Hayatı, insanı, doğayı, tanrıyı o kadar merak etmememize rağmen hala herkesin kabul edebileceği ortak bir tanım keşfedemedik biz, öyle değil mi?Belki de bu yüzden bütün çırpınışlarımız...Hep kıyıdan uzaklaşmamız, kendimize bir türlü bir yer bulamamamız bu yüzden...***Ama bazen tüm bu ‘kaos’ ve arayış içinde çok çarpıcı cümlelere, çok çarpıcı açıklamalara da rastlanıyor insanlık tarihi içinde.“İnsan Tanrıyla bir olduğunda yalvarmaz… Özel bir gayeye ulaşmak için dua etmek hırsızlık ve alçaklıktır… Bir başka sahte dua türü de pişmanlıklarımızdır… İnsanların duaları iradenin hastalığı ise inançları da zihinlerin bir hastalığıdır…”Ne çarpıcı cümleler değil mi?İnsan tanrıyla bir olduğunda yalvarmaz...Özel bir gayeye ulaşmak için dua etmek hırsızlık ve alçaklıktır…Bir başka sahte dua türü de pişmanlıklarımızdır.***Bazen derdime çare cümlelere rastlarım böyle, nasıl da özlemiş olurum onları, bunu onu okuduğumda anlarım ancak.Ralph Waldo Emerson’un İnsanın Görkemi kitabından bu cümleler...Amerikalı düşünür-şair ve yazar. Ve aslında rahip…Amerikan transandantalizm akımının kurucularından.Kabaca özetlersek, doğanın, insanın, tanrının bir olduğuna, insanına tanrıyı kendi içinde bulabileceğini söyleyen bir akım bu.***Sezgilerin başkalarından devralınamayacağına inanan Emerson, ‘Gerçek inancın sınavı, elbette, ruhu cezbetmesi ve buyruğu altına alması, kudretle ilintili olmasıdır…. Nasıl doğa kanunları insanın elinin hareketlerini idare ediyorsa, inanç da öyle buyurgan olmalıdır ki ona itaat etmekten zevk ve şeref duyalım… İman, gündoğumunun ve batımının ışığı, gökyüzünde uçuşan bulut, cıvıldayan kuş ve çiçeklerin kokusuyla hemhal olmalıdır,’’ diyor...İnsanın, tanrının, hayatın, doğanın içiçe aynalar misali tek olduğunu anlatan etkileyici bir cümle işte.***İnsanların yaratıldıkları günden beri, hayatın bir yıldırım gibi çarparak ruhlarını parçaladığını, ağır darbeleri karşısında acze düştüklerini, bu acıları tevekkül ve tahammülle karşılayabilmek için bir sığınak aradıklarını, sonunda da inancı bulduklarını düşünüyorum.İnancı, ortak biçimlerde yaşamıyor bütün insanlık.Herkes kendisine bir yöntem buluyor...Ama galiba beni en çok bizdeki tasavvuf ile “imanın cıvıldayan kuş ve çiçeklerin kokusuyla hemhal olmasını” söyleyen görüşler etkiliyor.İnsanın doğayla ve tanrıyla bütünleştiğini, tanrıyı kendi içinde bulabileceğini söyleyen görüşler beni en derinden etkileyen görüşler...***Bilmem siz ne düşünüyorsunuz?Ama insan imanı çiçeklerin kokusundan duymayı diliyor doğrusu...
