Zaman zaman dokunduğum bir şeyin, sadece benim hatırladığım bir geçmişle canlanmasına bayılırım...O yüzden bazı akşamlar sandıkları, kutuları, çekmeceleri açıp içlerinde neler biriktirmişim diye bakarım...Sevdiğim bir müzik koyup telefonumu kapatıp kendi geçmişime dalarım...Her şey başka başka fısıldar bana...Dağınık bir yumak gibi çeşit çeşit düşünce, birbirinden kopuk, birbirinden ayrı renklerde, mahmur bir utangaçlıkla bir görünüp bir kaybolur içimde.***İşte geçen gecelerden birinde de çocukluk resimlerimi çıkardım kutudan...Benim o çocuk olduğuma şaşırdım önce... Geçmiş ne tuhaf şey, hatırlamıyorsun aslında, sadece olduklarını biliyorsun o kadar...Bir zamanlar çocuk olduğunu biliyorsun ama o çocukluğun içine saklanan binlerce ayrıntıyı unutuyorsun…Binlerce duyguyu unutuyorsun. Sonra resimlerini açıp baktığında, o ayrıntılar, o duygular canlanıyor, hafızanın derinliklerinde gizlendikleri yerlerden silkinip çıkıyorlar.O ayrıntılardan, o duygu kırıntılarından yeniden çocukluğunu kuruyorsun zihninde.***Fotoğraflara bakarken Çocukluğumda her şeyin sır olmasını sevdiğimi hatırladım ... İçinde sır olmayan hiçbir macera heyecanlı olmazdı çocukken, öyle değil mi?Gerçi büyüdükçe, içinde saydamlığın, gerçeğin olmadığı hiçbir şeyin heyecanlı olmadığını da anladım...Elimde çocukluk resimlerim, sırları gerçekleri, saklananları, aşkı düşündüm uzunca..Bugün yaşadıklarımız da gelecekte geçmişin sırları arasına eklenecek...Bu geceyi, çocukluk resimlerime baktığımı da unutacağım.Belki de bu geceden bir anıyı çocukluk fotoğraflarıyla birlikte kaldırıp, ileride bir gün bu gecenin anısı olarak başka bir geceye katacağım...***İnsan ne kadar yaşamış sayılır diye düşünüyorum şimdi...Hatırladığı kadar mı?Hatırlamadıklarımız, yaşanmış sayılmaz mı?Unutulacak kadar önemsizse “yaşanmamış sayılanların” arasına mı katılır?Yoksa, unuttuklarımızdan da bize, biz bilmesek bile bir şeyler kalır mı?O kalanlar da, bizi biz yapanlara dahil midir?***Çocukluğumuzdan unutulmuş bir kahkaha ya da unutulmuş bir üzüntü, bizim bir parçamız mıdır?Yoksa o, artık “biz” olmayan bir çocuğa ait önemsiz bir hatıra mıdır?Şu resimdeki bisiklete ilk bindiğim gün duyduğum heyecan, öbür resimdeki eski arkadaşla yapılan birtartışma, diğer resimdeki eteğe çay döktüğüm gün duyduğum üzüntü… Bütün bu unutulmuş minik duygular, bu unutulmuş anı kırıntıları, bizim hayatımızın mimarisine, duvarlarına, kolonlarına kendilerinden bir şeyler kattılar mı?***Geçmişte yaşananların hangileri, bizim bugünümüzü de belirleyen olayların arasına katıldı,bunu bugün bilmek mümkün değil sanırım.Ama o eski, kırık, solgun anıların resimlerine bakmayı seviyorum.Sadece benim bildiğim bir kayıp diyarın haritası var onlarda.O haritanın içinde dolaşıyorum arasıra. Bazen üzüntüyle, bazen sevinerek.Sonra onları kutularına koyup yeniden unutuyorum.O “çocuk, o kutularda bensiz yaşamayı sürdürüyor.Bir gün onlara artık kimse bakmayana kadar da yaşayacak.Bir gün bir daha kimse o resimlere bakmadığında, o çocuk, o zaman silinip ayrılacak dünyadan.Ama kimbilir belki bir bakan çıkar arkamızdan...
