için sadece öldürmemiz gerekiyor.***Biz Müslüman ülkelerden biriyiz...Pek çoğumuz dinin esaslarına göre büyüdük, bazılarımız komşularımızdan öğrendik, hiç ilgisi olmayanlar bile Müslümanlık nedir bilir en azından...Hangimizin bildiği Müslümanlıkta böyle vahşice katletmek var? Insafsızca masum insanları öldürmek var?Dini onların yaptığı gibi böyle bir vahşet olarak sunmak için din düşmanı olmak gerekir diye düşünüyorum bazen.Bana göre onlar dünyayı din düşmanlığıyla suçluyorlar ama en büyük din düşmanlığını kendini dindar görenler yapıyor bu dünyada, öyle değil mi?***Ama bir yandan da şunu düşünüyorum, dünya Müslümanların Müslümanları öldürmesine gerçekten aldırmıyor...Hiç de aldırmadı...Savaş, Müslümanların ölmesi üzerine kurulmuş bir silah oyunu gibi dünyada...Müslüman olmayanlar da bundan para kazanıyor...Paris katliamından çok kısa süre önce Beyrut’ta 45 kişi öldü...Bu, dünyanın aldırdığı bir şey olmadı...Ankara’da 100 kişiyi kaybettik dünya buna da çok aldırmadı...İşte o zaman şunu merak etmeden duramıyor insan, Müslümanlar Müslümanlar tarafından öldürülünce bu barbarca bir katliam sayılmıyor mu?Ya da Müslümanlar, Müslüman olmayanları öldürünce mi insanlık için vahşet olmuş oluyor?***Din adına sahte imamlık yapıp adam öldüren hiçkimseyi bağışlayabileceğimi sanmıyorum ama neden bazılarının ölümü diğerlerinin ölümlerinden daha önemli oluyor, onu da merak ediyorum doğrusu...***Ama şundan neredeyse eminim, Paris katliamı dünyanın dengelerini fazlasıyla etkileyecek.Avrupa biraz daha “yabancı düşmanlığına” kayarken, Müslüman Ortadoğu’da da yeni siyasi sarsıntılar yaşanacak diye korkuyorum.Bizi pek iyi günler beklemiyor anlayacağınız.Galiba gerçekten doğru Huxley’in dediği ; ‘Belki de bu dünya başka bir gezegenin cehennemidir’
CHP’nin içindeki kavgalar ilk defa ilgimi çekiyor...İlk defa diyorum çünkü bir CHP gönüldaşı olmadım ben hiçbir zaman…Sanırım sadece bir yerel seçimde AK Parti’ye oy vermemek için CHP adayına vermiştim oyumu…Ama AK Parti’ye kızdım diye, bir CHP sempatizanı da olmadım.Ülkenin politik sıkışılığının nedenlerinden biri olarak gördüm CHP’yi zaman zaman.Hiçbir demokratik alternatif sunmayan bir ana muhalefet partisi olduğu için kızdım hep...***Ama hep de merak ettim CHP’yi, kim bu CHP’liler bir türlü bilmedim.Kaç çeşit CHP’li var?Niye hep kendi aralarında kavga ederler? Niye bir “parti” olmayı sevmezler?***Peki, şimdi niye ilgileniyorum CHP’yle, çünkü Yasemin Çongar ve ekibinin Bağımsız Gazetecilik Platformu P24 için yaptıkları “Barış Portreleri”ni okumaya başladım...Yasemin Çongar’ın muhteşem yazısıyla başladı okuma serisi: “Ezansız köyün güzel kalpli çocuğu; Vedat Erkan.”***Barış Portreleri projesini başlatırken şunu söylemişler: “Punto24 Bağımsız Gazetecilik Platformu olarak Ankara ‘Barış Portreleri’ adıyla bir çalışma başlatıyoruz.Çünkü 10 Ekim 2015’te Ankara’daki Barış Mitingi’nde katledilen kardeşlerimizin bir bilançoya indirgenmesine razı değiliz.Çünkü kaybettiğimiz her insanı tek tek tanımak istiyoruz.Çünkü çabalarıyla, özlemleriyle, keder ve sevinçleriyle ayrı bir hikâyesi var her birinin ve biz o hikâyeye ortak hafızamızda yer açmak istiyoruz.Çünkü barış için haykırırken bu hayattan koparılanlara bir borcumuz var.Çünkü onların hatırasına sahip çıkmak, hayata sahip çıkmanın da bir yolu bizim için, katiller değil barış kazansın diye uğraşmanın da bir parçası. Çünkü unutarak değil, ancak hatırladıkça yeni katliamları önleyebiliriz,ancak hep birlikte hatırlayarak iyileşebiliriz.Lütfen bize yazın, sizi dinlemeye gelelim… Şimdi, 10 Ekim’de canından can giden herkese bir çağrımız var:Ankara Katliamı’nda hayatını kaybeden akrabanızın, arkadaşınızın, meslektaşınızın, sevdiğinizin hikâyesini bizimle paylaşmak ve bu suretle onların hatırasını yaşatacak bir Barış Portresi’ne katkıda bulunmak isterseniz, lütfen bize yazın.Sizi arayalım, taziyeye gelelim, kaybettiklerinizin hikâyesini sizden dinleyelim.Mesajlarınızı şu adrese bekliyoruz:10ekimankara@ platform24.org”***Bir portre de ben hazırlayacağım, bu barış portreleri projesine elimden geldiğince katkıda bulunmak istiyorum.Ölenler bir yoklukta kaybolmasın diye başlatılan bu olağanüstü projede benim de bir damla da olsa tuzum bulunmasını arzuluyorum çünkü...Ölenlere bu toplumun borcunu ödeyebilmek için başlatılan bu projenin, toplumun yaralı ruhuna biraz merhem olacağına inanıyorum...***Peki bunun CHP’yle ne ilgisi mi var?Bilmem...Ülkede bunlar olurken hala kendi aralarında kavga etmeleri canımı sıkıyor herhalde...