Size bu sefer gerçekten ilginç bir hikaye anlatacağım, bakalım bilmeceyi siz çözebilecek misiniz?Geçtiğimiz yaz, gazetedeki ve hayattaki her işimi halletmeme yardımcı olan Ela beni aradı heyecanla, “Sanem Hanım, Almanya’dan yaşlı bir kadın sizi günlerdir arıyor mutlaka size ulaşması gerekiyormuş, onu tanıyormuşsunuz siz,” dedi.Sanırım o sırada yaşadığımız üzüntülü günler, genlerimde olan aldırmazlık, Almanya’da tanıdığım kimsenin olmadığına yüzde yüz güvenim nedeniyle konuyla ilgilenmedim.Dedim ki Ela’ya, “ben Almanya’da kimseyi tanımıyorum, hele yaşlı bir teyze hiç tanımıyorum... Dolandırıcı olabilirler, dikkat et” diye de ekledim...Sonra da konuyu unuttum.Sonra Kasım başı, 2 ay önce yani, Ela yine beni büyük bir heyecanla aradı gazeteden...“Sanem Hanım o yaşlı kadın sizi yine yüzlerce kez aradı ve not bıraktı, Şişli ZiraatBankası’na size para göndermiş. ‘O ne yapacağını biliyor’ dedi.”İşin tuhafı ben yine çok aldırmadım...Hatta dolandırıcılık olduğuna kendi kendime kesin karar verdim.Ela bu “duyarsız” tavrıma halime sinirlenmiş olmalı ki “Sanem Hanım ben bankayı arayacağım” dedi...Ben de “peki ara bir bakalım ama ben kimseyi tanımıyorum Almanya’dan” dedim tekrar... Ela o hızda kapadı telefonu...Sonra aynı hızla geri aradı beni,“Sanemmmmm Hanımmmmmm” diye sesi telefonda çınlayacak...İşte bu sefer ilgimi çekmeyi başarmıştı o yaşlı hanım...Çünkü Münih’ten Güler Yeşil, Şişli Ziraat Bankası’na adıma havale ile 6100 Euro göndermişti.Tanımadığım yaşlı bir kadın bana ait olmayan 6100 Euro’yu bana niye göndermiş olabilirdi ki üstelik “o ne yapacağını biliyor” gibi “tehlikeli” bir cümleyle....Hemen babamı, avukatımı, eşimi dostumu arayarak onlara bunu anlattım.Ertesi gün avukatım Veysel Ok’la birlikte Ziraat Bankasına gidip bu paranın benim olmadığını, bu hanımı da tanımadığımı ama tanımayı çok istediğimi belirterek bir dilekçe verdim.Kimdi bu Münih’ten Güler Yeşil... 6100 Euro’yu niye gönderiyordu?Münih Ziraat Bankası’ndan beni aradılar verdiğim dilekçe üzerine... “SanemHanım kadınla ilgili hiçbir kayıt yok, bir adres var sadece, oraya şubemize gelsin diye bir mektup yazdık, bize geri dönecektir,” dediler. Sonra tekrar aradılar “bir telefon numarası bulduk, kendisi de ‘ben borcumu ödüyorum Sanem Hanıma’ dedi... TC kimliği yok, pasaportuyla işlem yaptı.Telefon numarası da bu” dediler. Hemen Veysel’e verdim numarayı, aradı defalarca ama o telefonu açan kimse olmadı.Ama ben çalan telefonları açtım...Ve bir tanesi Şişli Ziraat’tendi yine ve konuyu bana sorarsanız daha da tuhaf hale getiren yer burasıydı...Adıma 2 havale daha gelmişti.Önceki 6100 Euro’nun üzerine 5200 Euro ve 3100 Euro... Toplam 14400 Euro… Münih’ten yaşlı bir Güler Yeşil Hanım bana göndermişti bunları...Seçtiği rakamlar da garipti.Size gelen havaleyi almazsanız bankacılık kanunu gereği 45 gün içinde para geri dönüyor...İlk 6500 Euro geri döndü...Diğer ikisi de geri dönecek...Ama kim bu Güler Yeşil Hanım?Ve bu hanım niye ısrarla bana para gönderiyor?Bu muammayı çözebilen biri varsabana da haber versin lütfen...