Bu aralar hayat sanki her gün bizdeki o mutluluk eksiğini tamamlamak ister gibi doğuyor...Kendi ışığıyla büyüyen sabah, kendi yapraklarıyla oynaşan ağaçlar, diri ve serin rüzgarlar.Hep aynı şeyi söylüyorlar sanki‘katıl bize’...Ama biz o mutluluğu bir yabancı gibi seyrediyor, onun bir parçası haline gelemiyoruz bir türlü öyle değil mi?Çok basit bir nedeni var bunun; bu kadar çok insan ölürken mutlu olmak mümkün mü?Tuhaf bir dirençle karşı çıkıyoruz tüm insanlığın aslında aynı ip üzerinde durduğuna...Nedense sen ben ayrı zannediyoruz ısrarla...Nereye baksam ölüm haberleri.Ve biz her ölümle, bir yandan ölenlerin insan olduğunu, bir yandan kendi insanlığımızı unuttukça mutluluk da biziden kaçıyor...***Uyandığınızda, gözünüzü açtığınızda, doğada uyanan sabah sevinci bize ulaşamıyor artık.Hayatın acıları abanıyor üstümüze.Biz o acıları görmezden geliyor, mutluluğa da erişemiyoruz.Duygusuz ve duyarsız bir kalabalığa dönüşüyoruz.***Mutlu olabilmek için önce acıları göreceksin.Onları hissedeceksin.İçin acıyacak.O acıların üstesinden nasıl geleceğini düşüneceksin.Bir çaba göstereceksin.Belki ondan sonra bir mutluluk kıpırdanacak içinde.***Uyur uyanık bir halde dolaşıyoruz.Uyuşmuş gibiyiz.Neredeyse bütün duygularla ilişkimizi kesmişiz.Bedenen yaşasak da ruhen ölüyüz galiba diye düşünüyorum bazen.Başka insanların ölümlerine aldırmadıkça ruhumuz ölüyor.***Sabahın o sevinçli ışıkları içimize sızamıyor artık...Ruhumuza zehirli bir ahtapot gibi dolanan sıkıntıdan kurtulamıyoruz...Ne acı uyandırabiliyor bizi, ne sevinç.Eti, kanı, bedeni, ruhu, vicdanı olmayan yetmiş beş milyon silik gölgenin dolaştığı bir insanlık çölü burası sanki.***Mutluluğu değil önce acıyı hissetmemiz gerekiyor herhalde yeniden hayata dönebilmemiz için.Bizi çevreleyen acıları hissetmemek için içimize kapandıkça hayattan da kopuyoruz.Yaşayan ölülere dönüşüyoruz.Kendi insanlarımızın bedenlerini ölüme bu kadar aldırmazca teslim etmenin bedelini, ruhumuzun ölmesiyle ödüyoruz.Sabah sevinçleri bize her gün giderek biraz daha yabancı ve uzak kalıyor.
Ölüm, sarsıyor hayatı… Yaşamaya devam edenleri…Her ölüm değil tabii… Güneydoğu’da ölenler bizim buralardaki insanları pek ilgilendirmiyor mesela… Küçük birer haber olarak geçip gidiyor onlar.O gençler, o çocuklar, kadınlar, askerler, polisler başka bir “gezegenin” macerası gibi neredeyse, hiç dikkat çekmiyor.O ölümler, sadece bu ilgisizliği ve duyarsızlığı fark edenlerin, oradaki acıları hissedenlerin içini yakıyor.***Ama bizim buralara da geliyor ölüm.Mustafa Koç’la beraber ölümü, dolayısıyla hayatı hatırlayıp düşünmeye başladı buradaki insanlar da...Adını herkesin bildiği, gülümseyen bir insanın kaybı buralara da hatırlattı ölümü...Kime rastlasam hayattan bahsediyor, ölümlü olduğumuzdan...***Bu basit gerçek şimdi herkesin aklında, öleceğiz...Ölmeden önce ne yapmak gerekiyor, diye soruyor sanırım herkes kendine...Yaşamak tabii…Ama nasıl?Cevabı bulunamayan soru da bu sanırım...***Çok önem verdiğimiz “şeylerin” gerçekten önemli olup olmadığını sormamız gerekiyor herhalde önce kendimize...Para mesela…Öleceğimizi bildiğimizde para o kadar önemli gözüküyor mu?Pek değil sanırım.***Ya kendimiz?Şu çok önemsediğimiz kendimiz?Çok mu önemliyiz?Önemli olduğumuzu kanıtlamak için yaptığımız onca tuhaflık,düşmanlık, çektiğimiz korkular, endişeler…Değiyor mu bunlara?***Kendimizle ve korkularımızla o kadar doluyuz ki, hiçbir duyguyu, hiçbir insanı, hiçbir nesneyi olduğu gibi bütün gerçekliğiyle göremiyoruz...Ve hepimiz çok mutsuz öleceğini bilen ama bunu her defasında unutan zavallı hayatlar yaşıyoruz...*** Birden çıldırıp evlerimizi terkederek Arjantin’e gitme kararı almaktan sözetmiyorum.Ama kendimizi, duygularımızı, düşüncelerimizi rahat bırakmaktan sözediyorum.Anlamsız düşmanlıklardan kurtulmaktan söz ediyorum.Birkaç kuruş, bir iki koltuk için kırılıp dökülmelerden vazgeçmekten sözediyorum.***Büyük ve basit bir gerçek, öleceğiz.Ölene kadar yaşamalı…Ama nasıl?Kendini kendinden kurtararak belki de…Galiba en zoru da bu… Ölümü bildiğimiz halde vazgeçemediğimiz de bu galiba...Kendimizi kendimizden kurtarmak...