‘Aşk bedensiz mi gerçekten’ yazıma çok çok severek okuduğum mailler aldım...Aslında çok da sevindim aşk hala içimizi kıpırtıdan bir şey olduğu için, hayır karamsar değilim ama ülkenin dayattığı acılar aşkı da kendine hapsetti diye korkuyorum bazen...İşte o maillerden birinde tek bir satıra gözüm fazla takıldı okurken, demiş ki “siz İlahi aşktan söz ediyorsunuz o ciddi bir mertebe ama kadınla erkek arasındaki aşk, o çok mu kolay sanki?”Çok sevdim bu “masum” cümleyi...Çünkü belli ki yaşadığı ilişkide aşktan yorgun düşmüş bir “savaşçı” yazmış bunu, “önce biz bi adam gibi aşk yaşayabilelim de sonra öze gideriz” demiş diye duydum ben bu yorgun cümleyi...Beni bağışlasın tabii cümlenin sahibi ama bana öyle geldi, zaten sevdiğim yer de orası oldu...***Siz de şunu düşünür müsünüz; ilişkide kim kimi daha çok sevmeli? Bir ilişkide kadın mı erkeği daha çok sevmeli, erkek mi kadını?“Tabii ki eşit sevmeliler”, ilk akla gelen cevap ama doğru cevap mı tam bilemiyorum...Hele sevginin yanısıra beğenmeyi ve hayranlığı da bir ilişkinin hamurunakatarsak cevabımız değişebilir belki.***Ben hep söyle düşünürüm nedense , kadın sevilmeyi, erkek beğenilmeyi daha çok önemser sanki.Biz kadınlar sevilmek, erkekler de beğenilmek ister... Erkek sevse, kadın beğense, iyi bir aşk formülü olmaz mıydı bu sizce de? Bana hep olurmuş gibi gelir...Ben hayran olduğum bir erkeğe aşık olurum doğrusu... Bir erkek de içinin titreyeceği kadar sevdiği bir kadına aşık olur...Tabii bunlar hep Samet’in o tek cümlesi için bir cevap bulabilir miyiz arantısı, “aşkın bir formulü yok” da diyebiliriz...***Ya da belki dersiniz ki, kadın da hayranlık istiyor sadece sevilmek değil...Haklısınız çünkü, eski zamanlarda kadın evde oturur, erkek çalışırdı, beğenilmek çalışanın hakkıydı ve erkekler beğenilmek isterdi.Kadınlar da erkeği beğenmek hatta hayran olmak isterdi.Ama hayat değişti. Şimdi kadın da çalışıyor, üretiyor, iş yapıyor ve beğenilmeyi hak ediyor. O da hayranlık bekliyor.Zaten o güzel soru da burada ortaya çıkıyor: Yüzlerce hatta binlerce yıl sürmüş bir eşitsizliğin kadın ve erkek ruhunda bıraktığı izler bir iki kuşakta geçer mi?Bugünkü eşitlik, binlerce yıllık eşitsizliğin izlerini örtmeye yeter mi?***Bugün erkekle eşit bir hayat süren, beğenilmeyi onun kadar hak eden bir kadının ruhunun kıvrımlarında “geçmiş zamanların” alışkanlıkları gizli değil midir?Aynı soruyu erkekler için de sorabiliriz tabii. Onlar da geçmiş alışkanlıkları ruhlarında taşıyorlar mıdır hala?Belki de aşık olduğumuzda geçmiş çağdaki kadınların ve erkeklerin ruhu içimizde canlanıyordur..***En sert, en savaşkan, en üretken kadının içinden bile bir anda büyük annesininçıkabileceğini, erkeğe hayranlık duymak isteyeceğini, hayran olmadığı erkeği sevse de küçümseyebileceğini, bunun mümkün olabileceğini sanıyorum...Kadının zayıf yanının binlerce yıllık geçmişin izleri olduğunu aklımdan geçiriyorum. Gerçekten böyle mi bu acaba?Gerçekten geçmişin izleri içimizde mi?Sevdiğimizde “bugünkü” kadının altından geçmişin kadını, “bugünkü” erkeğin altından geçmişin erkeği mi çıkıyor?Eğer öyleyse, “erkek kadını sevmeli, kadın erkeğe hayran olmalı” türünden bir “geçmiş zaman ilişkisi” hala varlığını sürdürüyor demektir.***O zaman Samet, sen haklısın kadınla erkek arasında aşk o kadar da kolay değil...Sevilecek bir kadına, hayran olunacak bir erkeğe sık rastlanılmıyor.Böylesini bulan sıkı sarılmalı bence.
Harika bir cümle duydum bir arkadaşımdan geçen gece, Şems ile Mevlana’dan bahsederken “sen aşık olduğunda kendinin önemini unutursun, sadece karşındaki önemli olur ya, aşk yapar bunu, işte Şems’in önemi Mevlana’nın kendisini unutmasıydı, yani ‘ben’ dediklerinden, kendinden soyunmasıydı... İşte bunu ancak aşkla yaparsın.”Kafamda yepyeni bir aşk tanımı oluştu bunu duyduğumda... Aşk kendini unutmaktı, kendini yok etmekti…Belki de bu, insanın saf, dokunulmamış, kirlenmemiş, en derindeki özüne ulaşabilmekti... O öze ancak aşık olduğunda ulaşabiliyordun belki de gerçekten...***İrlandalı yazar Franck O’Connor’ın romanından uyarlanan Ağlatan Oyun’un çok sarsıcı bir sonu vardır, biz konuştukça o aklımdan geçmeye başladı sonra...İnsanı çok düşündürür, çok soru sordurur. O filmde bir adam bir kadına aşık olur, aşık olduğu kadının bir erkek olduğunu anlar sonra, yaşadığı korkunç şaşkınlığa rağmen aşık olmaktan vazgeçmez.Bir erkekle öpüştüğünü anladığında hastalanan bir erkek, o aşkı nasıl sürdürür peki?Aşk öylesine güçlü olduğunda cinselliği hatta cinsel tercihleri bile aşabilir mi?***Aşk, aslında bedeni işin işine katmadan sadece duygusal olarak yaşanan bir bağlanma mıdır?Aşık olduğumuzda zihnimizin coşkusu bedenin arzularını bile önemsizleştirir mi?Aşk büyüdüğünde, beden geri çekilip sahneyi bütünüyle duygulara mı bırakır?Tabii şu kısacık ama insanı karmakarışık eden soru işte, aşk bedensiz midir gerçekten? Aşk aslında insanın kendi kendisiyle imtihanı mıdır?***İnsanlar asırlardan beri aşık oluyor, buna rağmen aşkı tarif edemiyor, niye acı çektiklerini kavrayamıyor...Neye aşık oluyoruz, niye aşık oluyoruz, neden acı çekiyoruz? Neden o insana değil de bu insana aşık oluyoruz?Bunun ölçüsünü biliyor muyuz, bilmiyoruz, aşkın nereden, nasıl çıkacağını hiçkestiremiyoruz, aşk bizi her defasında hep şaşırtıyor, öyle değil mi?***Aşk cinselliği yok etmiyor, bedenini inkar etmiyorsun aşık olduğunda ama aşk bedenlere muhtaç olmayacak kadar güçlü bir halde geliyor her defasında...Bedenler aşkı bir şölene dönüştürse de aşkı aşk yapan şey, görünmez başka bir gücün,ruhumuzun derinlerinde saklı bilmediğimiz başka bir ihtiyacın cevabı sanki...***Sevişmek, bedenin bir başka bedenle tamamlanması ama aşk, insanın içindeki en saf özün bir başkasının varlığıyla ortaya çıkması...Aşık olmadan insan kendi özünü en saf haliyle göremiyor… Ve o saf özü görebilmek için onun üstünü örten, onun üstünü bir tür kirle kaplayan kendi egondan, kendinden, kendi ihtiraslarından vazgeçmen gerekiyor önce...***Kendinden vazgeçmeden aşık olamıyorsun, kendinden vazgeçmeden kendi derininde saklı o öze de ulaşamıyorsun.Belki de aşk, o özü o kadar savunmasız bir biçimde, kabuklarından sıyrılmış olarak ortaya çıkardığı için öylesine canımız yanıyor, öylesine acı çekiyoruz...Ama bence o öze ulaşmak, o acıyı çekmeye değiyor. Öyle değil mi?