Burada sanki hayat hiç değişmiyor.Kahramanlarının hep “aynı günü” yaşadığı o ünlü filmdeki gibi, biz de hep aynı günün içine hapsolup tekrar tekrar aynı günü yaşıyoruz...Hep aynı konuların etrafında dönüp bir toplum için en temel konuları çözemediğimiz için konu repertuarımız da neredeyse hiç değişmiyor.Ölüm, acı, haksızlık, ihanet, kavga, hırs, öfke,sevgisizlik...***Oysa insanlara, öykülerine, farklı hayatlara, hayatın ve ölümün anlamına, daha çok nasıl mutlu oluruza, bize sunulana ne katabileceğimize, tüm sorulara, tüm cevaplara, benden önce yaşayanlara, benden sonra olacaklara meraklıyımdır ben...Onlardan söz etmeyi severim.Sık sık kafamda sorular dolaşır, ben de onların peşinden dünyayı dolaşırım.Yeni küçük küçük bilgiler beni çok heyecanlandırır... Neden sindirimimiz için soğuk su içmememiz gerektiğini okuduğumda, tavşanların doğdukları ilk hafta sevildiklerinde annelerinin kıskançlıktan öldüğünü öğrendiğimde hep aynı heyecan uyanır içimde... Daha fazlasını araştırmak hep hoşuma gider.***Tabii “büyük” bilgilerde de bu heyecanı hissederim.Mesela ekonomi uzmanı bir dostum “2016 çok zor bir yıl olacak, dolar 3.70 Euro 4,5 lira bekleniyor... Futbol klüpleri batabilir, hayat %25 küçülecek” dediğinde bu sefer endişeli bir heyecanla yabancı yatırımcı ne yapıyor makalelerinin peşine düşerim.Ama burada değişik sorunların peşine düşemiyoruz...Hep aynı konular, hep aynı sorunlar.Kurak, çorak, giderek ıssızlaşsan bir kara parçası gibi hayatımız.***Epigenetik konusu ilgimi çekiyor benim nicedir...Epigenetik, ırsi olup genetik olmayan, yani genlerimizle bize geçmeyen ama atalarımızdan gelen, bizi biz yapan özellikleri anlatan bilim dalı.Türkiye bu haliyle epigenetiğin iddialarını kanıtlamak için uğraşıyor sanki...Hayatımızı, geçmişten miras aldığımız davranış kalıpları belirliyor ve biz o kalıpları neredeyse hiçdeğiştiremiyoruz.Türkiye’nin “sırrı” bu sanırım...Devraldığımız miras ise çok parlak değil...İsimleri değil sistemi değiştirmeliyiz dedikleri bu herhalde...***Epigenetik uzmanları genlerimizin çok hareketli, uyumlu olduğu ve çevre ile sürekli bir iletişim içinde olduklarını söylüyor.Epigenetik, özellikle insan ilişkilerinin ve builişkilerin nasıl sürdürüldüğünün, bunlara bağlı oluşan duygu ve davranış hallerinin genlerimizi değiştirdiği yönünde..Ruhsal sorunların da genetik olarak kuşaktan kuşağa geçtiğini söyleyen bir kuram bu ayrıca...Hiç tanımadığınız bir aile büyüğünün travması yüzyıl sonra bile sizin hayatınızda ortaya çıkabiliyor…Hastalığınızın nedeni olabiliyor.***Epigenetiğin iddiasına göre hastalığı yapan genler değil, o genleri etkileyen duygular.Ve hayatın en önemli “sorununun” anne olduğunu söylüyor..Annesini olduğu gibi kabul edemeyen hiç kimse sağlıklı bir kadın-erkek ilişkisi kuramıyor.Hatta annenin reddi migrene yol açıyor.Babanın reddi ise alkolizm yapıyor.Anne babaya saygı eksikliği kanser nedeni oluyor.***Ne konular var dünyada.Ama ne yazık ki Türkiye sanki bu dünyada değil..O geçmişteki bir dünyada yaşıyor hala.Ne yazık!
Hayat ne kadar hızlı değişirse değişsin hiç değişmeyen şeyler de var.Ölüm, zaman, mekan gibi...Hep aynı yuvarlak dünyanın üzerinde, hep aynı hızla akan zamanın içinde ölüme doğru akıyoruz işte hepimiz.Bir unutup bir hatırlayıp, ama bu değişmeyen sarsılmaz gerçeklerle yaşıyoruz.Hikayelerimiz farklı sadece belki...Aslında onlar o bile çok da farklı değil ya bana sorarsanız.***Sabah Mustafa Koç’un vefat ettiğini öğrendiğimde içimde çok değişik bir sızı hissettim, Mustafa Koç’u pek çoğumuz gibi ben de tanımıyorum ama bazen tanımaya gerek olmuyor.Bildik biri oluyor bazı insanlar.Mustafa Koç da sanırım böyle biriydi...Ülkenin en zengin işadamlarındandı, üstelik de gençti.Ölümle nedense yan yana getirmeyeceğimiz biriydi belki de gençliğinden dolayı.Belki de sahip olduklarından dolayı...***Hayat dün sabah yine değişmeyen gerçeklerini hatırlattı hepimize,Mustafa Koç’un ölümüyle...Hayat ne kadar hızlı değişirse değişsin hiç değişmeyen şeyler de vardı...Ölüm, zaman, mekan gibi...***Merak ediyorum bazen, insanoğlu mekanı değiştirdiğinde, mesela uzayda yaşam başladığında ona bağlı olarak ölüm de değişecek mi acaba?Acaba bizden yüzyıl belki de elli yıl sonra yaşayanlar sevdiklerini kaybetmeyecek mi?Ölüm onların hiçbirine uğramayacak mı?Eski demode ilkel uygarlıkların yaşadığı birşey mi olacak ölüm?***Ölüm bütün evrene ait bir gerçek mi yoksa sadece dünyalıları ilgilendiren bir son mu?Dünyada her şeyin bir sonu var.Sonsuz dediğimiz uzayda da her şeyin bir sonu var mı acaba?Yoksa orada sonsuz hayatlar da bulunuyor mu?***Zamanın ve mekanın bizim dünyanızdakinden farklı olduğu yerlerde hayat ve ölüm neye benziyor acaba?Şimdi uzayda hayat var mı diye soruyoruz?Bir zaman sonra belki de uzayda ölüm var mı diye de soracağız?***Ölüm her geldiğinde, hayatı ve dünyayı anlamsızlaştırıyor.Her şey anlamsızlaşıyor.En azından bir süreliğine.Ölüm gerçeğiyle yaşıyor ama ölüme bir türlü alışamıyoruz.***Ölüm acısının, bir sevdiğini kaybetmenin ne olduğunu biliyorum…Daha çok yeni yaşadım.Koç ailesine sabır ve başsağlığı diliyorum...