Bu aralar bunu düşünüp duruyorum… Hayatlarımızı istediğimiz gibi yaşayabiliyor muyuz?Yaşayamıyorsak, ki bence yaşayamıyoruz, neden yaşayamıyoruz?Bazen de yaşıyoruz elbet, “çılgınlık” yaşadığımız zamanlar oluyor, hayatın o anlarda nasıl genişlediğini, o sırada herşeyin nasıl daha parlak bir hale geldiğini görüyoruz.Sonra bütün bu gördüklerimizi unutup, yeniden o küçücük hapishanelerimize çekiliyoruz sanki...Ve bir türlü karar veremiyoruz mutlu muyuz?***Ve bir türlü karar vermemiyorum, mutluluk hissedilen bir şey mi yoksa olunan bir şey mi?***Bazen hepimizin aynı anda farklı bahçelerde dolaşmak isteğimizi düşünüyorum.Nerede değilsek orada olmak istiyoruz. İngilizlerin o sözünü seviyorum, “hep başka çimenlerin daha yeşil olduğunu zannederiz” diyorlar…“İstediğin hayatı mı yaşıyorsun” sorusu karşısında duraksamamızın nedeni bu belki de…Arzularımızın aç gözlülüğü, tatminsizliği ve arzularımızın peşinden gitme konusundaki çekingenliğimiz.Hep daha çok istiyoruz ama hep daha çok korkuyoruz...***İstediklerini sınırsızca ve korkusuzca gerçekleştirmeye uğraşanlara “çılgın” dememiz, isteklerimizle yaptıklarımız arasında hep bir farklılık olduğunu ve hep de öyle olacağını kabullenmemiz, bir şeyi yaşamak isterken bir başka şeyi yaşamayı akla, kurallara ve hayata uygun bulmamız, hep bu çelişkimizden bence.Olanı bir türlü sevemememizden..Olanın dışına çıktığımızda da, karşılaşacağımız binlerce tehlikeden, dikenlerden, uçurumlardan, canavarlardan kendimizi kurtaramayacağımız endişesinden.İsteklerimizle yaptıklarımız arasındaki bu farklılığı soru sormadan benimsememiz, böyle yaşamanın en güvenli yöntem olduğuna inanmamız, gerçekten yaşamak mı peki?Emin değilim.***Çok istediğimiz, çok özlediğimiz, hep ondan söz ettiğimiz mutluluğa, bu korkularla ulaşamayacağımızı bile bile neden bu kadar korkuyoruz peki? güvenliğin zevkle ve heyecanla yan yana düşmemesi mi bizi çelişkilere sürüklüyor?Cesaretle, hiç korkmadan, coşkuyla yaşasak başımıza gelecek belalar daha mı fazla olur?***Size de olur mu bilmiyorum, bazen koltukta otururken ya da yürürken ya da sohbet ederken birden yabancı bir şehirde tek başına birini bıraktığım hissine kapılıyorum, kimi terk ettim, kimi yalnız bıraktım acaba diye merak ederken içimde bir sızı oluyor ne olduğunu anlamadan…Sonra, benim tarafımdan terk edilen kendimmişim gibi bir hisse kapılıyorum…O sızı daha da artıyor o an…***Ne o terkettiğimi düşündüğüm parçamı çekip yanıma alabiliyorum, ne o parçama çekip gidebiliyorum.Böyle zamanlarda “mutlu musun” sorusu şaşırtıyor bizi işte.Bu soruyu kendimize sormadan bir hayat kuruyoruz biz de. Çünkü hepimiz için en tehlikeli sorulardan biri, şu basit soru oluyor. İstediğim hayatı yaşıyor muyum? Ve bunu değiştirecek gücüm var mı?2016 geliyor... Düşünmeye değer!
İşte yılın son pazarı...Eğer siz de benim gibi yılları gelenler ve gidenler diye ayırmayanlardansanız yanizamanı parçalara ayırmayı reddedenlerdenseniz, “yılın son pazarı” cümlesi sizi aslında o kadar da etkilemiyorsa, size Yoda’dan ve Colucci’den söz etmek isterim bu pazar...***Star Wars serisini sever misiniz?Benim daha ziyade Yoda karakteriyle ilgimi çeker...İmparatorluğa karşı özgürlük mücadelesi veren Jedi’ların manevi lideridir Yoda.Mehmet Açar, “Lucas, Star Wars’- u öncelikle bir özgürlük savaşı destanı olarak planladı” diyor yazısında.İşte bu destanın lideri, cücelerden daha kısa, teni renkli, genel geçer güzellik anlayışının çok dışında bir karakterdir.Ama sahip olduğu yeteneklerle bir süper kahramandır aslında, eline ışın kılıcını aldığında müthiş bir dövüş ustasına dönüşür.Asıl gücü ise bilgeliğinden gelir...Lucas, bilerek böyle bir karakter yaratmıştır...Beyaz Amerikalıların ötekileştirdiği bütün insanların özelliklerini taşır Yoda.Mehmet Açar Star Wars felsefesini gerçekten müthiş anlatmış...***Colucci adında çok sevilen Fransız bir komedyen vardı, bir ara bütün dünyanın ilgisini çekmişti...1980 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Mitterand’ın karşısına bağımsız aday olarak çıkmıştı belki hatırlarsınız...Onun çok unutulmaz bir sloganı vardı:“Aylakların, müptelaların, eşcinsellerin, yaşlıların, sanatçıların, firarilerin,travestilerin, delilerin, eski komünistlerin, siyahların, Arap’ların, Fransızların ve oy kullanmayanların oyuna talibim...”Yüzde 15’lere kadar oyu yükselincerejisörü öldürüldü ve komedyen adaylıktan çekildi...***Yıllar gelip geçiyor…Ya da bir şeyin geçip gittiği yok ama biz öyle sanıyoruz….Geçip giden yıllar değil de belki de biziz…Kuşak kuşak bu gelip gidişlerimizde birbirimize hiç durmadan eziyet edip acı çektiriyoruz.Sürekli birilerini aşağılıyor, düşmanlaştırıyor, öldürüyoruz.Biz bitiyoruz ama bu kötülükler hiç bitmiyor…Hiç bitmediğini yaşayarak, görerek, tanık olarak anlıyoruz.Hepimiz giderek sadece ‘öteki’ oluyoruz...***Geçtiğini farzettiğimiz yılın son pazarı bugün….Yalnızların, farklı düşünenlerin, anlaşılmayanların, hakkı yenenlerin, canı yananların, umutsuzların, şişmanların, boyu kısaların, ötekileştirilmişlerin, Türklerin, Kürtlerin “gelmekte olan” yılını kutlarım.Güç sizinle olsun...