Pazar günü kendimizi Pazar gününün o bilindik, aldırmaz, belki bazen biraz insanın içini burkan ama genellikle huzurla bereber ortaya çıkan rehavetine bıraktık...Babam, ben ve Leyla...Bir ara babam parkta çiçek açmış ağaçlar gördüğünü söyledi, ocak ayında açmış bahar çiçekleri..Fotoğraflarını çekmiş bize de gösterdi, dallar küçük beyaz çiçeklerle doluydu...Çiçekler, ne bize, ne olanlara, ne de mevsime aldırmadan ama bizi umutlandırarak açıyordu demek...***Ben daha kendi adımı yazmayı bilmezken, yani Leyla’dan bile küçükken çiçeklere çok düşkündüm...Babaannemin pencere pervazında dizili küçüksaksılarda mor menekşeler dururdu, onlarla konuşurdu babaannem.“Duymasını bilirsen onlar da seninle konuşur” derdi.Çiçekler konuşur gerçekten.***Fulya zamanı şimdi... Fulya’lardan sonra menekşeler açar...Çiçeklerin en kaprislisidir bana sorsanız.Koyu mor yaprakları kibirlidir biraz.Yaldız sarardı babaannem bodur saplarına onların...Esrarengiz bir halleri vardır.Tam aşk çiçekleri değildir ama annemin zamanında sevgililer birbirlerine menekşe verirlermiş...***Zaman çiçeklerle geçiyor...Ve duymasını bilirsek bizimle konuşuyorlar...Parktaki zamansız açmış çiçekler bize ne diyor acaba?Bir lodosla, ılık bir esintiyle kanan çiçekler bize ne diyor sizce?Sanki kaybettiğimiz umudu fısıldıyorlar bize...Olamaz mı?Bu kadar karanlık, belalı bir hayatın içinde bu kadar güzel çiçek açan ağaçlar, ölümle hayatın birleştiği incecik çizginin üzerinde korkusuzca dolaşmamızı ve o yaşama ümidini bırakmamamızı söylüyor olabilirler mi bize?Neden olmasın?***Katledilen Tahir Elçi’nin o güzel kızı Nazenin’inröportajını okurken her cümlede kanadı her yanım ta ki o son cümleye kadar;“Umutlu olmak çok zor, ama barışı sürekli umut etmek zorundayız.”Barışı sürekli umut etmek zorundayız, bence de...***İsterseniz parktaki çiçeklere bakarak….İsterseniz Nazenin’in iç burkan o cümlesine sığınarak...İsterseniz duymakta zorlandığınız o iç sesimizi dinleyerek...Umut etmeliyiz…Umut bizim tek dostumuz, tek dayanağımız…Onu kaybedersek, her şeyimizi kaybederiz.
Sakin bir hayatım var benim…Hayaller kuruyorum, hayallerime inanıyorum....Kalabalıklara karışmayan, kendi kalabalığını kendi başına yaratan biriyim ben...Kötü insanlardan, aslında iyi biriyken çıkarları için kötü olmayı tercih edenlerden, sahte mutsuzlukları, sahte kızgınlıkları olanlardan, gerçeklerden korktuğu için uydurulmuş düşmanlar yaratanlardan kaçıyorum...Evde olmayı, yalnız olmayı, sadece sevdiklerimle olmayı giderek daha çok seviyorum...***Evet biliyorum, bu yavaş yavaş yaşlanmanın da belirtisi ama sanırım benimki tam olarak o değil...Benimki pek çoğumuzunki gibi yaşama enerjisi ve isteği varken, üzerine boca edilmiş mutsuzluktan kendi dünyasına sığınma...Ama uzun zamandır eve sığınmak da yetmiyor artık, pencerenin dışındaki hayattan içime, evime, hayatıma hep acı ve isyan akıyor.Keder ve karanlık sızıyor evime.Artık kapalı kapılarım, kapalı pencerelerim işe yaramıyor, delip geçiyor dışarının kiri, pası, öfkesi, yalanı, riyası…***Hayaller kuruyorum, bir uyansak bir sabah Türkiye hepimiz için değişmiş, hakettiği seviyede huzurlu bir ülke olmuş...Bunu söylediğim arkadaşım çok dalga geçti benimle “bu hayal değil ki,” dedi, “sen normal bir hayatı özlemişsin… Normal bir hayatı özlemeye bile hayal der olduk... Bence hayallerini değiştir sen, gerçekten hayal diyebileceğin hayaller kur.”Hayallerini değiştir...Bu laf beni çok sarstı, hayallerimi bile kaybetmişim gerçekten...Hayal dediğim şey ülkenin normalleşmesi olmuş...