Günlerdir ne hissettiğimi bile tam tarif edemeden sanki acılarla donmuş bir halde hayata bakıyorum...Gördüğüm her şey ölüm...Acı...Sessiz çığlıklar...Kendimi yalnız ve çaresiz hissediyorum hayatın kıyısından başka kıyılara bakarken... Acının beni çaresizleştirmesinden hoşlanmıyorum ama ne yapabilirim onu da tam bulamıyorum...***Ve nedense hep aynı şey oluyor, ölümü her düşündüğümde hayatı da düşünür buluyorum kendimi...Ve koltuğa gömülmüş düşünceler arasında savrulurken ısrarla gözüm bir kitaba takılıyor.“Dünyanın ilk tapınağı” yazıyor kitabın üzerinde... Urfa’nın yakınlarında 12 bin yıl önce kurulmuş Göbeklitepe’yi anlatıyor kitap...Sanki bana hayatı anlatacak, beni ölümlerin yakıcı alevinden kurtaracak sırra ulaşmış gibi dokunuyorum kitaba...Nedense tam da aradığını bulmuş bir insan heyecanıyla kitabı çevirmeye başlıyorum.***Göbeklitepe, pek çok arkeoloğa göre son dönemlerin en önemli arkeolojik keşiflerinden biri… İnanç tarihinin en eski buluntusu.Neolitik dönemin en önemli merkezi. Cilalı taş devri insanının bıraktığı izler…***Üzeri genellikle hayvan figürleriyle süslenmiş T biçimli, ki bu form insanı anlatıyormuş, anıtsal dikilitaşlardan oluşan bir yer Göbeklitepe.Orada kazı yapan arkeologlar bu tapınağı yapan insanlar için “Evren nedir, biz neden buradayız sorusunu soran ilk kişilerdi” diyorlar.Kadınlar erkekler beraber ibadet ediyor Göbeklitepede...Toplumda hiyerarşik bir düzen var.Ve avcı insanın ilk kez tarımı keşfettiği, buğdayı kullandığı dönem…Sonra da yerleşik düzene geçiyor zaten insanlık, mevsimlerin döngüsüne göre yaşamaya başlıyor tarımı keşfettiği için.***80 bin dönümlük Göbeklitepe’nin şu ana kadar ancak yüzde10’u açılmış ve geride kalan kazı alanının tamamımın açılması için 80 yıl daha gerekliymiş diyorlar...İnsanoğlunun avcı ve göçebe topluluklardan yerleşik düzene geçmesinde, insanlığın bu dönüşümünde Anadolu’nun rolü çok büyük, bu ortaya çıkıyor…Yerleşik düzene geçmesiyle korkuyu, sığınma duygusunu keşfeden insan, inanç kavramını da bu dönemde buluyor işte…Yerleşince korkuyor, korkunca inanıyor. Medeniyet ve inanç Anadolu topraklarında böylece doğuyor.***Medeniyet ve inanç…Bugün artık ne medeniyetimiz ne de inancımız kaldı, inançsız bir barbarlar topluluğuna döndük.Bizim bugün yitirdiğimiz değerler meğerse Anadolu’da doğmuş…Ne çarpıcı bir paradoks değil mi…İnsanlığın belki de en büyük macerası bu topraklarda başlamış.***Böyle baktığımda bazen “biz bu topraklara layık değiliz” diye düşünüyorum.12 bin yol önce bu topraklarda insanlar o güne dek hiç görülmemiş bir “şeyi” inşa edebilmişler, yeni bir hayatın başlangıcı olmuşlar.Peki, biz bugün yeni bir “şey” inşa edebiliyor muyuz, yeni değerler yaratabiliyor muyuz, yeni bir hayatın öncüsü olabiliyor muyuz?Maalesef hayır. Biz sadece birbirimizi öldürüyor ve acı çektiriyoruz.***Kitabın içine, 12 bin yıl önceye kaçıyorum.Bugünde övünebileceğim, ilgimi çekebilecek, beni mutlu edebilecek hiçbir şey yok çünkü…Sadece acı ve ölüm var.
Hayat tabii ki yaşanan acılarla beraber durmuyor, akıyor... Üstelik de tüm güzelliğiyle.Ama çoğumuz için acılar, güzellikleri örten koca bir karanlık artık...Tüm güzel şeyler Güneydoğu’da ne olduğunu tam bilmediğimiz belki de hiç ilgilenmediğimiz acılarla beraber gömülüyor sanki...Her gün ölüm haberleri alıyoruz…Her gün yıkım haberleri alıyoruz.Korkunç fotoğraflar geliyor….***Sur’da olanları ve acılarını soluk soluğa izlerken, her gün ölen gencecik insanların fotoğrafına bakarken düşünüyorum.Yaşıyoruz, yönetiyoruz, üzülüyoruz, seviniyoruz, her birimiz ötekini ondan daha ‘büyük’ olduğumuzu düşündüğümüz için eziyoruz, hırslanıyoruz, her defasında daha fazlası için kavga ediyoruz ama bunların hiçbiri genç insanları ölümden kurtarmaya yetmiyor.Zaten bununla ilgilenmiyoruz...***Bizim bu hayatta bir sözümüz, bir gücümüz olması gerekmez mi?Genç insanları ölümden kurtarmak hepimizin sorumluluğunda değil mi?O zaman bu sessizlik neyin nesi?Nasıl içimize sindiriyoruz Cizre’de, Sur’da olanları?Ne oluyor da bu kadar aldırmaz davranabiliyoruz?Bu ağır bir insafsızlık değil mi?Ortak irademizin kurbanları onlar.Aynı hataları sürekli yapıyor ve sürekli aramızdan birilerini kurban veriyoruz.Ve hiç sormuyoruz, “hangi hatalarımızla kendi parçalarımızı ölüme ve acıya kaptırıyoruz” diye.***Yıllardır süren bu acıların sorumlusu biziz.Yanlış insanları seçtiğimiz, hayatı denetlemek için hiç bir çaba göstermediğimiz, yanlışları gördüğümüz halde onları düzeltmediğimiz, düzeltmek için kılımızı kıpırdatmadığımız , bütün hatalarımızın sorumluluğunu “kadere” yükleyerek içimizi rahatlattığımız için,biziz...***Bu ülkenin ve bu toplumun çok yıllar öncesinden yaşanan acıları sorgulaması , bu acıları önlemenin yollarını araması, yöneticileri çözüm bulmaları için zorlaması gerekiyordu.Bunu yapmadık.Her şeyi yöneticilerden bekledik…Ve onlar her defasında kendi siyasi çıkarlarına göre çözümü savsakladılar.***Yaşananlar her gün biraz daha ağırlaşıyor.Mahalle aralarında tanklar geziyor, binalar bombalanıyor, çeşitli ırklardan ama hep genç insanlar ölüyor.Biz o ölüleri “bizden” ve “onlardan” diye ayırıyor, onların insan olduğunu neredeyse unutuyoruz.***Büyük bir felaket yaşarsak eğer bu kimsenin değil, bizim suçumuz olacak.Genç insanlarımıza sahip çıkmadığımız, birbirimizi sahiplenmediğimiz, insanları kurtarmayı değil sadece “galip” gelmeyi önemsediğimiz için tarih bizi cezalandıracak.Ve korkarım cezalandırmak için de çok uzun beklemeyecek.