***Çok sarsıldım önce ama sonra düşündüm…Biz “normalden”, o normali ulaşılması zor bir hayal gibi görecek kadar uzaklaştıysak…Yörüngemizden bu kadar saptıysak…Bu yanlış yörüngede çok da uzun kalamayız, düşmemek için yeniden“normal” bir yörüngeye oturmamız gerekir.Bunu düşününce umutlandım birden, bu yörüngede çok fazla oyalanamayız yakında hayat bir şekilde değişecek diye sevindim.***“Normali” bir “hayale” çeviren bu kirlenmişlik, bu aşağılanmışlık, bu utanç , bu arsızlık, bu pespayelik, bu fütursuz, bu rezillik beni umutlandırdı doğrusu birden...Yıllarca, yıllarca her şeyi denedik, her seferinde aynı karanlığa düştük.Düşecek yerimiz kalmadı.Biraz soluk alabilmek için buradan kurtulmamız gerekiyor, bu çamurun içinden çıkmamız gerekiyor, bu yörüngeyi değiştirmemiz gerekiyor.***Birden bu değişimin bir zorunluluk olduğunu kavradım gerçekten.Bir toplum, normali, ulaşılamayacak kadar uzak bir hayal gibi gören bir hayatı sürdüremez.Normalleşmek zorunda.Huzuru aramak ve bulmak zorunda.***Beni üzen her şey, beni ümitlendirdi.Bu kadar çok üzüntüyü taşıyamayız.Yörüngeyi mecburen değiştireceğiz.Yaşayabilmek için bunu yapacağız.Çünkü artık buna mecbur olduğumuz noktaya geldik.
Bir toplum çürümeyebaşlayınca insan ilişkilerinde de çürüme başlıyor...Belki de o yüzden bütünsorunlar zaten...O yüzden, vicdani ölçülerden uzaklaşanlar, abuk sabukkonuşup insanları ölümle tehditettiğinde bile toplumun tepkisinden çekinmiyor.Aforoz edilmekten, ayıplanmaktan, isimlerini lekelemekten ailelerini utandırmaktan korkmuyorlar.Toplumun sert bir tepki göstermeyeceğine güveniyorlar...***Çünkü biliyorlar, bir toplumda yazılı olmayan yasalar çiğnenirse çürüme başlar ve bir toplum çürümeye başlamışsa ortak değerler etrafındaki birlik de kaybolur.Ortak vicdanlarını ve değerlerini kaybeden toplumlar toplum olma özelliklerini de kaybederler çünkü...Önce manevi, sonra maddidağılma başlar.Vicdanını kaybeden toplum da eninde sonunda eriyip gider.Türkiye için belki de en büyük tehlike bu işte...***Bir toplumu toplum yapan sadece onun bayrağı, sınırı, toprağı değildir ki...Bize hep öyle öğretilmeye çalışılsa da ben bunun böyle olduğunudüşünmem pek doğrusu...Bir toplumu toplum yapan asıl onun ortak ve sarsılmaz vicdani ölçüleridir bana sorarsanız...Ve, bence bir toplum için en tehlikeli şey de bu ölçülerin çürümesidir.***Bizde daha da tehlikeli bir durum var, bu ölçüleri ezip geçenleri reddedecek bir reflekse de sahip değiliz...Bu refleksi olmayan toplumların vicdanlarında bir zayıflık, ahlaklarında bir çürüme başlıyor ki bukaçınılmaz bir çöküşün başlangıcı oluyor ne yazık ki...Ortak bir güvensizlik toplumun üstüne çöküyor...***Vicdanlarımızı kullanmayıunuttuk sanki...Reflekslerimiz ağırlaştı acılara,haksızlıklara karşı...Öfke nöbetlerini etrafa saçıyoruz...Vicdanı tozlanan insanlar arttıkça farklılıklar da azalıyor, aynılaşma başlıyor bence...Farkında mısınız, bizde insanlarnasıl da birbirinin aynı?Fikri ne olursa olsun aynı insanın zekası gibi zekalarımız... Aynı insanın vicdansızlığı gibivicdanlarımız...***Bence bir an önce herşeyi bir kenara bırakıp, kaybettiğimiz vicdanlarımızı bulmamız gerekiyor?Ama böylesine büyük nefretlerin altına gömdüğümüz o vicdanlara nasıl ulaşacağız?Her gün beslenen nefretimizi Nasıl ayıklayacağız?Bu nefreti bitirecek ortak birsese muhtacız…Ve ne yazık ki o sesi bir türlüçıkartamıyoruz.